«Hâkânî Türk» medeniyetinin, Türk dünyası içinde aldığı merkezî mevki, Burkan ve Mani dinleri çerçevesinde, bir kaç yüzyıldan beri gelişmiş bir Türk kültürünün vârisi bulunması ve Türk dilinde bir edebiyat ile, Türk geleneğinde bir sanata dayanmasından dolayı idi. Bu gelişmiş Türk kültürünün tezahürleri muhtelif idi. İncelmiş bir dînî seziş ile, sanat ve edebiyat eserlerinin tertibinde çokdan kurulmuş bulunan bir şeklî geleneğin ve Türkçe istilâhların mevcûd bulunması, kültür gelişmesine temel teşkîl ediyordu.
Kök ve Batı-Türk kağanlığının devamı olan «Hâkânî Türk» devleti 840’da Batı Türkistanda, Suyâb-Balasagun’de kurulmuş idi, 983’de ise, Doğu Türkistandaki bir başkentleri olan Kâşğar’ı merkez ittihâz etmişlerdi. Yukarıda kaydedildiği gibi, «Hâkânî» Türkleri, Buddhist kültürünün Batıdaki merkezlerinden olan Suyâb-Balasagun’da bile, belki Burkan dînine girmiş bulunuyorlardı. «Hâkânî» Türkleri, daha önceden Buddhist olmamış iseler bile, Doğu Türkistanda, Kâşğar, Hotan, ve Uygur ili gibi Buddhist merkezlerin çevresinde, Buddhist olduklarına şübhe yoktur. Nitekim, Suyâb-Balasagunlu Yûsuf Hâşş Hâcib ve Kâşğai’lı Mahmûd gibi «Hâkânî» Türk müellifleri, îslâmdan önceki avşân (putlar) ve râhiblerden bahs ederken, ancak «Burkan» ile «toym» (Burkan râhibi) adlarını ve Buddhist tabirleri ile («ajun» gibi) kosmolojiyi aks ettirmekde idiler.
Karşılı Cemâl’in rivâyetinde mescide çevrilen Artuç’daki «avşân» (putlar) tapınağı bir Burkan mabedi olmuş olsa gerek, çünki Yûsuf Hâşş Hâcib «Burkan orun» ’un (Burkan tahtının) mescid yapılmasını tavsiye etmektedir. Nitekim, aşağıda görüleceği gibi, Kâşğar’daki erken İslâmî âbideler, daha önce Buddhist külliyeler idi ve sonradan îslârria vakfolmuşdu.
işte böylece, «Hâkânî» Türklerinin Islâm medeniyetine getirdikleri yenilikler, bilhassa Buddhist kültürün D£.-X. yüzyıllarda vardığı gelişmelerden mülhem idi. Bir kaç misâl verebiliriz. Yûsuf Hâşş Hâcib’in eseri Kutadgıı-bilig’de ifâde edilen hükümdâr mefkûresi, Universalism’in ve Uluğ-kölürîğü Buddhist mektebinin safhalarından geçmiş bir veçhede olmak üzere, Türk geleneğine sadık kalmışdı. Hükümdâr, «kara-bodun»’u koruyan, yediren, giydiren, millî töreyi savunmak için zekâsını ve şecâatini, icâbında canını veren, insan-üstü vasıfları olan, Bilge Kagan’a mümâsil bir hayırlı şahsiyetti. Fakat aynı zamanda, en şedîd şekilde, halkı terbiye etmekle de mükellef idi. Türk Buddhism’inde Burkan da, elinde kamçı ve sopa tutan, sert bir han, bir bey, bir «üsi» (memûr) veçhesi almışdı. Kutadgu-bilig’de hükümdâr «ajun tözi»dir. Bu iki kelime iki ayrı kültürün hâtıralarıdır. «Töz», eski türkçede, rûh, kök demek idi. Bugün kullanılan şekilde ise, ata ve tanrı rûhlarının keçeden tasviri manâsına, «tös» tabîri, atalar ibâdetine devâm eden Türkler arasında kullanılmaktadır. «Ajun» kelimesi, Buddhist Türk metinlerinde, muhtelif hayât şekillerine işâret ediyordu. Bu kelime, Uâkânî edebiyâtında, «dünyâ» manâsını aldı. Demekki, Kutadgu-bilig’de hükümdâr dünyânın rûhu sayılmaktadır. Kutadgu-bilig’de hükümdâr şahsiyetini temsîl eden Kün-toğdı İlik, eski Türk geleneğinde, «kut» sâhıibidir. Semâvî bir ejder’in (evren) harekete getirdiği felek’ çarkının kutlu bir ânında, hükümdâr kut sâhibi olmuşdur. Burada, eski gök dîni ve «Kök-luu» adını taşıyan semâvî ejder manzûmesinin, gök timsâli olmuş bulunduğu devirdeki inançların bir y e n i veçhesi görülür. Hind – İran dînlerinde zaman mabûdu, Hindde Kâla, İranda Zurvân adını alan şahsiyetin de timsâllerinden birinin ejder olduğu hatıra gelmektedir. Prof, von Gabain, «evren» mefhûmunun Tantrik Buddhism ile alâkasına da lütfen dikkatimi çekdi. Kutadgıı-bilig’de, «evren» ’den başka bir zaman timsâli de, eski Türk zaman tanrısı Öd’ün bir şekli olan ve gece gündüz ilerleyen bir at olarak tasvîr edilen Ödleg de yer almaktadır. Nitekim, Atlıarvaveda’da. da, zaman mabûdu Kâla, bir ât, veya bir araba sürücüsüdür (eski Türk tanrısı, Yol-teriğri gibi). Ejder ve at motifleri ile birlikde, semâvî çark mefhûmu ise, Buddhism’in Kâlacakra (Zaman çarkı tanrısı) tasavvuruna benziyordu. Fakat Kâla-cakra tasavvuru, Buddhism’de, ancak X. yüzyılda ve Laufer’e göre Uygur muhitlerinde gelişmişti. O halde, Yûsuf Uâşş Hâcib’in X. yüzyıla kadar Uygur Buddhist kültürü takibetmiş bir çevrede bulunduğu âşikâr olmaktadır. Bu kosmolojik tasavvuru temsîl eden bir eser, çift-başlı. evren altında bağdaş kurmuş şahıs tasviri, Taşkent yanında Munçak-tepede, «Uâlçânî» devri şehir kalıntılarında bulunmuş bir hokka üstünde görülmektedir (lev. X C IX /a ). Bu tasvîr de Buddhism ile ilgilidir ve yedi-başlı evren olarak tarîf edilen, efsânevî Mucilinda’nın gölgesinde oturan Burkan menkıbesinin resimlerini hatırlatır. «IJâkânî Türk» hükümdârı böylece gök tanrısının ve Burkanının «evren» ongununa vârîs olduğu gibi, Burkanın «arslanlıg örgün» (arslanlı taht)’ına da sâhib çıkmıştı. «Arslanlıg örgün» tasavvurunun İslâmdan önce bile hükümdârlara teşmîl edilmiş bulunduğu anlaşılmaktadır. Bir Karluk hükümdarının tahta çıkışını gösterdiği sanılan, gümüş kap üzerindeki bir tasvirde de «arslanlıg örgün» gözükül’ (lev. X D m /b ). Şunu da hatırlatalım ki «Hâkânî» devleti 840’da bir Karluk yabgusu tarafından kurulmuş idi. Kutadgu-bilig’de arslanlı taht, astrolojik anlamda, Arslan burcunu temsil etmekte idi.
Kâşğarda ilk İslâmî yapıların Buddhist âbidelerin kalıntıları üzerine kurulup onların geleneğini takibettikleri yukarıda söylemiştik. Böylece hayrât külliyesi manâsına gelen sanskritten muharref «buyan» kelimesi, Müslüman Türk terminolojisinde, tabiî şekilde, ribât anlamına, «muyan», «muyanlık» şekline girivermişti. Hakikatte, mimârî -dalında, Buddhist tesirler «Hâkânî «Türklerinin Müslüman olmasından çok önce de Orta Asyanın İslâmî bölgelerinde hissedilmişti. Milâdî VIII. yüzyıldan beri, ribdarm uiftdra’lardan mülhem yapılar olduğu V. Bölümde kaydetmiştik. Fakat, Hâkânî Türklerinin ribât mimârîsine getirdikleri yenilikler, vihârd’nın VHI. yüzyıldan daha sonra, Türk dünyâsında aldığı şekilleri aksettiriyordu. Dördüncü bölümde kayd edildiği gibi kadîm devirde, vihâra’lar, uzun mustatîl şeklinde bir plan arzederken, Uygur ilinde bu yapılar, Türk ordu-baİık geleneğinde (lev. L V /c ), iç-içe iki kaleden müteşekkil şekiller almışdı (lev. LXVT/a). «Hâkânî» Türk ribât’ları da, ordu-balık geleneğinden mülhem, iç-içe iki kale şeklini muhâfaza etti (lev. C IX /a).
Türk şehrinin ordu kalesi etrâfmda, kademeli şekilde gelişmiş olmasının hâtıraları henüz «Hâkânî» devrinde unutulmamıştı. Üzkend ve Kenğütarban gibi bazı şehirler, tabîî şekilde büyümüş şehirlerin bir bütün olarak ortaya çıkan veçhesinde değildi. Şehri teşkîl eden kısımlar, ordu ka lesi, dînî.külliye, rabaz denen esnaf mahalleleri, henüz birbirinden müstakil, her biri ayrı bir tepe üzerine kurulmuş, sûrlu kaleler idiler (lev.CEX/c).
«Hâkânî» Türklerinin getirdiği en önemli yeniliklerden biri de âbidevî minâreler oldu. Bunların inşâsında, Buddhist Türk mimârîsinde«ediz ev» dendiğini IV. Bölümde kaydettiğimiz, toparlak, veya çok köşeli kesitli, ince nisbetli kulelerin (lev. L X X V /b ) tesîri olduğu şübhesiz gözükmektedir.
«Hâkânî Türk» mimârisinin Buddhism ile kısmen ilgili bir başka yapısı türbe şekilleri idi. Orta Asya türbeleri, birbirine bağlı olmakla beraber, ayrı yollarda inkişâf etmişdi. Birinci cins türbeler doğrudan doğruya Türk kubbeli otağını taklîdetmekde idi ve bunlar göçebe çevrelerde bulunuyordu. Birinci sınıf türbe misâli olarak, Doğu Türkistanda, Bagraç-Köl (44°K, 87°D) ve «Şah Kalender şehri» harâbeleri civarında, Kalender dervişlerine atfedilen türbeler gösterilebilir. İkinci cins türbe, için de Moğoç (Mûğ, ateş-perest) ’ların nâvs dediği kemik mahfazasının bulun duğu yapılardan gelişdi. Türklerle meskûn illerden, Taşkend yanında, İlek ırmağı boyunca, nâvs lı mezarlar (lev. L X IV /a ), Türk otağıiıa yine de benzemekle beraber, Roma ve İran üslûbunda, abidevî bir giriş kapısı ile temayüz ediyorlardı. Nâvs lı mezar şekli Türk illerinde Sır-deryâ boyundaki İslâmî türbelerde37 tâtbîk edilmişdi. «Uâlcânî Türk» sülâlesinin Uzkend’deki türbelerinde bu ikinci cins türbeler görülür ve âbidevî kapılar yüksek sanat eseri mertebesine ermiştir (lev. CXIH).
Stûpa’ya.TM gelince Dördüncü bölümde kaydedildiği gibi, Uygur stûpa’sının bâriz bir husûsiyeti, iç süslemelerde Türk otağına yeniden bir yaklaşma olmuştu (lev. L X X V I/d). Ayrıca, Uygur siîîpa’sında, kubbelerin üst-üste gelmesi, dış görünüşde «Lotus» denen soğan şeklinde kubbeyi ortaya çıkarmıştı (lev. L X X V I/b /3 ). Uygur stûpa’smda dikkati çeken bir yenilik de kubbenin üstündeki mahrûtî şemsiye şeklinin, büyüyüp, kubbeyi ikinci dereceye düşürmesi idi (lev. L X X V T /c). Bu husûsiyetler de aynen «Uâkânî Türk» türbelerinde tebâruz etti (lev. X C IV /a ).
«Şâkânî» Türklerinin Orta Asya İslâm sanatına, bir az gayr-i İslâmî veçhede bir katkısı da, bazı figüratif şekiller oldu. Sâmânî devrinde (982-992), İslâmî görüşde mekrûh sayılan müşahhas sanat, çok gerilemişdi. Gayr-i Müslim Türk illerinde ise, müşahhasa sanat, dînî konularda olduğu gibi, tasvirler, ongunlar ve efsânevî şekillerde de yaşamakta idi. «iJâlçânî Türkler»inin İslâmâgirmesile müşahhas motifler, birden, İslâm sanatında çoğaldı ve bunlar İslâmî motifler ile karışarak, acâib neticeler ortaya çıkdı.’ Meselâ, İla ırmağı kıyılarında bulunmuş, eski Türk geleneğinde, elde kadeh tutan bir mezar heykelinin başındaki İslâmî sarîkdan Müslüman olduğu anlaşılır (lev. X C V /a). «Hâkânî» unvân ongularından arslan; «buğra» (erkek d eve); «tog^n» (doğan), «togrıl», «baygu» gibi yırtıcı kuş cinsleri de, tabîî veya efsânevî şekillerde, İslâmdan önce olduğu gibi, İslâmdan sonra da, tasvir edildi (lev. X C IX /b, c; XCVÜ I/a; X C V /b; X C V m / b; X C V n /b ). Orta Asyada yaygın efsânevî şekillerden11 insan başlı arslan (lev. X X X /c ) ve Buddhist masallarında kimıari denen ve ManiJjaî metinler ile Dede Korkut destânında «Periken» ve «Perrî» adını alan şekle muhtemelen tekabül eden kadın-başlı kuş da (lev. Cl/a, b, c ) , «Uâkânî Türk» sanatında, devâm etti. Müşahhas şekillerin İslâmî-Türk sanatının dînî kolunu bile istilâsının bir misâli, Sayram-Ispicâb’daki Cuma Mescidinde, H. 398/1007 târîhli bir tahta sütunda, görülür. Bu sütûnda (lev. C II/c),
Kûfî yazıların altında yer alan karışık şekil, Sibiryadaki Türk «berîgü taş» (mezar taşı) larında görülen tarzda, saçları havâya kalkmış bir koruyucu rûh tasvirine (lev. X L II/b) benzer. Aynı karışık tarz Zerefşan boyundaki-Sâmânî ve «Uâkânî Türk» devrinden ahşab mescidlerde dikkati çekmiştir. Zerefşân tahta işlerinde, yırtıcı kuş gibi kosmik manâlı figüratif motifler, hendesî ve nebatî şekillere dönüşmekte idi (lev. C ll/e, f ). Sayram-îspîcâb’da ve Zerefşan kıyılarında IX.-XI yüzyıllarda görülen yarı- figuratif, yarı-hendesî ve yarı-nebâtî süslemeler, Orta Asya Selçuklu sikkelerinde de, muhtelif veçhelerde gözükmektedir. Selçuklu sikkelerindeki yarı-figuratif, yarı-nebâtî remzler arasında, Sayram sütunundaki gibi, saçları sanki havaya kalkmış, boynuzlu bir baş (lev. C ll/g ) ile, ejder ve «togrıl» olabilecek bir kuş. tasviri bulunmaktadır. Ayrıca, Hind sikkelerindeki gibi, bir de boğa fasilesinden şekil, Selçuklu sikkelerinde yer almışdı. Bu tarz, Selçuklu sanatında, «Rûmî» denecek uslûbun başlangıcı idi.
Dördüncü bölümde kaydedildiği gibi, Türkler, bilhassa Uygur harflerde yazıyı yüksek bir sanat mertebesine çıkarmışlardı (lev. L X X X V II/ a). Belki bu geleneğe dayanarak, «fjâkânî Türk» devrinde Kûfî yazı sanatı da çabuk gelişti.. «Hâkânî» Türklerinin Kûfî yazısı, «celî» nisbette, kılıç gibi yüksek elîf ve lâm harfleri ile tebârüz ediyordu (lev. CVTI, CVUI). Prof. YaralovMan öğrendiğime göre, tuğlalar-ile Kûfî yazılar teşkîl etmek sanatının en eski numûneleri de, Daya Hatun riboi’ının XI. yüz yıldan kalan dıvarmda görülmektedir.
Yazı ile karışık, nebâtî, hendesî ve hatta bazen müşahhas şekillerden mürekkeb süslemeler, motifler birbirine tamâmen imtizâc etmemek ve ayrı durmakla beraber, muhtelit bir dekor teşkîl etti. Bu dekor, Türkistan geleneğinde mevcûd bütün tekniklerde, kaymak taşından, veya pişmiş toprakdan oymalı dıvar kaplamalarında (lev. CII, Cni, CV, C X I V /c ); tahta ve maden işlerinde (lev. XCVIII, XCIX, CI) kullanıldı. Misâlleri Bâkânî» sülâlesinden, Tığa Tigin’in 1091-95’de yapdırdığı Hakîm al-Tirmizî türbesinin,kubbesi ve diyarlarında51 (lev. C X V /c) olduğu gibi, madenî aynalar üstünde de görülüyordu (lev. CI/c, b). Evlerin diyarlarında da bu dekor, oymalarda ve resimlerde, yer alıyordu. Evlerin yeri ve sokaklar ise, ekseri pişmiş tuğla ile kaplı idi.
Çin sınırlarındaki Türklerin, bilhassa Uygurların, çok erken öğrendikleri bilinen sırlı tuğla ve kiremit tekniği, Islâmdân önce Kâşğar’da da biliniyordu ve İslâm mimârîsine «Hâkânî» Türkleri tarafından getirildiği anlaşılmaktadır. İlk devir «Hâkâııî» mimârîsinde, dıvarlarda muhtelif şekilde kesilmiş oymalı keramik kısımlar, yeşilimtrak-mavî renkli sırlı tuğlalar ile karışıyordu (lev. C IV ). Mîlâdî XII. yüzyıl «Hâkânî» âbidelerinde, meselâ İbrâhim IV b. Huseyn Kılıç Tamgaç Hanın (1165-1203)04 A frâsyâb’da yapdırdığı sarayda, başdanbaşa sırlanmış oymalı keramik cebheler pek göz alıcı idi (lev. C V /c ). Bu sarayda su boruları ve yer döşemesi de sırlı çiniden idi.
Toplum hayâtı bakımından, Yûsuf Hâşş Hâcib50, «Hâkânî» Türkleri arasında şu sınıflara işâret eder : beyler (hükümdârlar), saray mensûbları, «kara bodun» (halk), ‘Alî evlâdı, âlimler (dîn âlimleri ve kadılar bu sınıfa dâhildir), tabîbler, mu’azzim’ler (efsuncular), ruyâ tabîrcileri, müneccimler, şâirler, çiftçiler, tüccar, çobanlar (at yetişdirenler de bu sınıfa dâhildir), sanatkârlar, yoksullar. İslâmın yasakladığı ve putperestlik saydığı efsuncular ve müneccimlerin, «Hâkânî Türk» toplumunda, resmen, yer alması dikkati çeker.
Edebiyâta gelince, XI-XII. yüzyıldan sanılan türkçe Kurân tercemelerinin «Hâkânî Türk» muhitinde yapıldığı sanılır. Nitekim, Kâşğar târihini yazan Almâlıklı Abû’l Futûh Abd al-Gaffâr b. Husayn’in (öl. H. 486/ 1093) babası, aslen Hum ârî(?) nisbetli ve Gazneli olup Kâşğar’da yerleşen Al-Husayn b. ‘Alî b. Halaf b. Cibril, Kâşğar imamı iken, oğlu ile birlikde Kur’ân tefsiri yazmakta idiler. Bir gün Kâşğar Hanı ‘Abd al-öaffâr’ı çağırtmışdı. O dâ Kelâmullah’ı bırakarak Han’ın davetine icâbet etmek isteyince, babası ona bedduâ etmişdi. ‘Abd al-Gaffâr, a t , üstünde, Han’a giderken, attan düşüp, H. 486/1093 etrâfında-ölmüş olduğu rivâyet ediliyordu. Türkleri Allahın ordusu olarak tavsîf eden hadîsi Kâşğarlı Mahmûd’a rivâyet eden, Kâşğarlı İmâm Huseyn b. Halaf, Kur’ân tefsiri yapan zât olsa gerek. .
«Hâkânî» Türklerinin, Türklerde yaygın olan ‘Alî evlâdına bağlılık ile beraber, mezheb bakımından, Sünnî-Hanefî oldukları, Kutadgu-bilig’de, Hulefâ-i Râşidîn medhiyelerinden ve Karşılı Cemâlin verdiği Hanefî ulemâ isimlerinden anlaşılır. AIfâ’id sâhibi Karşılı Necm al-Dîn Abu Hafs ‘Ömer b. Muhammad b. AJhmed Al-Nasafî (Nasaf, Karşının eski adı idi) (öl. 1142) ve talebesinden, Hidâyât müellifi, Farğânali Burhân al-Dîn ‘Alî Kılıç Al-Marginânî00 (öl. 1197), «Hâkânî Türk» muhitinde, daha Batıdaki İslâm illerinde, aynı devirde, Şahristânî ve Zamabşarî’nin tutmuş oldukları mevkie mümâsil mertebede, Hanefî hocaları idiler. Kılıç adı, Burhân al-Dîn Marginânî’nin Türk olduğunu hatıra getirir.
Kaynak:
Emel Esin, İslamiyetten önceki Türk kültür Tarihi ve İslama giriş (Türk kültürü el kitibı, II, cild l/b’den ayrı basım, Edebiyat Fakültesi Matbaası İstanbul 1978, s. 166-171
Yorumlar