Yeryüzünde yaşayan çeşitli toplulukların birbirlerinden çok farklı yönleri bulunduğu aşikardır. Bu itibarla her milletin kendine mahsus bir dili, dini, töresi, örf-adet ve bütün bunlar, o cemiyetin kültürünü meydana getirir. Tarihi kaynaklarca sabit köklü bir kültüre sahip bulunan atalarımız, şöyle tanınmışlardır: Adaletçi, hürriyet aşığı koruyucu, namusuna düşkün cesur ve kahraman, misafirperver “söz namustur” düsturu ile hareket ederek verdiği sözü daima yerine getirici vb… Diğer taraftan güya medeniyetin beşiği kabul edilen eski Grek dünyasının halkı ise, şu şekilde isim yapmışlardır: Onlar kendisinden olmayan “barbar demişler, halkı çeşitli sınıflara ayırmışlar ve bunlar içerisinde köleleri “ehli hayvan”, “canlı alet”, “satılık mal” sıfatları ile tanımışlar, “eşit olmayana eşit muamele etmek eşitsizliktir”z formülünü ortaya koymuşlar, yakalanmadan yapılan hırsızlığa kahramanlık payesini vererek bununla iftihar etmişlerdir, vb. gibi.
Bu kısa mukayeseden hareket ederek tarihi kaynaklarda yer alan yalnız iki hadiseyi hatırlatmak suretiyle, Bizans’ın gerçek çehresini göz önüne sermek istiyorum. Günümüzde de “Bizans oyunları” adı altında haklı bir şöhrete ulaşan ve sık sık söyledikleri birbirini tutmaz veya bugün konuştuklarını yarın inkar eden Bizanslının karakteristik vasıflarını şu tarihi belgeler ortaya koymaktadır:
Birinci hadise M.S. 5. asır’a aittir: Avrupa Hunları, Attila zamanında (434-453), Batı Asya ve Orta Avrupa’ya hakim olmuşlardı. Bu devirde Bizanslıların yapılan andlaşmaların şartlarına riayet etmeyerek Hun’lardan kaçanları iade etmemesi, hatta bunlardan bazılarını yüksek makamlara getirmesi; müşterek Pazar yerlerinde Hunları aldatması; silahları ve ziynet eşyası ile gömülen Hun büyüklerinin mezarlarını soyması; yılık vergileri ödememesi vb. gibi olaylara sebebiyet vermesi, 1. ve 2. Balkan seferlerinin (441-442 ve 447 yılları) yapılmasına ve Bizans’ın daimi bir baskı altında tutulmasına sebep olmuştur. Her iki sefer neticesinde önemli mevkileri kaybeden ve ağır harp tazminatı ile yıllık vergi ödemek mecburiyetinde bırakılan Bizans imparatoru Theodosios II. Hunlarla başa çıkamayacağını anlayınca, çareyi Attila’yı bir suikast ile ortadan kaldırmakta buldu. Bunun için Attila’nın nezdine bir elçilik heyeti gönderdi. Bu heyete suikastı gerçekleştirmekle gizlice vazifelendirilmiş Bigila’da katılmıştı. Durumdan haberdar olan Attila, yaptığı aleni sorguda Bigila’ya maksat ve faaliyetlerini itiraf ettirdi. Bizanslıların hiçbirine dokunmadı, fakat Theodosios’a hitaben yazdığı şu mesajı hususi elçi ile imparatora yolladı:
“Theodosios, Attila gibi, asil bir babanın oğludur. Attila babası Muncuk’tan aldığı asaleti muhafaza etmiş, fakat Theodosios Attila’nın haraç-rüzgarı olmakla köle durumuna düşmüştür. Theodosios kölelik haysiyetini de koruyamamıştır, çünkü efendisi olan Attila’nın canına kıymak istemiştir”
Görüldüğü gibi, Attila yazdığı bu mektupla, Bizans imparatorluğunun iki yüzlülüğüne en güzel cevabı vermiş bulunmakta idi.
İkinci hadise M.S. 6. yüzyıla aittir: Orta Asya’da Bumın hakan 552 yılında, Gök-Türk hakanlığını kurmuştu. Hakan, devletin Batı kanadının idaresini, kuruluşta birlikte çalıştıkları küçük kardeşi İstemi’ye verdi. Bumın devleti kurduğu yıl içinde öldü. Yerine oğlu K’o-lo ve bunun da erken ölümü üzerine yerine Bumın’ın diğer oğlu Mu-kan geçti (553-572). Mu-kan hakanlığın doğu kanadının yani devletin asıl hakanı idi. Yabgu unvanını taşıyan, dolayısıyla doğu kanadının yüksek hakimiyetini tanıyan İstemi, batıda fetihlerine devam etmekte idi. Kısa zamanda, Altayların batısını, Isık göl ve Tanrı dağlarına kadar olan bölgeyi hakimiyetine alan İstemi, geniş çapta askeri ve siyasi faaliyetleri neticesinde temas kurduğu Sasani imparatorluğu ve Bizans gibi Ortaçağın en büyük iki devletini Gök-Türk politikası izinde yürütmek suretiyle, Türk hakanlığını bir dünya devleti payesine yükseltti. Orta Asya’nın ipek ticaretini elinde tutan Ak Hun veya Eftalit devleti ile doğuda Juan-juan devleti arasında muhafaza edilen siyasi denge, Gök-Türklerin tarih sahnesinde görünmesi yüzünden alt-üst oldu. Gök-Türkler büyük bir kuvvet halinde ortaya çıkıp Juan-juan’ları saf dışı bırakmışlardı. Gök-Türklerin siyasi ve iktisadi hakimiyetlerini yürütebilmeleri için Eftalitlerin de tabiiyete alınması gerekmekte idi. Böylece ipek ticareti Türklerin eline geçebilecekti. İstemi bu siyaseti esas alıp faaliyete geçmek istediği zaman, kendisine kuvvetli bir müttefik de bulmuştu. Bu, devrin diğer bir kudretli devleti olan Sasani imparatorluğu idi. Daha sonra müttefikler tarafından sıkıştırılan Ak Hun’lar (Eftalitler) yıkıldı ve toprakları, Ceyhun nehri sınır olmak üzere iki müttefik arasında paylaşıldı (557). Bu suretle İç Asya kervan yolu bir kere daha Türklerin eline geçmiş oluyordu. Ancak Sasani hükümdarı Anüşirvan, bu bölüşmede, “arslan payı”nı almış olmasına rağmen, pek memnun değildi ve kervan yolunun Maveraünnehir güzergahının da ele geçirmek istiyordu. Bu maksatla, kendi ülkesinden Akdeniz limanlarına ve Bizans’a yapılmakta olan ipek nakliyatını durdurdu. İsteminin gönderdiği elçiler hile ile öldürttü. Bunun üzerine İran ile uzlaşma ümidini kesen İstemi Bizans’a döndü ve İstanbul’a Sogdlu ipek taciri ve diplomat Maniakh başkanlığında bir heyet gönderdi (567 sonları). Tarihte bu, Orta Asya’dan Doğu Roma’ya giden ilk resmi heyet idi. Buna karşılık olarak Bizans, Zamarkhos başkanlığında bir elçilik heyetini İsteminin huzuruna gönderdi. (569 Ağustosu). Bu heyetin başarısından gayrete gelen Bizanslılar Gök-Türklerle bir dostluk kurmak hevesine düştüler ve birbiri ardına heyetler yolladılar. Sonunda Bizans ile Sasani’lerin arası açıldı ve Zemarkhos’un dönüşünden az sonra 571 de Bizans ile İran arasında savaş başladı. Bu harp doğrudan doğruya İstemi’nin siyasetinin bir neticesi olmuştur. Bizans’la İran arasında muharebe başladığı zaman, Gök-Türk hakanlığının, Bizans’ın bir müttefiki olmakla beraber, İran’a yüklenmediği görülür. İhtimal İstemi’nin talepleri, Sasani’ler tarafından kabul edilmiştir. İstemi, Bizans’ın teşviklerine rağmen İran’a hücum etmemişti.
Fakat bu sırada Gök-Türklerle Bizanslılar arasında da soğukluk başladı, hatta birbirine karşı düşman duruma girdiler. Ancak burada Gök-Türklerin savaşa girmemelerinin sebebini altında Bizans’ın hilekarlığı rol oynamış görülüyor. Gök-Türklerle dost olduğu halde, Gök-Türklerin can düşmanı Juan-juan’larla siyasi münasebetler kuran Bizans, daha sonra onlardan kaçan bazı kalabalık (Juan-juan) kütlelere yardım etti, arazi verdi. İşte bu davranışa Gök-Türkler çok sinirlenmişlerdi. Bu yıllarda Gök-Türklerle olan ittifakın yenilenmesini, kuvvetlenmesini arzu eden Bizans imparatoru Tiberius, Valentinos adlı bir muhafız subayını elçi olarak gönderdi. Valentinos 576 yılında kendisini karşılayan Gök-Türk prensi Türk-şad’a iki ülke arasında dostluğun devam etmesi isteğini tebliğ etti. Elçi bunları söylediği zaman Türk-şad hiddetlenerek, şu tarihi konuşmasını yapmıştır:
“O Romalılar siz değilmisiniz ki, ON DİLLE konuşursunuz ve herkesi aldatırsınız”.
Bu arada Türk-şad hiddetinden on parmağını ağzına sokmuş ve
“Görüyorsunuz, işte sizin bu kadar diliniz var. Bu dillerden bazıları ile bizi, bazıları ile de esirlerimiz olan Juan-juan’ları kandırırsınız. Güzel sözler söylersiniz, her milleti medh ü sena edersiniz, onlarla adeta oynarsınız. Ama başlarına bir bela geldi mi bir köşeye çekilir, kendi çıkarınıza bakarsınız. Siz elçiler huzuruna yalanlarla dolu olarak geldiniz, şu anda bile bana doğruyu söylemiyorsunuz. Ama sizleri gönderenler sizden daha çok yalancı ve daha çok sahtekarlardırlar. Hemen vakit geçirmeksizin kafanızı kesmek lazım gelirdi. Çünkü Türklerin en çok nefret ettikleri şeylerden biri yalancılık ve sahtekarlıktır. İmparatorunuz da layık olduğu şekilde cezasını görecektir. Çünkü o, dostluktan bahsederken, bizden yani efendilerinden kaçanlarla ittifaklar yapıyor. Bundan kasıt bellidir. Ben bize bağlı olan Juan-juan’ların geriye dönmelerini istiyorum. Onlar kafalarının üstünde kırbacımın şakırtılarını duymalıdırlar. O zaman isterlerse toprak altına girsinler. Eğer karşımıza çıkarlarsa, onları kılıçla öldürmeğe tenezzül etmeyeceğiz, fakat atlarımızın nalları altında karınca gibi ezeceğiz. Siz Romalılar niçin bizim elçilerimizi Kafkaslar üzerinden Bizans’a götürüyorsunuz ve Roma’ya gidilecek başka yol yoktur diyorsunuz. Yani biz yolar geçilmez, her taraf arızalı, dağlık, taşlık zannelim de Roma imparatorluğuna hücum etmeyelim mi? Böyle düşüneceğimizi mi sanıyorsunuz. Fakat ben Dnyeper nehrini nerede bulunduğunu, Tuna’nın nereye aktığını Meriç’in nereden geçtiğini çok iyi biliyorum. Bize tabi olan kavimlerin Roma topraklarına nereden girdiklerini de biliyorum ve sizin kaleleriniz de bizim için sır değildir. Çünkü güneşin doğduğu yerden, battığı yere kadar bütün dünya bizim önümüzde diz çökmüştür”
A. Magyarok elödeiröl es a bonfoglalasröl ”dan bu bahsi tercüme eden muhterem hocam İ. Kafesoğlu’na teşekkür ederim. Bahis, Valentinos’un hatıralarını nakleden tarihçi Menandros (6. asır sonları)’dan alınmıştır.
Yukarıda 6. asırda Gök-Türk prensi Türk-şad tarafından söylenen sözler, Bizans’ın sahtekarlığını belgeleyen en büyük delildir. Kaldı ki, ta Eflatun (M.Ö. 427-347)’dan beri mayaları yalancılık üzerine yoğrulmuş olan Bizans’ın bu asli karakteri hiçbir değişikliğe uğramadan hala da devam etmektedir. İki topluluk arasında cereyan eden hadiseler bugün ve yarın da aramızdaki münasebetlerde hatırdan çıkarılmamalıdır.
Kaynakça:
1- Bizans tarihçisi Priskos (m. 5. yüzyıl)’dan naklen bk. İ. Kafesoğlu, Türk Milli Kültürü, İstanbul. 1983, s. 75 vd. Daha bk. P. Vaczy, Hunlar Avrupada, bk. Attila ve Hunlar, İstanbul, 1962, s. 104
2- Macraca bir kaynak kitabı olan “A. Magyarok elödeiröl es a bonfoglalasröl, Budapest, 1958, s. 47-50
Kaynak:
Doç. Dr. Abdülkadir Donuk, Türk Kültürü Araştırma Enstitüsü, Eylül 1984, “On Dilli” Bizans, Cilt: XXII, Sayı: 257, s. 537
Yorumlar