Yazar: Zeynep Korkmaz
I. Dil Dâvâsının Tanzimat’tan Günümüze Uzanan Fikir Temelleri
Bugün ülkemizde başlangıcı Tanzimat devrine kadar uzanan bir dil dâvâsı vardır. Bir dili, o dili konuşan fertlerden, o fertlerin oluşturduğu sosyal yapıdan ve o sosyal yapının bağlı bulunduğu kültür ortamından ayırmak mümkün olmadığından, dil dâvâsı da bu tarihi ve sosyal şartların gerekli kıldığı bir biçimlenme ile bugüne kadar birbirinden azçok farklı bir şekil ve tempo içinde yol alagelmiştir. Konunun bugünkü durumu üzerinde daha sağlam bir değerlendirme yapabilmek için, dâvânın bugüne uzanan gelişme dönemlerinin hangi fikir temellerine dayandırılmış olduğuna kısaca işaret etmekte yarar vardır.
Bilindiği gibi, Türkiye’de dil dâvâsının ortaya çıkışı, Osmanlıca dediğimiz üçlü ve melez imparatorluk dilinin geniş kitleye mal edilemeyen zümre dili durumundaki sun’i yapısına bir reaksiyon niteliğindedir. Çünkü, Türkçe, XI. yüzyıldan beri bir yandan kendi bünyesinin gerekli kıldığı değişme ve gelişmeleri devam ettirirken, bir yandan da İslamlık öncesi medeniyet alanından İslam medeniyeti alanına geçişin gerekli kıldığı kültür değişimleri dolayısıyla, dış etkiler altında kalmış bulunuyordu. Osmanlı Devleti’nin imparatorluk haline geçişi ile birlikte bu etki kendisini çok daha yoğun olarak duyurmuş, dolayısıyla, dile Arapça ve Farsça’dan pek çok kelime, ek ve tamamlamaların girmesine yol açmıştır. Sonuç, her biri ayrı bir dil ailesinden gelen Arapça, Farsça ve Türkçe kelime ve kaidelerin harmanlanmasından oluşmuş üçlü ve melez bir dilin, yani Osmanlıca’nın hakimiyetidir. Gerçi Osmanlıca, kendi devrinin şartları içinde çok işlenmiş ve bir medeniyet dili haline getirilebilmişti. Fakat bu dilin Türkçe yanı gittikçe eriyip zayıfladığı için, zamanla geniş halk kitlesine hitap eden anlaşılır bir dil olma vasfını kaybetmişti. Bu durum, Osmanlıca’nın yalnız ilim ve edebiyat dili olarak kalmayıp, ambar defterlerinin diline kadar sokulmuş olması ile de sabittir.
Osmanlı toplumu 1839 Tanzimat hareketi ile başlayan Batı’ya yöneliş döneminde yeni birtakım ihtiyaçlarla karşı karşıya kalınca, Osmanlıca’da ıslahat ihtiyacı doğmuş, bunun dildeki aksi de “sadeleşme” hareketi olarak kendini göstermiştir. Şinasi ile başlayan ve çeşitli dalgalanmalardan geçerek 1910’lara kadar uzanan hareket, genellikle yazı dilini Osmanlıca temelinde sadeleştirme ve Osmanlıca’yı daha anlaşılır bir dil haline getirme hedefine yönelmiş bulunuyordu. Fakat yapısında ve örgüsünde Türkçe’yi hakim kılan bir yenileşme olmadığından, bütün gayretler, dili yine Osmanlıca temelinde bir yeni Osmanlıca merhalesine getirebilmiştir. Bu bakımdan Tanzimat devri bu dâvâya kesin bir çözüm getirememiş; bir arayış ve deneme devri olmaktan öteye geçememiştir. Gerçi, bu devirde, sadeleşme hareketi yanında Osmanlıca’nın ağırlığına bir reaksiyon olmak üzere Osmanlıca’daki bütün Arapça ve Farsça kelimelerin dilden atılması düşüncesinden kaynaklanan bir “tasfiyecilik” anlayışının da yer aldığı görülmektedir. Fakat sadeleşme hareketi bir denge unsuru olarak daima ağır basmıştır. Ağdalı Osmanlıca’yı temsil eden “fesahatçılık” ile “tasfiyecilik” şeklindeki bu iki yönlü aşırılığın asıl alevlenmiş olduğu devir Servet-i Fünun devridir.
Dil dâvâsı, sadeleşme ve Türkçeleşme yolunda çok daha olumlu sonuçlara ulaşan şuurlu bir hareket haline gelişini 1908’den sonraki yıllara borçludur. 1911-1923 yılları arasını kaplayan Millî Edebiyat dönemi, “millî bir edebiyat için millî bir dil gereklidir” görüşü ile, halk arasında yaşayan canlı dili ve İstanbul Türkçe’sini örnek alarak, sadeleşme bakımından hayli yol almıştır. Bu dönemde, Mehmet Emin, Ömer Seyfettin, Ali Canip v.b.’nin öncülük ettikleri “Türkçecilik” ve “Yeni Lisan” akımı (1- Bu konuda geniş bilgi için bkz. Zeynep Korkmaz, Ömer Seyfettin ve Yeni Lisan, Millî Kültür, C. II, S. I (Haziran 1980), s. 6-11), büyük bir hizmet görmüş; Ziya Gökalp’le bir fikriyata bağlanabilmiştir. (2- Bkz. Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları (yayına hazırlayan M. Kaplan), Kültür Bakanlığı Ziya Gökalp Yayınları: 7, İstanbul 1976, s. 113 ve öt.). Dil dâvâsının ikinci ana dönemi diyebileceğimiz b dönemin en belirgin özelliği, Tanzimat’tan II. Meşrutiyet’e kadar uzanan devredeki “fesahatçılık” ve “tasfiyecilik” gibi birbirine zıt fikir çarpışmalarının ifrat ve tefritlerinden arındırılarak sağlam bir senteze kavuşturulabilmesidir. Dilimizin Osmanlıcalık vasfından sıyrılarak yapı ve örgü bakımından Türkiye Türkçe’si dediğimiz modern Türkçe’ye geçişinin sağlanabilmiş olmasıdır. Sosyal beklentilere cevap verebilen ve millî bir dil yaratma hedefini benimsemiş olan bu hareket sayesinde, Türk dili, Cumhuriyet devrine uzanan bir mesafe katetmiş olarak girmiştir. Bu gelişme 1930’lu yıllara kadar Cumhuriyet devrinde de devam etmiştir.
Yalnız, Cumhuriyet devrine girildiği zaman, daha dilde Türkçe’nin yapı ve işleyişine ters düşen yığınlarca yabancı kaynaklı ek ve kelimelerin, bu ek ve kelimelerle kurulmuş isim sıfat tamlamaları ile birleşerek sıfat ve zarfların bulunuşu; sözlük, imla gramer ve terim mes’elelerinin askıda kalmış olması, Tanzimat’tan beri dilimize girmiş bulunan Batı kaynaklı kelimelerin verdiği tedirginlik, dil konusuna ciddi ve sistemli bir şekilde yeniden eğilmeyi gerektiriyordu. Bu bakımdan dil dâvâsında üçüncü merhaleyi oluşturan Cumhuriyet devri, Türk dilinin gelişmesi için feyizli bir devir olmuştur.
Atatürk, 1932’de başlattığı ve çalışmalarına bizzat katıldığı dil inkılâbı ile, Türk diline, devlet felsefesinin ve millî kültür politikasının gerekli kıldığı bir anlayışla yönelmiştir. Onun, dil inkılâbı ile ulaşmak istediği hedef: 1 Aydınların dili ile halkın dili, konuşma dili ile yazı dili arasındaki daha önce Osmanlıca dolayısıyla ortaya çıkmış olan açıklığı iyice kapatarak, dile millet varlığı içinde birleştirici ve bütünleştirici bir nitelik kazandırmaktı. 2. Türk diline millî bir gelişme yolu çizebilmekti. 3. Türkiye Cumhuriyetinde eğitim diline kavuşturabilmekti. 4. Dile işleklik kazandırarak, Türkçe’yi, millî kültürümüzün eksiksiz bir ifade vasıtası yapabilmek; uzun vadede, çağdaş medeniyet seviyesinin gerekli kıldığı bütün kelime ve kavramları karşılayabilecek işlek ve zengin bir kültür dili durumuna getirebilmekti. 5. Dil inkılâbı ile çizilmiş olan bu hedeflere doğru yol alınabilmesi için, öncelikle dilin millet ve kültür varlığı bir tarih şuuru içindeki yerine oturtulabilmesi, dolayısıyla, Türk milletine olduğu gibi Türk diline de bir şahsiyet kazandırılması, Türkçe’nin bir bilim kolu olarak araştırılıp, kaynaklarına kadar uzanarak incelenmesi gerekiyordu. Bunun için 26 Eylül – 6 Ekim 1932 tarihleri arasında toplanmış olan I. Türk Dil Kurultayı’ndan sonra, Türk dili üzerinde çalışmaları yönlendirecek mükemmel bir ana program da hazırlanmıştı. (3- Programın maddeleri için bkz. I. Türk Dil Kurultayı Müzakere Zabıtları, s. 455-456; Zeynep Korkmaz, Türk Dilinin Tarihi Akışı İçinde Atatürk ve Dil Devrimi, Ankara Üniv. DTCF. Yay. 1963, s. 55-56). İnkılâplar bütünü içinde Türk diline de sağlam bir yön verilebilmesi için dil çalışmaları hızlandırıldı. Yalnız, memlekete bu işleri yürütebilecek hazırlıklı bir dilci ve ilim kadrosu olmadığı için, o günün şartları gözönünde bulundurularak, yazılı eserlerden ve halk ağızlarından gönüllüler eliyle derlemeler yaptırıldı. Daha sonra yeni türetmelere geçildi ve 1938 yılına kadar süren çalışmalarla dile birtakım kelimeler daha kazandırıldı.
Dil inkılâbı ile ilgili çalışma ve uygulamalar yürütülürken bir yandan da dile hangi ölçülerle el atılabileceği konusu tartışılageliyordu ve çeşitli teklifler ortaya atıyordu. Esasen, dili sadeleştirme veya Türkçeleştirme konularında, yukarıda da işaret edildiği gibi, daha Tanzimat’tan beri süregelen farklı görüşler yer alıyordu. Bunlar arasında, dilden yalnız yabancı ek ve kaidelerin atılması görüşünü benimseyenler, dilin kendi tabii gelişme seyrine bırakılmasını isteyenler bulunduğu gibi, Türkçe’nin hiçbir yabancı kelimeye ihtiyacı olmadığı görüşünde direnenler de vardı. Son görüşü benimseyenler Tasfiyeciler’di. 2. Meşrutiyet’ten Cumhuriyet devrine kadar uzanan dönemdeki Yeni Lisan hareketi ve millî dil akımı, Tanzimat’tan beri iki aşırı uç halinde devam edegelen Osmanlıcacılık ile Tasfiyecilik arasında bir denge vazifesi görmüşken, 1932’den sonraki inkılâp heyecanı içinde tasfiyecilik görüşü ağır bastı ve ön plana geçti. Atatürk, denemeden çekinmeyen bir inkılâpçı olarak bu görüşü uygulamaya aldı. Ancak, birkaç yıl içinde, bu yolun doğurduğu aşırılığın dilbilimi esaslarına ve dilin sosyal varlık olması gerçeğine ters düşerek dili bir tıkanıklığa ve çıkmaza doğru sürüklediğini görünce, “tasfiyecilik” yolundaki denemeden vazgeçti. Bu konudaki görüşünü: “Türkçe’nin hiçbir yabancı kelimeye ihtiyacı olmadığını söyleyenlerin iddiasını tercübe ettik. Dili bir çıkmaza sokmuşsuzdur, maksatlarımızı anlatamaz olmuşuzdur.” (4- Falih Rıfkı Atay, Çankaya (Atatürk Devri Hatıraları), C. II, İstanbul 1961, s. 451-452; Dünya Gazetesi, 17 Temmuz 1966.) sözleri ile dile getirmiştir. Atatürk, yabancı kökenli oldukları halde, artık Türkçeleşmiş ve dilin yapısına sinmiş olan kelimelerden fedakarlık edilemeyeceği görüşünde idi. Dil konusundaki bir sohbet sırasında: “Yeni Türkçe kelimeler teklif edebiliriz. Bu yönde ısrarla çalışmalıyız. Fakat bunları Türk dilinin olgunlaşma seyrine bırakmalıyız. Birkaç gün önce Ahmet Cevat Bey (Emre)’e söyledim ketebe, yektübü Arab’ındır; katip, mektup Türkündür” (5- Abdülfakir İnan, Atatürk Devrine Ait Bir Hatıra, Türk Kültürü, S. 85 (Ankara 1969), s. 21.) demesi de bundandır. Bu hususla ilgili olarak Atatürk devrindeki dil çalışmalarına bizzat katılmış bulunan Falih Rıfkı Atay (6- Çankaya, C. II, s. 478-479), Yakup Kadri Karaosmanoğlu (7- Osman F. Sertkaya, Atatürk’ün Dil Politikası, Türk Kültürü, Kasım 1967, s. 34) ve Abdülkadir İnan ile, İsmail Habib Sevük’ün (8- İsmail Habib Sevük, Dil Dâvâsı, İstanbul 1949, s. 29). hatıralarında ve o zamanki Türk Dil Kurumu Genel Yazmanı İbrahim Necmi Dilmen’in 1936 yılında III. Türk Dil Kurultayı’na sunulan raporunda (9- Üçüncü Türk Dil Kurultayı 1936, İstanbul 1937, s. 12) daha başka örnek ve açıklamalar da yer almaktadır.
Artık anlaşılmıştı ki, dili özleştirme hareketi kısa vadeli, temelsiz tedbirlerle gerçekleştirilemezdi. Bu bir kültür ve ilim işi idi. Önce ilmi hazırlığının tamamlanması ve hangi Osmanlıca kelimelerin dilde eritilerek Türkçe’nin yapı ve kalıplarına uydurularak Türkçe damgasını almış, hangilerinin daha eğreti ve zevk kalıplarına uydurularak Türkçe damgasını almış, hangilerinin daha eğreti ve “Türkçe’ye yabancı kalmış” olduklarının tesbiti gerekirdi. Bundan dolayı, Atatürk, 1936 yılından sonra tasfiyecilik yolundaki uygulamalara iltifat etmemiş ve bu yolu tıkamıştır.
Yukarıda yapılan kısa açıklamalardan da anlaşılmaktadır ki, Atatürk devri, dil işlerini resmi bir kuruluşa bırakılmamış olmasına rağmen hareketin bizzat kendisi tarafından idare edilmiş olması dolayısıyla, dilde devlet himaye ve kontrolunun hakim olduğu bir devirdir. Bu himaye ve kontrol sayesinde aşırılıklar önlenebilmiş; Türkiye Cumhuriyeti’nin devlet ve kültür politikasına paralel bir millî dil politikası takip edilebilmiştir. Dayandığı fikir temeli ve felsefesi sağlamdır. Uygulamadaki bir kısım yanlışlıklar, işin fikir temeli ile değil, yöntemi ve uygulayıcıların hazırlık durumlarındaki yetersizlikle ilgilidir.
Dil yenileştirme ve Türkçeleştirme konusundaki çalışmalar Atatürk’ten sonraki yıllarda da devam ettirilmiştir. 1938’den günümüze kadar uzanan uygulamalarla, dilden Osmanlıca özelliği taşıyan daha epey kelime ve şekil atılmış ve yerlerine Türkçe karşılıklar getirilmiştir. Bunlardan bir kısmı yazı diline esasen halk dilinden veya eski kaynaklardan aktarılmış yahut da Türkçe’nin yapısına uygun ölçülerle türetilmiş oldukları için dilde kolayca tutunabilmiş ve benimsenmiştir: alan, aylak, doruk, kavşak, konuk, köken, sonuç, tanık, tartışmak, yargı; birikim, çekimser, çelişki, gezi, kazı, sakınca, yeterlik, akaryakıt, biçerdöğer, sağduyu, sıkıyönetim v.b. Bunlar elbette dile canlılık ve işleklik kazandıran, dili geliştirici yönde etkileyen kelimelerdir. Bu bakımdan Türkçeleştirme çalışmalarında olumlu bir merhalenin ifadesidir. Ancak, yeni kelimeler arasında, kuruluşlarındaki çeşitli sakatlıklar dolayısıyla benimsenmeyen ve tepkiye yol açan örnekler de çoktur: ansımak, anımsamak (hatırlamak), anlatkı (hikaye etme, anlatma), anlak (zeka) anlaksal (zeki), bağıntı (alaka), belgin (açık sarih), betimlemek (tasvir etmek), düşün (düşünce, fikir), düşünsel (fikri), eğitsel (eğitici), gizem (sır), gizil (potansiyel), (ıra (karakter), ikincil (şüpheli), özdek (madde nesne), dilev (dâvâ), olasız (imkansız), olasızlık (imkansızlık), özgün (orijinal), sevi (aşk), söylence (efsane), tasarım (tasavvur), us (akıl) uslamlamak (muhakeme etmek), yadsımak (inkar etmek), yapıt (eser) v.b. Hepimiz bu gelişmeleri yakından bildiğimiz için burada daha fazla örnekler vermeyi gereksiz buluyoruz. Ancak, konuyu 1940’dan 1982’ye doğru yol alan akışı içinde genel bir değerlendirmeden geçirmek gerekirse, Türkçeleştirme çalışmalarında olumsuz yanın gittikçe ağırlık kazanan bir gelişme gösterdiğini ve uydurma eklerle yapılan kelime ve şekillerin dilimizi bozmakta ve perişan etmekte olduğunu da belirtmek zorundayız. Bu duruma gelişte, çeşitli sebepler yanında, dilin Atatürk’ten sonra devlet himaye ve kontrolundan uzak kalışının da payı vardır. 1945’ten sonraki yıllarda, dil inkılâbını zayıf bir eğilim halinde dilde ırkçılığa doğru kaydırmaya başlayan hareket, 1960-1980 yılları arasında büsbütün hızlandırılarak ve yönü değiştirilerek tam bir tasfiyecilik hareketine dönüştürülmüştür. Bugün aşırı Özleştirmecilik veya dilde “devrimcilik” (inkılâpçılık değil) yolunu benimsemiş olan akım, Türkçe’yi, kelime hazinesine girmiş olan bütün yabancı kaynaklı kelimelerden arındırmak gibi dil sosyolojisi ile, dilin tarihi ve kültürel gerçekleri ile bağdaştırılamayan bir görüşün temsilciliğini yapmaktadır. 1960’dan sonraki yılların ideolojik faaliyeti nasıl Atatürk inkılâplarını yabancı ideolojilere bağlı bir devrimcilik anlayışı içinde eritip yozlaştırmak istemişse, aşırı dil akımını temsil eden kesimlerde de aynı şey yapılmak istenmiştir. Böylece, dilde inkılâpçılık anlayışı ile devrimcilik anlayışı içiçe sokulmuştur. Nitelikleri bakımından birbirleri ile zıtlaşan bu iki anlayış bugün o kadar içiçe girişmiş bulunmaktadır ki, dilciliğin dışından kalan aydınlarımıza durum (Osm. Vaziyet, (sürüm (sarfiyat), geçim (maişet), tartışma (münakaşa), öncülük (rehberlik), gelenekçi (an’anevi), yakıt (mahrukat) kelimelerinin inkılâpçılık anlayışının getirdiği geliştirici ve zenginleştirici yeniliklerdir. Fakat anlatkı, tilcilik, tinsel, yapıt, saptamak, tasarım, düşün, çıkarsamak, yabanıl, eğitsel gibi Tasfiyecilik de aşırı bir uç olduğu ve öncü Millî Edebiyat döneminde daha sonra da dil inkılâbının ilk devresinde yenilgiye uğrayarak saf dışı edildiği halde, bu akım, son 20-25 yılın siyasi ve sosyal ortamından, dilimiz yozlaşmaya ve bir çıkmaza doğru sürüklenmeye başlamıştır. Bu durum, dil şuuruna sahip aydınlarla meslekten yetişme pek çok dilci arasında şiddetli tepkilere yol açmış; dolayısıyla, dengeleyici yeni bir akımı doğurmuştur. İşte günümüzün tekrar alevlenen ve dördüncü bir merhale oluşturan dil dâvâsı, dilde ırkçılığa ve kültür devrimi felsefesine dayanan aşırı özleştirmecilik hareketi ile, Türkçeleştirme çalışmalarını ilmin öncülüğüne, Atatürk inkılâplarının temel felsefesine ve yaşayan Türkçe ilkesine dayandıran görüş arasındaki ayrılıktan kaynaklanan bir dil dâvâsıdır. Şimdi biz bu iki farklı durum arasındaki uyuşmazlık noktalarından hareket ederek, Türkçe’yi içinde bulunduğu bunalım ve karışıklıktan kurtarıp, dil inkılâbının öngördüğü sağlıklı bir gelişme çizgisine oturtabilecek ana ilkelerin neler olduğunu belirtmeğe çalışalım:
II. Dil Dâvâsında Uyulması Gereken Ana İlkeler
Türkçeleştirme çalışmalarında uyulması gereken ana ilkelerin geçerli olabilmesi, her şeyden önce bu ilkelerin dayandığı fikir temelinin ve uzandığı hedefin, milletin tarihi ve kültürel ihtiyaçlarının gerekli kıldığı sosyal beklentilere cevap verebilecek bir nitelikte olabilmesine bağlıdır. Sosyal yapının özellikleri ve dilin millet varlığı içindeki fonksiyonları ile bağdaşamayan bir uygulama, yapıcılık ve geliştiricilik vasfı taşıyamaz. Bu bakımdan, biz, aşağıdaki değerlendirmelerimizde bu hususu da gözden uzak tutmamağa çalıştık:
1. Dilimiz, Millî Edebiyat döneminden beri yürütülegelen sadeleşme hareketleri ve dil inkılâbına bağlı çalışmalarla, 70-80 yıl içinde, genel dil açısından artık çok büyük bir yol almıştır. Bugün onun Arapça, Farsça gibi Doğu dilleri ile hemen hemen bir problemi kalmamıştır denebilir. Yalnız, Türkçe’nin yapı ve kaidelerin ters düşen ve karşılıkları bulunmamış olan bazı kelime ve şekiller üzerinde durulabilir. Dilcilik açısından asıl üzerinde durulması gereken husus, Batı kaynaklı yabancı kelimeler konusudur. Dilimiz bugün günlük konuşmalara kadar girip yerleşmiş olan ve Türkçe’nin ölçüleri ile bağdaşamayan yüzlerce Batı kaynaklı kelime akını ile karşı karşıyadır: ambalaj, ambargo, aksiyon, bluz, bukle, dekor, desinatör, enflasyon, evaze, kolye, losyon, liste, metal, mikrofon, puan, prova, pasaj, plan, plaj, rapor, reklam, tansiyon, turist, voleybol v.b. özleştirmecilik yolu ile yapılan çalışmalar dile işleklik kazandırmadığı için bunları önlemek mümkün olamamaktadır.
Ayrıca dilimiz, Doğu ve Batı kaynaklı ilim terimlerine karşılıklar arama ve çağdaş ihtiyaçların ortaya koyduğu yeni birtakım kavramları karşılayacak türetmeler yapma durumundadır. Bu alanda derin bir boşluk ve yetersizlik vardır. Astigmatisme/yayık görü, bronchite proliferante/üsmeli tınlıkça, pleurit/yanzarca gibi karşılıklar dili besleyici değil sakatlayıcıdır. Bugün için millî dili ve terimler konusu sağlam çözüm bekleyen bir yetersizlik içinde bocalarken, öztürkçecilerin, artık hedefine ulaşmış sayılan ve vatandaşlar arasında normal anlaşmayı sağlayan genel dili tasfiye etme yolunu tutmuş olmaları, önemli hücum noktalarından birini teşkil etmektedir. (10- Bkz. Erol Güngör, Düşünce ve Kültür Buhranımız ve Türk Dili, SİSAV Türk Dili Semineri, İstanbul 26-27 Aralık 1980, s. 64).
2. Her dil gibi Türkçe de çeşitli tarihi, sosyal ve kültürel şartlara bağlı olarak varlığı boyunca hem kendisi başka dillere kelimeler vermiş hem de yakın geçmişte Arapça, Farsça, Fransızca, Rumca, İtalyanca v.b. dillerden kelimeler almıştır. Bunlar içinde bağlı bulunduğumuz ortak medeniyet alanı dolayısıyla, Arapça ve Farsça kelimeler ağırlıklı bir yer tutmaktadır. Ancak, şurası da bir gerçektir ki, dil bu kelimelerden bir kısmını artık kendi kaide ve kalıplarının süzgecinden geçirerek Türkçeleştirmiş olduğu için (nerd-bân: merdiven, zukak: sokak gibi), bunlar halkın diline kadar girip benimsenmiş; şekil ve anlam bakımından öteki Türkçe kelimelerden ayır edilemez duruma gelmiştir: Akıl, ambar, aşk, bahçe, bülbül, cahil, cevap, çamaşır, çarşaf, din, edep, efendi, emir, eser, devlet, millet, haber, hasta, hayat, hatır, hatırlamak, kültür, ömür sınır v.b. bunlardan yalnız birkaçıdır. Fakat akıl/us, aşk/sevi, cahil/bilisiz, eser/yapıt, iskele/yanaşlık, tatil/dinlence, şüpheli/ikincil, şarkı söylemek, maddi/tensel, ruhi/tinsel örneklerinde görüldüğü gibi özleştirmecilerin bu türlü kelimelere de karşılık aramaları dil ve dilciliğin bağlı bulunduğu şartlara sırt çevirmektir. Dili besleyen kaynakları kurutarak, onu kendi kendine yabancılaştırmak, Bu bakımdan, dili Türkçeleştirme anlayışı ile dilde tasfiyecilik anlayışını birbirine karıştırmamak, dilin Türkçeleştirme fonksiyonunu işleterek kendisine mal etmiş olduğu herkesçe anlaşılan kelimelere dokunmamak gerekir.
3. Her dil gibi Türkçe’nin de yapı ve işleyişini belirli bir sisteme bağlayan kaideler topluluğu ve grameri vardır. Türkçe gramer yapısı bakımından geometrik düzene sahip bir dil olduğu için hangi türlü eklerin hangi türlü kelimelere ne gibi görevlerle gelerek ne türlü kelimeler türetebileceği bellidir. Bu bakımdan yeni kelime türetmelerinde belirli ölçülere karşı gelmek mümkün değildir. Oysa, özleştirmecilik adı altında yürütülen çalışmalara bağlı türetmelerin pek çoğunda sistemlilik yerine başıbozukluk hakimdir. Söz gelişi –gın/gin eki Türkçe’de dal-gın, yan-gın, bit-kin piş-kin, yor-gun örneklerinde görüldüğü üzere yalnız fiillerden isim ve sıfatlar türeten bir ek olduğu için, bu ekin öz gibi bir isme getirilerek bundan özgün (orijinal) şeklinde bir türetme yapılması doğru değildir. Bu eki baş, yaş, iz gibi daha başka isimlere getirerek baş-kın, iz-gin şekillerinde benzer türetmelerle dile işleklik kazandırma imkanı yoktur. Yine dilimizde “düşünmek” anlamında bir “düşmek” ve “uğramak” fiilli bulunmadığı için, bunlardan “düşünce” ve “meşguliyet”i karşılamak üzere bulunmuş olan d üşün ve uğraş kelimeleri de yanlış olmuştur. Üstelik bu kelimeler dil hafızasında düşünmek ve uğraşmak fillerinin emir şekilleri (düşün! Uğraş!) ile karışmakta ve iltibasa yol açmaktadır. “Bakım” anlamında bakı diye bir kelime anımadığımız için, bundan “klinik” kelimesinin yerini tutmak üzere getirilmiş olan bakı-ak şekli de yanlış olmuştur. Bağıt, karşıt olasız (imkansız) gibi kelimelerin durumu da aynıdır. Bunlara, yabancı dillerdeki kelimelere benzetilerek yapılmış imaj/imge, sembol/simge, tespit/saptama, gibi kelimelerle, yerel, dural (sakin), dönel, süel, adıl, tinsel, edimsel kelimelerindeki Latin kaynaklı yabancı ekler ve daha pek çok örnekler eklenebilir. Bu türlü kelimeler dilin gramer yapısına ve sistemine ters düştükleri için türetme kelime vasfını kaybederek ister istemez uydurma kelime vasfını kazanmamaktadırlar.
4. Burada işaret edilmesi gereken bir başka nokta da, dilin kelimelerden ibaret bir kuruluş olmadığıdır. Dilde önemli olan tek tek kelimeler değil dilin örgüsü ve sentaks yapısıdır. Dildeki kelime ve kelime gruplarının sağlam bir duygu ve düşünce haline dönüştürülebilmesi gramerin yardımı ile gerçekleştirilebilir. Bir yabancı dil öğrenirken bu durum kendisini açıkça ortaya koyar. Konuya bu açıdan baklınca, görülür ki, gramer aynı zamanda kelimelerle ekleri ve kelime gruplarını bir sistem içinde birbirine bağlayarak anlaşmayı sağlayan bir kaideler toplamıdır. O halde, dili düşünce haline dönüştüren sağlam vasıta yine toplamıdır. O halde, dili düşünce haline dönüştüren sağlam vasıta yine gramerdir. Gramer bir milletin düşünce sistemini yüzlerce yıllık değerlendirme birikimlerinden oluşmuş ortak ifade kalıplarıdır. Bu bakımdan dilin kendi kaidelerine ve işleyiş şartlarına ters düşen ifade şekilleri yaygınlaştıkça, dil ile onu konuşan fertler arasındaki sosyal akrabalık bağı gevşemekte, dolayısıyla dil ile düşünce arasındaki bağ da koymaya başlamaktadır. Bugün böyle bir dilin örneklerini çeşitli dergi sayfaları arasında da bilim eserleri arasında da bulabilmekteyiz. Nitekim: “gerçek iletişim de her tümcenin özgül bir edimsel işlevi vardır. Bunlar değişik söz edimleridir. Herbirinin ayrı uyumluluk koşulları yasanları ve edileri vardır. Bu yasanlar belirtik ya da örtük olarak iletilebilir. (11- Sabahat Sansa Turan, Olumsuzluğun Dizimsel, Anlamsal ve Edimsel Özellikleri (basılmamış doçentlik tezi), Ankara 1981, s. 1, 2.) şeklindeki cümleleri kavrayabilmek içi dilci olmak yeterli değildir. Bu cümlelerde geçen ve herkesçe bilinmeyen kelimeleri teker teker öğrenmek gerekmektedir.
Dilin bu türlü uygulamalarla bağlı bulunduğu kaidelerden ve sistem yapısından koparılmış olması, yeni kelime türetme şartları bakımından, onu donmuş birtakım kelime kalıpları içine sıkıştırmakta, kendi kendini geliştirip işleklik kazanmasına engel olmaktadır. Böyle bir dil yaşayan canlı bir dil değil, elbette Osmanlıca gibi genel dilden kopmaya başlamış bir sun’î dildir. İşte, Türkçe’ye işleklik kazandıracak yöntemlere itibar edilmemiş olduğu içindir ki, bugün dilimizin yapı ve işleyişine ters düşen Batı kaynaklı yüzlerce kelimenin dilde taht kurması önlenememiş; dolayısıyla dil yine de yabancı boyunduruğuna açık tutulmuştur. Bilindiği gibi, dil, benzeri türetmelere örneklik edemeyen donmuş uydurma kelimelerle değil, kendi özelliklerine uygun işlek eklerle canlılık kazanır ve gürleşebilir. Bu bakımdan özleştirmecilerin: “devrimci görüş dil kurallarını tutsağı olamaz” şeklindeki başıbozukluk anlayışı dil inkılâbının dili zenginleştirme ilkesi ile taban tabana çıtlaşır. Bundan dolayı da aşırı özleştirmecilik hareketi, yeni kelime yaratmak veya dili millî dile çekmek gibi bir akım sayılamaz. Dilin bu yöndeki çıkmazdan kurtarılabilmesi, bugünkü ihtiyaçların gerekli kıldığı kelime ve terimler zerinde durulurken, Türkçe’nin yapı ve işleyişindeki ana özelliklere titizlikle uyulması ile mümkündür.
5. Ne pahasına olursa olsun dilde yerleşmiş ve çoğu da Türkçeleşmiş bulunan Arapça, Farsça kelimeleri kullanmama gayreti, ortaya atılan bir kısım yeni kelimelere birden fazla kavram yüklemiştir. Aşama kelimesinin “kademe, basamak, hamle, safha, derece, rütbe”, düzey kelimesinin “seviye, devre, dereke, plan” (12- Bkz. Ahmet Bican Ercilasun, Tasfiyeciliğin Dilimiz Üzerindeki Tahribatı, Sivas Türk Dili Semineri, (İstanbul 1980), s. 56-57), kişi kelimesinin “adam, insan, şahıs, fert, kişi, kimse”, neden kelimesinin “sebep, vasıta, dolayı, münasebet” anlamları ile kullanılması bundandır. Bu gayretkeşlik yürek kelimesini kalbin, kuşku kelimesini şüphe’nin yerine geçirmiş; kalpsiz insan (merhametsiz) yüreksiz insan (korkak, cesaretsiz); şüpheli adam (kendinden şüphe edilen adam) ile kuşkulu adam (vehimli korkak ve şüpheci) arasındaki anlam inceliklerini siler olmuştur. Bunun akıl/us değişmesinde göze çarptığı gibi (akıllı/akılsız, uslu/ussuz) daha birçok örneğini sıralamak mümkündür. Bu durumlar ister istemez dilin kelime hazinesi bakımından gittikçe daralmasına ve ifade gücü bakımından zayıflayıp büzülmesine yol açmaktadır. Çünkü dilde bir kavramın, taşıdığı anlam inceliklerine göre birden fazla kelime ile karşılanması bir zenginlik, bir kelimenin bazı kavramları karşılayamaz duruma düşmesi bir zayıflık belirtisidir.
6. Bu türlü aksaklıkların tabii bir sonucu olarak dil ile düşünce, dil ile sosyal yapı arasındaki bağda gevşeyip kopma tehlikesi gösterdiği için, aşırı özleştirmecilerin elinde dil, birleştirici ve bütünleştirici vasfını kaybederek bütün bir milletin değil belirli bir zümrenin anlatım vasıtası olan bir sınıf diline dönüşmeye başlamıştır. Oysa, meydana geliş ve fonksiyonları bakımından, dilin insanoğlunun iç dünyası ile çevresi ve dış dünyası arasında bağlantı kuran, duygu ve düşüncülerin ifade vasıtası olan bir sosyal kurum oluşu, tabi olarak dil ile düşünce, dil ile sosyal yapı ve o sosyal yapının belirli değer ölçüleri ile şekillenmiş kültür muhtevası arasında sıkı bir bağlantının varlığını ortaya koymaktadır. Bir milletin tarihi, coğrafyası, dini değere ölçüleri, folkloru, müziği, san’atı, edebiyatı, ilmi, dünya görüşü ve millet olmayı gerçekleştiren her türlü ortak değerleri, yüzyılların süzgecinden süzüle süzüle kelimelerde, deyimlerde sembolleşerek hep dil hazinesine akıtılır. Özünü orada saklar. Böylece, dil sosyal yapının ve kültürün sadık bir aynası olur.
Üstelik, dil aynı zamanda bir kültür yaratıcısı olarak da karşımıza çıkmaktadır. Çünkü, duygu ve düşüncenin tam olarak anlatılabilmesi dilin mükemmelliğine ve zenginliğine bağlıdır. Dilin anlatım gücünün aşağı bir seviyede kalmış olması, onun daha yüksek bir gaye ile kullanılması için gerekli şartların eksikliğinden kaynaklanır. Üstün düşünceler ancak dildeki geniş anlatım imkanları ile açığa vurulabilir. Bu da demektir ki, dil üstünlüğü kültür üstünlüğü, dil zayıflığı kültür zayıflığı sonucunu doğurur. Atatürk’ün Türk dilinin kaynaklarına kadar inilerek araştırılıp incelenmesini istemiş olması, aynı zamanda dil şuurunu tarih şuuru içine yerleştirip, geçmişle ve kültürle olan bağlantısını koruma amacına dayanmaktadır. Bilindiği gibi, kültür, bir insan toplumunun kendi tarihi gelişmesi için gerekli olan muhteva birikimi ve şuurudur. Türk toplumunun ruhu ve kimliği millî kültürde yaşamaktadır. Aşırı Özleştirmecilik hareketinin bağlı bulunduğu dil anlayışı, yukarıda belirtmeğe çalıştığımız özellikleri dolayısıyla, Türkçe’yi, belli bir zümreye hitap eden bir sınıf diline doğru yöneltmekte olduğundan, dolayısıyla, Türkiye’de bir kültür devrimini gerçekleştirme yolundaki zararlı faaliyetlere de açık bulunmaktadır. Çünkü, dili kültürden ayrı düşünmek mümkün değildir. Bugün Türkiye’ye yöneltilmiş olan kültür saldırısı, dünyada yürütülen ideolojik savaşın bir parçasıdır. Bu savaş, toplumun kimliğini ve şahsiyetini oluşturan kültürü bazı kısımlarıyla yeniden kurabilmek için, kültürü meydana getiren temel unsurlara ve sosyal değerlere yeni bir şekil ve muhteva vermek ihtiyacındadır. Böylece, millî kültür yerine enternasyonal bir kültür yaratma amacına yönelmiştir.
Bu amaca hizmet edebilecek olan dil de elbette birleştirici ve bütünleştirici nitelikteki ortak dil değil, çeşitli yönleri ile bu vasıflarında sıyrılma yoluna girmiş bulunan sınıf dilidir. Bu durum, aşırı dilcilikteki uygulamaların ortaya koyduğu gerçekler dışında, “dil devriminin Türkiye’deki kültür devriminin bir parçası olduğu” iddiası (13- Bkz. Nazlı Ilıcak, Dil Devrimi Kültür Devrimi, Tercüman 29 Aralık 1980; Mukbil Özyörük, Demek Kültür Devrimi İçindeyiz, Tercüman 3 Ocak 1981) ve “Türkçe’yi özleştirme yalnız sözlüksel düzeyde kalan bir olgu değildir. Dilimizin söz varlığını yenileştirme yolu ile Türk toplumunun düşünsel ve duygusal evrenini değiştirmektir” sözleri (14- Türk Dili, S. 334 (Temmuz 1979) s. 20) ile de açığa vurulmuştur. Devrim, devrimci, devrimcilik, Dev-yol, Dev-sol, eylem, eylemci, eylemcilik, eyleme geçmek, örgüt, örgütlenme gibi kelimelerin son yıllarda kazanmış oldukları yeni kavramlar bu durumun açık örnekleridir. Böyle bir dil anlayışı hiç şüphe yok ki, ne dil inkılâbının fikir temeli ve Türkçe’yi ulaştırmak istediği hedefle ne de özünü Atatürk ilkelerinden almış olan Türkiye Cumhuriyeti’nin temel felsefesi ve devlet politikası ile bağdaştırılabilir.
Atatürk inkılâpçılığının temel felsefesi millî değerler paralelinde bir geliştiricilik anlayışıdır. Kullandığı yöntem ilim yöntemidir. Aşırı özleştirmeciliğin temel felsefesi ise, millî değerlere sırt çevirebilmektir. Kullandığı yöntem yöntemsizliktir. Uydurmacılık ve yozlaştırmacılık vasfı ağır basmaktadır. Bu yüzden, dilde inkılâpçılık ile aşırı özleştirmeciliği felsefeleri bakımından olduğu kadar amaçları bakımından da birbirleri ile birleştirmek mümkün değildir. Dil, kültürün en iyi ifade vasıtası, koruyucusu ve nesilden nesle aktarıcısı olduğuna göre, bu durum karşısında, dilin kültür yıkıcılığına uzanan bir vasıta olarak kullanılmasını önleyici tedbirlerin alınması şarttır. Bu tedbirlerin alınabilmesi de bizce, Türkçe’nin sağlam esaslarda bir devlet himaye ve koruyuculuğuna verilmesine ve aydınlarımızda anadil sevgisi yanında bir anadil sorumluluğunun da uyandırılabilmesine bağlıdır.
Kaynak:
Zeynep Korkmaz, Türkiye’de Dil Dâvâsının Dayandığı Fikir Temelleri ve Bu Dâvâda Bugün Uyulması Gereken Ana İlkeler, Türk Kültürü Araştırmaları, Yıl XXVII-XXI/1-2, 1979-1983, S. 179-190
23-27 Ekim 1982 tarihleri arasında Ankara’da toplanan I. Millî Kültür Şûrası’nda tebliğ olarak okunmuştur.
Yorumlar