0

Atatürk, Türk Milletinin her alanda ve her bakımdan eşsiz büyüklüğüne derinden derine inanmıştı.

Tarihi devirlerde Türkün hemen bütün dünyayı kaplamış olan yengileri ve yüksek idaresi, İslam medeniyetini yaratanların çoğunun Türk olması bu inanı haklı kıldığı gibi Çanakkale ve Milli Mücadele olayları Türkün eşsiz yaradılışının inkar edilemez kanıtları idi.

Ünlü bir deyişle “asırları yıllara sığdırmış olan” Atatürk devrinin devrimleri ve her alanda atılan dev adımları aynı himmetin dil konusunda da gösterilmesini tabii ve hatta zaruri kılıyordu.

Atatürk dil devriminin gerekçesini şu cümle ile ifade etmişti. “milli his ile dil arasındaki bağ çok kuvvetlidir, dilin milli ve zengin olması, milli hissin inkişafında başlıca müessirdir. Türk dili, dillerin en zenginlerindendir. Yeter ki bu şuurla işlensin. Ülkesini, yüksek istikbalini korumasını bilen Türk milleti, dilini de yabancı diller boyunduruğundan kurtarmalıdır”.

Bundan başka Osmanlıca öyle bir duruma gelmişti ki Arapça ve Farsça gramer bilinmeden anlaşılmaz ve bilimsel biçimde öğrenilmez olmuştu. Türk aydını ya üç gramer öğrenecek veya kullandığı dilde aynı kökten üretilmiş olan hasıl, mahsul, müstahsil, istihsal, tahsil, muhassala v.s. gibi kelimeleri ayrı ayrı belliyecekti. Bu ise iptidailikti; yeni kelime kuralması yalnız Arapça ve Farsça bilenlere hasredilmiş bulunuyordu, Osmanlıca içinde Türkçe’yi ölü dil durumunda bırakıyor ve adeta “idüğinden bidüğinden” gibi deyimlerden ibaret kılıyordu.

Fransızca, İngilizce ve İtalyanca gibi dillerin Latince’ye karşı durumları bize örnek diye gösterilmemelidir, çünkü mesela bin yıl kadar öne bu dillerin hiç biri yoktu ve bunlar Latince’nin bozulmasından veya yerli dillerle ister doğrudan doğruya, ister dolayısiyle karışmasından doğmuşlardır. Bu yüzden Latince’yi öğrenmek bu dillerin köklerin öğrenmeğe varmaktadır.

Türkçe ise pek eski bir dildir, Arap ve Fars dillerinden üremiş değildir.

Özet olarak dil davası her hangi bakımdan ele alınsa Atatürk gibi büyük bir devrimci için çözülmesi gereken bir dava idi.

Atatürk tarih davasını yoluna koyduğu ve onu gereken yöne çevirdiği 1932 yazından itibaren dil davasını esaslı olarak ele almış ve ölünceye kadar altı yıl boyunca devlet işlerinin ve son bir yıl içinde kendi sağlık durumunun verdiği imkan ölçüsünde onunla uğraşmıştır.

Dil devrimi öbür devrimler gibi Atatürk sağ iken gereken sonuca ulaştırılamamıştır, tarih davası gibi de kesin yönünü alamamıştır. Ancak amaç millete gösterilmiş ve milletimiz içinde sanıldığından çok kalabalık bir zümre davanın doğruluğuna ve zaruretine inandırılmıştır. Atatürk vasiyeti ile serveti gelirlerinin yarısını Dil Kurumu’na ayırmakla bu yolda çalışmaya devam edilmesine ne derece önem verdiğini göstermiştir.

Atatürk yapmak istediği her hamlede o konuda ün kazanmış kimseleri kullanmaya önem verirdi. Çok kere de kendilerini razı edebilirse önceleri o kavaya muhalif olmuş olanları da inandırmak ve mümkün olursa dava lehinde çalıştırmak isterdi. Böylelikle amacına daha kolay, daha güvenle ve hele daha az sarsıntıyla erişmeğe çalışırdı. Onun bu tabiyesi dil işinde de görülür.

Türk Dil Kurumu’nun kurucuları arasında Samih Rifat, Ruşen Eşref Ünaydın, Celal Sahir Erozan, Ali Canip Yöntem, Hasan Ali Yücel, Reşat Nuri Gültekin ve Yakup Kadri Karaosmanoğlu gibi halk ve aydınlarca iyi şair ve yazar diye tanınmış, eserleri çok okunan kimseleri bulundurmaya önem vermişti. Aynı zamanda şahsiyetleri siyasal bakımdan geniş tabakalar arasında tartışma konusu olan edipleri kurucular arasına katmamıştı. Tabiatiyle dil bilginlerini de işin içinde bulundurmaya önem vermişti. Özet olarak giriştiği yeni işe olanca başarı imkanları sağlamayı ve onu elden geldiği ölçüde az engellerle karşılaştırmayı esas tutmuştu.

26 Eylül 1932 de topladığı Birinci Dil Kurultayına ise dil devrimine karşın diye tanınmış veya öyle olmaları gerekir sanılan bütün ünlü yazarları ve kimseleri çağırttırmış, onlarla devrimden yana olanlar arasında en geniş tartışmaların yapılmasını istemişti, ta ki dava iyice aydınlansın ve kendisi de yeni giriştiği bu işin bütün yönlerini iyice kavrıyabilsin.

Atatürk, genel olarak göreceği her önemli işte onu bilenler arasında bu gibi tartışmalara yol açmayı ve böylelikle sorunun karanlık yönlerini aydınlatılmasını sağlamayı görenek edinmişti.

Birinci Türk Dil Kurultayı, Tezler, Müzakere Zabıtları, İstanbul 1933 adlı eserde dile ait tartışmalar olduğu gibi bulunur ve okunulması çok faydalıdır. Bu yazımızda en çok belirtmek istediğimiz yön Atatürk’ün dil devrimini neden bütünliyemediği demiyeceğiz, çünkü hele bu devrimde sonu gelmiyen bir gelişme esastır ancak onu neden kesin bir çığıra sokamadığı yönüdür.

Bu sonucu doğuran sebepler arasında en önemli olanları şunlardır:

a) İşin güçlüğü ve çözülebilmesi için esas bakımdan uzun zamana ihtiyaç olması.

b) Bu işte çalışan ve çalışması gerekenlerin düşünce davranışları.

c) Aydınların ve halk efkarının durumu,

d) Atatürk’ün durumu.

e) Siyasal olayların gidişi.

Bu sebepler üzerinde duralım:

a) Dil Devriminin güçlüğü ve zamana olan ihtiyacı kolayca takdir edilir. İnsanlar alışkanlıklarından güç vazgeçerler, bir kimse çocukluğundan beri kullana geldiği bir Arapça veya Farsça kelimenin yerine Türkçe’sini kullanmayı istese dahi alışıklık onun dil ve kaleminin ucuna hep eski kelimeyi getirir ve yeni kelimeler ancak sürekli bir azimle yerleşir. Bu iş yüzlerce, hatta binlerce kelime üzerinde yapılmak istenilince yorucu ve vakit yiyici olur. Ancak Türk kökleri ile Türk gramerine uygun kelime aileleri yapmağa alışıldıktan sonradır ki yeni yolun kolaylığı ve üstünlüğü elle tutulur bir duruma geçer. O vakta kadar ise sabır ve azim gerekir. Birçokları ise bunu gösterecek yaradılışta değillerdir.

Yerleşmesi daha çok kolay olması gereken harf devriminin bile, onun gerçekleştirildiği zamandaki çocukların büyümesi ile ancak yeni yerleştiği düşünülürse Atatürk’ün dil devriminde karşılaştığı güçlük ve bu işin Ata’nın son yılları içinde çözülebilmesindeki imkansızlık anlaşılır.

b) Dil devrimi gerçekleştirmek için Atatürk’ün yanında çalışmış olanların ve onun bu işe kazanmak istediği kimselerin ruhi durumları da göz önünde tutulmalıdır.

Bizde dil meraklısı ve dil bilgini vardı, ancak Atatürk’ün düşündüğü çapta bir devrimi gerçekleştirmek için hazırlanmış kimseler pek azdı. Hele bu sıfatı taşımakla birlikte şair yahut edip olarak ün kazanmış,e serleri halkça tutulan ve zevkle okunan, yeni devrimi benimsiyerek ona canla başla sarıldıkları vakit o yolda da beğenilecek eser verebilecek olan kimseler pek azdı.

Başka bir yön de vardı. Halkça tutulmuş yazar ve şairlerin bir kısmı yeni devrim yüzünden geçmişte kendilerine ün kazandırmış olan eserlerinin yeni göbekler için eksimiş, güç anlaşılır bir dilde yazılmış eserler durumuna gelmesini istemiyorlardı bu manevi fedakarlığa pek az kimse içinden razı olabilirdi. Bu da, dil devrimi yolu üzerinde Atatürk’ün karşısına dikilmiş gözle görülmez, elle tutulmaz, ancak alttan alta etkisini gösteren bir engeldi.

Dilcilerimiz arasındaki görüş ayrılıkları, tutulacak yol üzerinde sonu gelmiyen tartışmaları, hatta bazılarının kaprisleri de ayrıca bir güçlük ve geciktirme kaynağı olmuştur.

Bütün bunlara bir de “zevk” sorusu eklenmiştir. Arapça ve Farsça kök ve kelimelere karşılık olarak ileri sürülen Türkçe kök ve kelimeler bazılarının zevkine uymakta, bazılarınınkine ise uymamakta idi, bu da sonsuz tartışmalara ve geciktirmelere yol açıyor, Atatürk’ü çok yoruyor, hatta kızdırıyordu.

c) Dil devrimi karşısında aydınların ve halk efkarının durumu şöyle toplanabilir:

Atatürk’ün hemen bütün devrimlerini başlangıçta yanındakiler bile hayret ve anlayışsızlıkla karşılamış, karşı koymağa uğraşmıştır. Sonraları işin isabet ve faydaları görüldükçe önce o devrimi beğenmiyenlerin düşünceleri değişmiştir.

Ancak 1932 yılında 13 yıllık bir geçmiş Atatürk’ün tasarladığı işlerin doğruluğuna hemen herkesi inandırmış olduğundan onun yanındakiler bu işi hiç yadırgamadan kabul ettiler. Aynı şey Türk aydınları ve bu gibi işlerle ilgilenen halk için de söylenebilir.

Şu kadar var ki dil devrimini hoş görmekle, Arapça ve Farsça’nın dilimizi kaplaması üzerine bir kenara atılıp unutulmuş Türk köklerinin yeniden canlandırılmış olanlarını hemen kabul edip kullanmak arasında fark vardı. Bu bir azim işi idi, değişiklikler yavaş yavaş yerleşebilirdi, nasıl ki öyle olmuştur ve olmaktadır.

Güçlük bununla kalmamıştır. Eksiye bağlı, Osmanlıyı son birkaç yüz yıl boyunca durmadan çöktürmüş olan her yeniliğe düşman muhafazakar ruh, bazılarında hala yaşıyordu. O ruh yeni devrime karşı alttan alta, fakat var gücü ile savaştı. En çok birtakım yaşlı kimselerin alışkanlıklarından vazgeçmek istememeleri daha yukarıda da dediğimiz gibi bazı tanınmış yazarların eserlerinde kullandıkları dilin eskimesini hoş görmemeleri eklenmelidir.

d) Atatürk’ün özel durumuna gelelim,

Ata, dilci değildi ve geçmişte bu yolda çalışmaları yoktu. O büyük bir komutan ve büyük bir devlet adamı idi. Bu son vasfı ona başarılı ve benzerlerine nispet edilirse çok az sarsıntı ile devrimler yapmak imkanını vermiştir. Yine aynı vasıf ona tarih çalışmalarında olağanüstü bir seziş ve görüş imkanı veriyordu. Ancak dil işi büsbütün başka idi. Bu işte büyük bir devlet adamı olmanın etkisi azdı, teknik bilgi esastı. Olsa alsa olağanüstü bir zekanın ele aldığı her konuda göstereceği üstünlük ileri sürülebilirdi.

Bu duruma göre dil devrimini gerçekleştirmek için Atatürk’ün yürüyeceği iki yol vardı: 1) Kendisi var gücü ile bu iş üzerinde çalışıp soruyu temelinden öğrenmek ve ondan sonra o konudaki yaratma yeteneği kullanmak; 2) Dil bilginlerinin gösterecekleri yollar arasında bir seçim yapmak.

Atatürk bu iki yönde de çalışmıştır.

Onun çalışma ve hele bir soru üzerinde düşünce ve uğraşmaları toplama gücü olağanüstü idi. 1932 yazında Birinci Türk Tarih Kongresi ile yine Birinci Türk Dil Kurultayı arasında geçen üç aya yakın zaman içinde Atatürk hemen hep geceli gündüzlü dil üzerinde çalışmıştır.

Vaktini biteviye dil üzerine yazılmış Türkçe ve Fransızca eserleri okumak, Şeyh Süleyman efendi’nin sözlüğünden, Fransızca etimolojik ve kelimelerin teşekkül ve tarih boyunca seyirlerini gösteren sözlüklere kadar giden bir sürü eser üzerinde inceleme ve karşılaştırmalar yapmakla geçirdi.

O sırada Atatürk’ün Umumi Katibi idim. Devlet işleri dışında kendi tensibi ile tarih üzerinde çalışıyordum. Ancak o yaz en çok bu Fransızca eserlerin incelenmesi işinde yanında bulundum ve onun incelemelerden çıkardığı sonuçlar üzerinde kendisi ile konuşup ben de düşündüklerimi söyledim.

Tarih belgeleri arayıp bulmak ve onlar üzerinde düşünüp derin manalarını anlamak ve yorumlamak esasına dayanan tarih çalışmaları ile, hele o soruda, geçmişi ve derinliklere daha pek sathı biçimde bile gözden geçirilmemiş, veyahut bazı Rus bilginlerince işi bozmak amacı ile ele alınmış bir Türk dilini çağdaş medeni diller ayarına getirmek için gereken devrimi gerçekleştirmek arasında ölçüsüz güçlüklerle dolu farklar vardır. Bundan başka bizde eski anlayışta ve eski usullere göre çalışmakta olsalar bile öteden beri bir tarihçiler ve vakanuvisler zinciri vardı. Dilcilik üzerinde ise hemen hiç çalışılmamıştı.

Bütün bunlar Tarih ve Dil Kurumlarının çalışmalarından neden farklı sonuçlar alınmış ve aydın halk efkarının bu iki kurum hakkında farklı hükümler vermiş olduğunu anlamaya yarar.

Atatürk ta baştan bu farkı görüyor ve sebebini takdir ediyordu. Ancak, teşvik için, arasıra kızdığı da oluyordu.

Ata, birkaç ay var gücü ile dil üzerinde çalıştıktan sonra bu çalışmalarını aynı ölçüde. hatta onlara yakın bir ölçüde devam ettiremez olmuştur. Buna sebep yurtta ve dünyadaki olayların gidişidir. İşler öyle bir biçim almıştır ki O, var gücü ile siyasal konuları ele almak gerekliğini duymuş ve öyle yapmıştır. Bunu az aşağıda göreceğiz. Dolayisiyle Atatürk her güçlüğü yenen hamleci çalışmalarını yalnız birkaç ayl dil devrimi üzerinde toplıyabilmiştir. Bu ise ancak kendisinin bu işin incelik ve derinliklerini kısmen kavramasını sağlıyabilmiştir.

1933-1934 yıllarında altı ay kadar Milli Eğitim Bakanlığı ettiğim sırada görevimin gereği Dil Kurumunun da Başkanı bulundum. O sırada Atatürk artık devlet işlerinin ağırlaşması dolayısiyle dil işleriyle pek uğraşamıyordu. Ben de yanına daima gidebilmeme imkan olduğu halde içinde bulunduğu durumu anlıyarak çalışmalarını dil üzerine çekmek için ayak direyemiyordum.

Yukarıda andığım ikinci yol dil bilginlerinin gösterecekleri yönler arasında Atatürk’ün seçimde bulunması idi.

Ancak Ata, bu iki yolda, daha önce “b” böleğinde anmış olduğum sonsuz görüş ayrılıklariyle karşılaşıyordu. Bu ayrılıklar ise dil işine daha yeni girişilmiş ve görüş yakınlaştırılması ameliyesine başlanılmamış olduğundan az çok tabii idi. Şu kadar var ki Atatürk’ün yakınlaştırmak işini başarması için dil üzerideki kendi özel çalışmalarının oldukça ilerlemesi gerekiyordu. Siyasal durum ise bunu güçleştiriyor ve geciktiriyordu. Bu fasit daire dil devriminin uğramış olduğu başlıca engellerden biridir.

Atatürk bu işte yabancı bilginlerle temas etmek istemişti. Türk dili ve türlü lehçeleri üzerinde en çok Ruslar çalışmışlardı. Oradan bilgin istenilmesi üzerine Marr ile Samüelloviç gönderilmişti.

Bunların birincisi yaşı pek ilerlemiş ve bundan da çok hayat ve hele Rus inkılabı tarafından oldukça sarsılmış Batı bilginleri biçiminde düşünür ve çalışır bir kimse idi. İkincisi bilhassa Rusya’daki Türk lehçelerini ve onların yazılışları ile gramer ve sentakslarını elden geldiği kadar birbirinden uzaklaştırmak, bu sayede Rusların ana düstur haline getirmek istedikleri “Rusya’da Türk yok, Özbek, Türkmen, Tatar, Kırgız vesaire var” iddiasını gerçekleştirme yolunda çalışmakla tanınmış bir kimse idi.

Esasen her iki uzman da Rusya’daki usuller dolayısiyle ancak yola çıkmadan önce almış oldukları yönergelere göre konuşmaktan başka bir şey yapamazlardı. Nasıl ki öyle yapmışlardır.

Atatürk’ün sofrada, bu hareket tarzı dolayısıyla adeta bir çok çıkışmaları ve Moskovaca duyulmasını istediği, fakat diplomatik yol ile duyurulması mümkün ve yerinde olmıyan Türk diline ve Türklüğe ait bir çok düşüncelerini kah sert, kah yumuşak bir dil ile söylemeleri olmuştur.

Bu münasebetle esasen bilinen şu yön tecrübe ile de anlaşılmıştır: Rusya Türkleri ile Batı Türklerinin dilleri arasında ayrılıkları gitgide azaltacak bir yolun tutulmasını Moskova hükümeti ne eyğindir, ne de razı olabilir. Bu yön bu konu üzerinde açıktan açığa konuşmalardan çok, Marr ve helen Samüelloviç’in ilim süsü verdikleri dile ait mütalaa ve görüşmelerinden beliriyordu.

e) Atatürk bir hamle yapmak istediği vakit bütün beyin gücünü bir konu üzerinde toplardı. Bu, onun çalışma biçimi idi.

1932 yazından sonraki iç ve dış olaylar Atatürk’ün bütün kudretini kendi üzerlerine çekmişlerdir.

En önemli konuları ya dış işleri ile ilgili idi. Bunların başlıcalarını kısaca hatırlatmak Atatürk’ün neden çalışmalarını dil devrimi üzerinde toplıyamadığını anlamaya yarar.

1933 yılı başlangıcında Almanya’da Hitler iş başına geçer ve böylelikle arada kurulan ülkü birliği Almanya ile İtalya’yı birbirine yaklaştırır; Mussolini’yi de çok atılgan kılar.

Aynı yılın haziranında İngiltere, Fransa, Almanya ve İtalya arasında dörtler misakı önimzalanır (paraphe). Amaç, bu dört devleti, bütün eki dünya işlerinde bir türlü hakem kılmak ve 1919 andlaşmalarında, bu devletlerin gerekli görecekleri değişiklikleri yapmaktı.

Atatürk, Türk menfaatlerine aykırı olan bu olaya çok kızar. Cumhuriyet Bayramı ziyafetinde bu dört devletin Büyükelçilerine bu işi hiçbir vakit kabul edemiyeceğini, herkesin önünde, çok sert bir dille söyler ve Balkan misakı görüşmelerine hız verir. Balkan anlaşması 1934 Şubatında kurulacaktır.

Aynı yılın Ekim ayında Mussoloni’ce kışkırtıldığı ve korunulduğu söylenen bir Hırvat, Yugoslav Kıralını öldürür.

Esasen bir yıldanberi İtalya’nın savaşa hazırlandığı belli idi, fakat ne tarafa çatacağı kestirilemiyordu. Üç hedef görünüyordu: Yugoslavya, Türkiye ve Habeşistan… 1934 sonlarında fırtınanın Habeşistan’a yöneleceği anlaşılmaya başlar. Ancak 1935 güzünde İtalyan – Habeş savaşı fiilen başlayıncıya kadar biz gergin bir hazırlanma durumu içinde yaşarız.

İtalya, Habeişstan’a bağlanınca Atatürk büyük bir isabet ve azimle Türkiye’nin dünyadaki durumunu geliştirmek zamanının geldiğine hükmedip o yolda çalışmalara koyulur.

1936 yazında imzalanan Montreux Boğazlar anlaşması ve Hayat’ın yeniden anayurda kavuşmasına yol açan Ocak 1937 ve Temmuz 1938 Türk – Fransız anlaşmaları bu siyasanın sonuçlarıdır.

Bu işler uzaktan kolay görülebilir, ancak bunların hepsi bir veya birkaç büyük devletin menfaatlerine dokunuyordu ve onların bazan toptan karşı koymalarını yenmek gerekmişti.

Bu yapılırken girişilen işlerin sonuçlarından korkan içerdeki çekingenlerin itirazlarını ve karşı koymalarını da yenmek gerekiyordu.

Aynı zamanda her ihtimali önlemek için de tedbir almak lazımdı.

Bütün bunlar Atatürk’ün gece ve gündüzünü almıştı. Sofrasında da bazan bu işler üzerine tartışmalar, incelemeler ve Ata’ya öz biçimde düşünce yoklamaları olurdu.

Yukarıda da dediğim gibi, Atatürk’ün bunca uğraşmalar içinde, bütün isteklerine rağmen, dil devrimine gereken zamanı ayırmamış olmasına şaşmamalıdır.

Bu yüzden dil işinde, askeri bir deyişle birkaç “keşif” ve “keşf-i taarruziler” yapmakla yetinilmiştir. Tarama Dergisi, sonra da “Güneş – Teorisi” bu “keşf-i taarruziler” dendir. Atatürk yaşasaydı son hamleyi hangi yönde yapacağını ve işi nasıl bir sonuca bağlıyacağını kimse kestiremez. Yine onun son yıllarda binbir devlet işi arasında bazı akşamları sofrada dil işi ile ilgili zihin dinlendirmek ve ayni zamanda dil devrimi ile ilgiyi kesmemek isteğinden doğan görüşmeleri kesin bir şey saymak yerinde olmaz.

Muhakkak olan bir yön vardıysa o da Ata’nın kafasında dilimizin Türkçeleşmesi esas düşüncesinin değişmediği ve mirasının yarısını kendisine bıraktığı Türk Dil Kurumundan bu işin gerçekleşmesini beklediğidir.

Türklük bu devrimi Ata’sız gerçekleştirmek ve geliştirmek zorundadır.

Türkçe Tarih

Matrakçı Nasuh

Önceki yazı

Arap harfleri Türk diline uygun değildi!

Sonraki yazı

Bu yazılar da ilginizi çekebilir

Yorumlar

Bir yorum yaz

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Daha fazla yazı Atatürk Dönemi