0

Fakir bir babanın üç oğlu vardı. Büyük oğlunu, dişinden tırnağından arttırarak okumaya göndermişti. Bunu bir ilim adamı yapacaktı. Küçük oğluna ileride kendi dükkânını bırakacaktı. Ortanca oğluna gelince, buna verecek hiçbir şey kalmıyordu. Hatta ona bir ad bile koymamıştı. Önemli olmadığını göstermek üzere, onu hep “Keloğlan” diye çağırırdı. Böylece, bütün mahalleliler arasında onun adı “Keloğlan” kalmıştı.

Keloğlan, henüz yedi yaşında iken ekmeğini elinin emeğiyle kazanmaya başladı. Hamallık, kahveci yamaklığı, aşçı çıraklığı, satıcılık gibi birçok işlere girdi. Eline pek az para geçebiliyordu. On iki yaşına kadar türlü sıkıntılar içinde yaşadı. Bu yaşa girince, kendisine güvenen, tam bir erkek oldu. Artık büyük işlere girmek, şan kazanmak, büyük bir adam olmak istiyordu.

Keloğlan ara sıra şiir söylemeye de yeltenir, yanık koşmalar düzerdi. Gönlünün duygularına bu koşmalarla kanat vermek isterdi. Bir gün, gönlünden böyle bir koşma fırladı:

Burada sevinç yok, dert çok, keder çok;

İsterim bir altın yurda varayım;

Talihim, arayıp bulmadı beni,

Bari ben gezeyim, onu arayım…

Bu koşma, Keloğlan’ı verilmiş bir karar karşısında bıraktı: Gurbete çıkmak! O, nasılsa, şarkı söylerken, kendi haberi olmadan bu kararı vermişti. Her akşam yalnız kalınca, bu yoldaki koşmaları tekrar eder dururdu:

Diyorlar: Herkesin nasibi varmış,

Ona rast gelmedim ben bu toprakta…

Burada değilse, başka yerdedir,

Gideyim, arayım onu uzakta.

Keloğlan’ın kalbinde bu uzaklara gitmek, talihini aramak fikri, ömrünün uzun ve karanlık gecesinde bir şimşek gibi parlamıştı. O, bir gün, dağarcığına bir kat çamaşır ve biraz ekmekle peynir koydu. Dağarcığını sırtına bağladı. Sedeften ayrılan bir inci gibi, başka yerlerde kısmet bulmak umuduyla doğduğu şehre veda etti. Yaya olarak, başını aldı, gurbete çıktı.

Meğer Keloğlan gibi talihini aramaya çıkmış başka çocuklar da varmış. Keloğlan, yolda giderken birinci gün Orhan’a rast geldi. İkinci gün Turhan’a, üçüncü gün Tarhan’a rast geldi. Bunlar da Keloğlan gibi dağarcığı omzunda birer küçük macera düşkünüydüler. Hepsi, öyle on-on iki yaşları arasında bulunan bu dört küçük serseri, arkadaş oldular. Bunlar nereye gideceklerini bilmiyorlardı. Gittikleri yerde ne yapacaklarına dair hiçbir kararları yoktu. Fakat kalpleri kendilerine uzaktan gülümseyen umutlarla doluydu. Bir gün muratlarına erecekleri ruhlarına gizlice vaat edilmiş gibiydi. Küçücük ruhlarında sarsılmaz bir imanları vardı. Eski kahramanlar gibi, talihlerine güveniyorlar; tehlikelere atılmaktan, erkekçesine bir zevk duyuyorlardı.

Keloğlan’la arkadaşları, yüce yüce dağlardan aştılar; coşkun coşkun ırmaklardan geçtiler; nihayet ıssız bir çölün büyük bir ırmağa yanaştığı noktada, yeşil bir vadiye girdiler. Burada, tepesi bulutlara ulaşan somaki mermerden bir kule gördüler. Kulenin doğusunda somaki mermerden bir saray, batısında yine aynı cins mermerden hazine odaları vardı. Keloğlan: “Burada talihimizi deneyebiliriz,” dedi. Gezgin çocuklar, büyük sevinçlerle kuleye yaklaştılar. Kulenin yanına gelince yüce bir ağacın altında bir dev karısının dikiş dikmekte olduğunu gördüler. O, arkasını yola doğru çevirmiş olduğundan çocukları göremedi ama çocuklar, onun kazan kadar kafasını, tulumlara benzeyen memelerini, burç gibi gövdesini görebiliyorlardı. Dev karısı, sağ memesini sol omzuna, sol memesini sağ omzuna atmıştı. Keloğlan, arkadaşlarına, “Hepimiz dev karısının memesini emelim. Memesini emersek, oğulları olacağımızdan bizi kolay kolay yiyemez; meğerki çok acıkmış ola!” dedi. Hepsi, parmaklarının ucuna basarak dev karısının yanına geldiler. İkisi sağ memesine, ikisi sol memesine sarılarak Sütpınar’ın oluğundan su içer gibi kana kana içtiler.

Devlerin kanununa göre bir dev karısının memesini emenler, onun süt çocuğu olurlardı; dev karısı artık onları yiyemezdi. Dev karısı başını çevirince, dört çocuğun, memelerini emdiğini gördü.

Dev karısı:

— Siz, hepiniz çocuklarım oldunuz. Artık size bir şey yapamam. Bu gece misafirim olunuz; yarın yolunuza devam edersiniz.

Keloğlan:

— Peki teyzeciğim, bu gece sana misafir oluruz. Zaten, annem ölürken bana vasiyet etmişti. Biraz büyürsem buraya gelip ablasını görmemi benden rica etmişti. İşte ben de arkadaşlarımla birlikte, seni görmeye geldim.

Dev karısı, Keloğlan’ın hilesine karşı hile yapmak istiyordu. Maksadı, gece bunları uyuttuktan sonra eski zamanın dev törelerine kulak asmayarak, töreyi tanımayarak hepsini yemekti. Fakat sütannesi olduğu evlatlarını uyanıkken yemeye utanıyordu. Dev karısının neler düşündüğünü Keloğlan sezmişti. O da ihtiyatlı olmaya karar verdi. Akşam olunca, bıçağıyla parmağını kesti. İçine tuz doldurdu. Kendi kendine, “Artık gece, gözlerime uyku girmez!” dedi. Dev karısı, çocuklara sevdikleri yemeklerden bir ziyafet çekti. Yemekten sonra yatak odasını göstererek çekildi. Çocuklar yatağa girdiler. Yalnız Keloğlan uyumadı, arkadaşları derhal uyudular.

Dev karısı, yarım saat sonra, çocukların uyuyup uyumadığını anlamak için odanın kapısına geldi, yavaşça bağırdı:

Dev karısı — Uyur uyanık kim var?

Keloğlan — Ben varım!

Dev karısı — Niçin uyumazsın Keloğlan?

Keloğlan — Annem bana her gece, bir tulumba kaymaklı dondurma yapardı; onu yer, uyurdum. Şimdi onu yemediğim için uykum kaçtı; bir türlü uyuyamıyorum.

Dev karısı — Süt mandırada. Mandıra da buraya bir saat. Dağ başında kar varsa da, o da yarım saat uzakta. Dondurma, iki saat kadar hazır olamaz.

Keloğlan — Üç saat olsa bile zararı yok. Çünkü dondurma olmazsa sabaha kadar uyuyamayacağım.

Dev karısı — Peki öyleyse, bekle! İki saate kadar dondurmayla geleceğime söz veririm.

Dev karısı gitti, mandıradan süt, karlı dağdan kar getirdi. Dondurmayı yapıp Keloğlan’ın önüne koydu. Keloğlan arkadaşlarını uyandırdı, dondurmadan güzelce yediler. Arkadaşları yeniden uyudular. Keloğlan da, uyur gibi yatakta uzandı. Yarım saat geçer geçmez dev karısı yeniden kapıya geldi. Yavaş sesle bağırdı:

Dev karısı — Uyur uyanık kim var?

Keloğlan — Ben varım teyze!

Dev karısı —Niçin uyumazsın Keloğlan?

Keloğlan — Annem, dondurmadan sonra bana âlâ kıymalı bir su böreği pişirirdi. Onu yedikten sonra rahatça uyurdum.

Dev karısı — Koyunlar ağılda. Ağılsa buraya bir buçuk saat uzak. Demek ki yine iki saat bekleyeceksin.”

Keloğlan — Beklerim teyze!

İki saat sonra, çocuklar su böreğini de yediler. Yeniden yatağa girip uyudular. Yarım saat sonra dev karısı geldi.

Dev karısı — Uyur uyanık kim var?

Keloğlan — Ben varım teyze!

Dev karısı — Niçin uyumazsın Keloğlan?

Keloğlan, bu sefer de bir tepsi baklava istedi. Bundan sonra da sırasıyla elmâsiye, muhallebi, kuzu dolması istedi. Dev karısı, tek Keloğlan uyusun diye her istediği yemeği pişirip getiriyordu. Son yemeği yapmak için yine ağıla gitmek zorunda kaldı. Ağılın bir buçuk saat uzak olduğunu Keloğlan biliyordu. Bu sırada, güneş ilk ışıklarıyla ufku yaldızlamaya başladı. Keloğlan arkadaşlarını uyandırdı. Köşkün kulesine girerek demir kapısını arkadan sürmelediler. Kulenin tepesindeki gezinti yerine çıkarak dev karısının geri gelmesini beklediler.

Biraz sonra da dev karısı geldi. Çocukları köşkte bulamayınca, kaçmış olduklarını zannetti. Bu anda kulenin tepesinden gülüşler, kahkahalar işitti. Bir de ne görsün: Çocuklar kulenin tepesinde! Dev karısı, öfkesinden ne yapacağını şaşırdı. “Çocuklar, kapıyı açın!” diye bağırdı. Çocuklar, yukarıda türkü söyleyerek oynuyorlardı:

Ey yalancı sütannemiz!

Sen istedin bizi yemek;

Senden daha kurnazız biz,

Çektik senden türlü yemek.

Dev karısı, dev karısı!

Gitti yağın tam yarısı!

Pek tatlıydı dondurmanız,

Kaymaklıydı muhallebi…

Bizi köşke kondurmanız,

Sizi etti fakir gibi…

Dev karısı, dev karısı!

Gitti sütün tam yarısı!

Ne güzeldi su böreği,

Titriyordu elmâsiye,

Harap ettik hep mideyi

Baklavadan yiye yiye.

Dev karısı, dev karısı!

Gitti balın tam yarısı!

Dev karısı bu sözleri işitince kapıyı kırmak için bir kazma aramaya gitti. Dev karısı kazmayla gelince Keloğlan sordu:

— Teyze, bu kazma ile ne yapacaksın?

— Kuleyi yıkacağım!

— Kuleyi niçin yıkmak istiyorsun?

— Seni ele geçirmek için!

— Ya, ben kendi isteğimle yanına gelirsem?

— O vakit seni evladım gibi severim.

Keloğlan, arkadaşlarına yavaşça şu sözleri söyledi:

— Ben kuleden aşağı ineceğim. Alay için kendimi ona teslim edeceğim. Dev karısı bana bir şey yapamaz. Siz hiç korkmayın.

Keloğlan kendisini kulenin penceresinden sarkıttı. Dev karısı sağ elini uzatarak Keloğlan’ı oradan aldı. Sol elinde tutmakta olduğu bir çuvalın içine koydu; çuvalın ağzını sıkıca bağladı. Dedi ki:

— Keloğlan, bu hâlinde de bana bir oyun yap da göreyim! Şimdi mutfağa gidiyorum. Dişlerimi takıp geleceğim, seni kıtır kıtır yiyeceğim!

Keloğlan:

— Yiyebilirsen afiyetler olsun teyze!

Dev karısı mutfağa koştu. Keloğlan, hemen cebinden çıkardığı küçük bir bıçakla çuvalı yardı, içinden çıktı. Bahçede, dev karısının sevgili buzağısı otluyordu. Keloğlan onu tuttu, getirdi, çuvalın içine koydu. Ağzını sımsıkı bağladı. Kendisi, sazların arasına girerek saklandı.

Bu anda dev karısı geldi. Kazma gibi dişlerini ağzına takmıştı. Çehresi, ifritlerden, zebanilerden daha korkunç bir şekle girmişti. Koşarak geldi. Çuvalı yakalayarak ağzına götürdü. Çuvalla beraber içindeki yaratığı yemeye başladı. Hepsini yedikten sonra, elinde püskül gibi bir şey kaldı. “Bu nedir acaba?” diyerek gözlerine doğru yükseltti, baktı. Bir de ne görsün: Biricik sevgilisi ve dünya yüzünde bir tek nazlısı olan buzağısını yemiş, kuyruğu elinde kalmıştı. Bunu görünce, dev karısı öfkesinden yere düştü, bayıldı.

Keloğlan, dev karısının bayıldığını görünce, arkadaşlarına, “Kuleden ininiz, kaçalım!” dedi. Arkadaşları kuleden inerek ırmağa doğru koşmaya başladılar. Dev karısı ayıldı, bunların ırmağa doğru koşmakta olduklarını görünce arkalarından seyirtti. Çocuklar ırmağın kenarına geldiler. Orada yüce söğüt ağaçları vardı. Keloğlan: “Çabuk, her birimiz bir ağacın tepesine çıkalım!” dedi. Her biri hemen minare kadar yüksek bir ağacın tepesine çıktı. Dev karısı yetişince, çocukların yüce söğütlerin tepesinde şakrak kahkahalarla gülüştüklerini gördü.

Dev karısı — Oraya nasıl çıktın Keloğlan?

Keloğlan — Teyze, ağacın altına bir sabun, onun üstüne bir bıçak, bıçağın üstüne yine bir sabun koyarak bir merdiven yaptım. Bu merdivene basarak ağacın tepesine kadar çıktım.

Dev karısı hemen köşke gitti, birçok sabunlarla bıçaklar getirdi. Birbiri üzerine istif ederek bir merdiven yaptı. Bunun üzerine çıkınca ayakları kesildiğinden tabanlarından, parmaklarından kan akmaya başladı. Ve birdenbire yıkılarak yere yuvarlandı. Dev karısı, biraz sonra bin güçlükle yerinden kalkarak bir balta getirmeye gitti.

Keloğlan arkadaşlarına, “Ağaçlardan inelim, ırmaktan yüzerek karşı kıyıya geçelim!” dedi. Çocuklar, birer balık gibi yüzerek suyun öte yüzüne geçtiler. Dev karısı köşkten dönünce çocukları karşı kıyıda gördü.

Dev karısı — Oraya nasıl gittin Keloğlan?

Keloğlan — Teyze! Irmağın ortasına bir değirmen taşı yuvarladık. Ona basarak bu yana geçtik.

Dev karısı — O halde bekleyin; şimdi size yetişirim.

Dev karısı hemen yakındaki değirmene koştu. Oradan bir değirmen taşı getirerek ırmağın ortasına attı. Taş, ırmağın çok derin olan dibine daldı. Dev karısı, ırmağın ortasında gerçekten bir atlama taşı varmış gibi bir ayağını ırmağın ortasına attı. Ayağı boşluğa gelince “Güm!” diye suyun içine düştü. Dev karısı yüzme bilmiyordu. Vücudu dağ parçası kadar ağırdı. Kocaman gövde, köpüklü sulara birkaç kere dalıp çıktı. En sonunda boğuldu gitti.

Keloğlan, dev karısının boğulduğunu görünce, suda yüzerek yanına geldi. Tırmanarak başının üstüne çıktı. Bıçağıyla dev karısının gözlerini ve kulaklarını kesip çıkardı. Bunları dağarcığına koyduktan sonra ırmağın kıyısına döndü. Arkadaşlarıyla beraber o memleketin başkentine gittiler. Dev karısının gözleriyle kulaklarını padişahın sarayına götürdüler. Dev karısı, yıllardan beri memleketi harap etmişti. Padişah, kim bu dev karısını öldürürse ona büyük mükâfâtlar vermeyi vaat etmişti. Padişah, Keloğlan’la arkadaşlarına, “Nasıl bir mükâfât istersiniz?” diye sordu. Keloğlan, “Dev karısının hazinelerini bize verirseniz başka hiçbir şey istemeyiz” dedi.

Padişah, “Bu hazineler zaten sizindir!” diyerek her birine kırk katır verdi. Onları, mallarını getirmek için dev karısının köşküne gönderdi. Bunlar oradaki hazineleri aralarında bölüştüler. Her biri hissesini kendi katırlarıyla başkente getirdi. Dört arkadaş, birer konak satın aldılar. Birer dükkân açtılar, iş güç sahibi oldular.

Kaynak:

Ziya Gökalp Külliyatı- I, Şiirler ve Halk Masalları. Hazırlayan: Fevziye Abdullah Tansel, Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları, S. 131

Türkçe Tarih

Hürriyet yolunda

Önceki yazı

İlkokul öğretmeni vatanın en hayırlı öğesidir

Sonraki yazı

Bu yazılar da ilginizi çekebilir

Yorumlar

Bir yorum yaz

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Daha fazla yazı Türk Dili - Türkçe