0

… Yokohama’da birkaç gün için subaylar ve mürettebat gezmek için kente çıkarılmıştı. Herkesin sağlığı ve neşesi yerindeydi. Ancak hediyelerin takdim töreninden sonra gemide kolera hastalığı baş göstermiş, tıbbî önlemlerin alınması ve temizlik için Nagoya korunma yerine gidilip on yedi gün karantina altında kalınmıştı…

Hastalık savuşlturulduktan sonra da Eylül’ün on beşinci günü öğle saatlerinde buradan İstanbul’a hareket edildi. Hava gayet güzeldi. Salı günü öğleüstü ters bir rüzgâr esmeye başlamış ve akşama doğru da şiddetlenmişti. Önce yan yelkenler açılarak, fırtınanın yarattığı büyük dalgalar üzerinde, geminin yalpaları, baş ve kıç vurmaları mümkün olduğu kadar önlenebilmişse de, gece, rüzgâr tam pruvadan esmeye başladığndan, artık yelkenlerin kullanılmasına imkân kalmamış, sarılmaları zorunlu hale gelmişti. Yelkenler sarıldığı sırada, gemi baştan gelen denizlerle şiddetle dövülmeye başlamıştı. Biçare Ertuğrul bu kudurmuş denizde sanki inleyerek, sürünerek yoluna devama uğraşıyordu.

Bir felaketin yaklaştığı ve bu teknenin bu derece büyük dalgalara dayanamayacağı anlaşılıyordu. Tam bu sırada geminin mizana direğinin dibinde vardiya nöbetinde bulunan bir teğmenin, rüzgârın uğultusuna karışan korkunç feryadı duyuldu.

– Mizana direği çöküyor!

Osman Paşa, gemi süvarisi, süvari muavini ve seyir subayı köprü üstündeydiler. Fırtınaya karşı gereken tedbirleri alabilmek için durumu tetkik ediyorlardı. Ama bu feryat hepsine soğuk terler döktürdü. Mizana direğinin dibine geldiler. Evet, gerçekten de mizana direği oturduğu zıvanayı parçalamış bir kadem kadar aşağıya çökmüfltü. Şimdi Ertuğrul yalpa ettikçe 40 metre yüksekliğinde ve bir metre çapındaki bu koca direk, üzerindeki serenler ve yelkenlerle birlikte sağa sola çarpıyor, teknede korkunç bir sarsıntı yapıyor ve sadmelere neden oluyordu. Direğin aşağıya çökmesi, onu yandan tutan bütün çarmıhları, ventoları ve bağlantıları gevşetmişti. Gemi inşaiye subayı ve ustalar, boşalan gergi halatlarını ve iplerini germeye, direğin güverteden geçtiği deliğin etrafına da çuvallar sıkıştırılarak oynamasını önlenmeye çalışıyorlardı. Bu önlemle, direğin sakatlığı baki kalmakla birlikte tehlikesi kısmen de olsa bertaraf edilmiş oluyordu.

Fırtına şiddetini artırmakta devam ediyor, felaketli haberler ve raporlar art arda geliyordu. Baştan gelen dalgalar güverte tahtalarını baş bodoslamadan ayırmıştı… Kazan dairesindeki kömürlüklerden de su geliyordu… Bunun anlamı, geminin borda kaplamalarında da çatlamalar ve kırılmalar olmasıydı. Birbiri sıra ve kısa aralıklarla ortaya çıkan bu arızalar, en yılmaz denizcilerin bile selamet ümitlerini söndürmeye yeterliydi. Bu ne yapacağı bilinmeyen ve çıldırmış okyanusun içinde ve gecenin koyu karanlığında, teknenin hemen hemen dağılma noktasına geldiğini bildikleri halde büyük bir disiplin ve intizam içinde, morallerini zerre kadar bozmadan görevlerini yapmaya çalışan Ertuğrul’un yiğit denizcileri, yalnız kendi vatandaşları için değil, hangi millete mensup olurlarsa olsunlar tüm dünya denizcileri için bir iftihar kaynağı ve örnek olmuşlardır. Rüzgârın şiddetinden ve dalgaların hücumundan her an sönen, kırılan geminin, kalafat, burgucu ve marangoz sanatkârları ellerinde fenerler öteye
beriye koşuyorlar, arızaları gidermeye çalılıyorlar, subaylar erlerle birlikte yelkenleri düzeltmeye, çarmıhları germeye uğraşıyordu. Bir kısım mürettebat da en büyük tehlikeyi teşkil eden ve kömürlüklerden giren oldukça fazla miktardaki suyu, tulumbaların kapasitesi yetişmediği için bakraçlar ve gerdellerle boşaltmaya uğraşıyorlardı.

OŞiMA ADASI KAYALIKLARI

Her yerde, her çalışan bölüğün başınnda bulunan komutanın, personeline bu suyun yenilmesinin şart olduğunu anlattığı ve onları inançla ve coşkuyla teşci ettiği görülüyordu. Hareketin üçüncü ve dördüncü günleri böyle müthiş bir durum içinde geçti. Her an geminin dağılıp suya gömülmesi mümkündü. Mürettebat bir lokma ekmeğe, bir bardak suya hasret durmadan dinlenmeden gemiye giren suyu boşaltmaya çalışıyordu. Bu müthiş durum karşısında emin ve yakın bir limana sığınmaktan başka seçenek görünmüyordu. Sığınılabilecek iki liman vardı. Birisi arkada bıraktıkları Yokohama, diğeri de ileride ve uğramayı planladıkları Kobe idi. Her ikisine de olan mesafe de hemen hemen aynıydı. Tercih edilen liman Kobe oldu ve bu liman rotasında ilerlemeye devam kararı verildi. Bulunulan mevkiin biraz ilerisindeki Oşima fenerinin bulunduğu burun dönüldüğü takdirde Ertuğrul’un fırtınanın dehşetinden kurtulması ve Kobe’ye gitmesi mümkün olabilecekti. Lakin perşembe günü üç gündür uyku yüzü görmemiş yorgun gözler, bitkinlikten solmuş çehreler bu müthiş fırtınanın sakinleşmesini beklerken, şiddetini daha da arttırdığına şahit oldular. Buna karşın yaşlı Ertuğrul’un mukavemeti o derece azalmıştı ki, artık gemiye giren suyu boşaltmaya bile imkân olmuyordu. Cansiperane gayretlere rağmen akşama doğru gemiye giren su seviyesinin yüksele yüksele kazan dairesinde külhan seviyesine çıktığı ve makine dairesini de kapladığı haber verildi. Bu uğursuz haber esasen yorgunluktan bitap düşmüş, ölüm raddesine yaklaşmış subay ve erlerin üzüntüsünü ümitsizliğe çevirdi. İşte bu sırada sancak baş omuzlukta, ufkun karanlığı içinden Oşima Adası Kaşinozaki burnunun bir ejderha gibi kıvrılarak uzandığı görüldü. Bu burun dönülünce Kobe Körfezi’ne girilecekti. Kobe rotasına dönülünce de rüzgâr ve deniz geminin arkasından alınacak ve tehlikeden uzaklaşılmış olunacaktı. Fakat on mil kadar bir mesafede bulunan bu burna varmak bir türlü mümkün olmuyordu. Burnun önünde kıyıdan yarım mil mesafeye kadar uzayan keskin kayalıklar, su seviyesinde tehlikeli banklar vardı. Onlardan uzak geçmek zorunluluğu da vardı. Ama nasıl? Kazan dairesinde yükselen su ocakları söndürmüş, makine dairesine giren su da makineyi kullanılamaz hale getirmişti. Bu müthiş fırtınada elde kalmış birkaç parça yelkenin kullanılabilmesi ne kadar mümkün olabilirdi?

Bu meşum gecede, artık kendi kendine dalgaların sevkine tabi olarak meçhul ve merhametsiz uçurumlara doğru yuvarlanıp giden bu gacırtılı seyyar tabut içinde her kesin son dakikanın yaklaştığını hissettiği, şaşkın bir hal aldığı görülüyordu. Bazıları dişleri kısılmış donmuş duruyor, bazıları sinir krizleri geçiriyor, bazıları da son anda bir şeyler yapabilmek ümidiyle oraya buraya koşuşuyordu. Makine dairesinin kaportasından aşağıya sarkarak “Fayrap !.. Fayrap !..” diye bağıranlar bile oluyordu. Gemi komutanı, süvarisi ve önde gelen subaylar köprü üstünde toplanmış büyük bir vakar ve sukûnet içinde görevlerini yapmaya çalışıyorlardı. Ama dakikalar ilerledikçe su seviyesinin yükseldiğine dair raporlar da alıyorlardı.

Ertuğrul’a giren su yalpayı daha da çoğaltmış, gemide oluşan serbest su sathı yalpaları daha da tehlikeli hale sokmuştu. Gemi üzerine sanki alabora olacakmış gibi yatıyor, sonra tekrar gıcırdaya gıcırdaya, titreye titreye doğrulmaya çalışırken, diğer bir vuruşla öteki tarafa yuvarlanıyordu. Makine ve kazan dairesindeki mürettebat yarı bellerine kadar su içinde bulundukları halde islim kaldırmaya gayret ediyorlardı. Her taraf karanlık içindeydi. Gece yarısına bir saat kalmıştı. Kurtuluş ümidi olan mevkiye, Oşima Adası, Kaşinozaki feneri hizalarına gelinmişti. Ama şimdi gemide bir büyük sarsıntı daha duyulmuştu. Kazan dairesine giren suların bir numaralı kazan yatağını çökerterek, kazanın bir tarafa yatmasına ve yalpalarda gemi alabandalarını korkunç surette dövmesine neden olduğu rapor ediliyordu. Osman Paşa, gemi inşaiye subayı ve tamirci parti bu yeni arızaya süratle bir çare bulmak için hemen kazan dairesine koştular. Zira kazan arızasından sonra Ertuğrul tamamen hareketten sakit kalmıştı. Deniz ve dalgalara tabi olarak müthiş bir şekilde kayalıklara doğru sürükleniyordu. Köprü üstünde yalnız kalan Süvari Ali Bey, hiç olmazsa demirleyerek gemiyi kayaların üzerine gitmekten kurtarmayı düşünmüş ve:

– Alesta fero ! (Demir atmaya hazır ol!)
– Bismillah fundo ! .. (Besmeleyle demir at ! ..)
demişti.

Komutaları arka arkaya vermişti. Fakat daha demir atmaya henüz başlamamıştı ki, müthiş bir gürültü işitildi. Bu gürültüyü uzun ve can alıcı feryatlar izledi.

Ertuğrul Oşima Adası’nın doğu ucundaki kayalıklara çarpmış ve daha ilk darbede dağılmıştı.

Kaynak:

Yeşim Yıldız, Ertuğrul fırkateyni, Gemi mühendisleri odası, Gemi ve deniz teknolojisi, sayı: 172, Nisan 2007

Türkçe Tarih

Atatürk’ü altınla satın almak isteyen mareşal

Önceki yazı

Bilge Kağan Yazıtı Günümüz Türkçesi

Sonraki yazı

Bu yazılar da ilginizi çekebilir

Yorumlar

Bir yorum yaz

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Daha fazla yazı Denizcilik Tarihi