0

Eski Lisan

Nedir? Asla konuşulmayan, Latince ve İbrânice gibi yalnız kendisiyle meşgul olanların zevk ve idrakine taalluk eden bir şey! Size bunun tarihini çabucak çizelim. Biz Asya’dan garba, Anadolu’ya hicret etmişiz. Din ve edebiyatı bize Arabî ve Farisî öğretmiş. Hattâ bir zamanlar resmi lisanımız Farisî olduğu gibi, padişahımız Arapça’yı bize umumî, millî bir lisan olmak üzere kabul ettirmeğe kalkmış. Hicretimizin ilk asırlarında Arabî ve Farisî birçok kelimeler lisanımıza girmiş. Bunun katiyen zararı yok. Lâkin edebiyat, sanat ve dolayısıyla tezeyyün fikri ve Farisî kaideler de getirmiş. Türkçe muvazenesini kaybetmiş. Tabiata muhâlif ve son derece sun’î bir hâl kesbetmiş. Fakat nasılsa, yine aslını esası olan fiiller ve sigaların istiklâlini muhafaza etmiştir. İşte bu istiklâldir ki, bugün bize Türkçe’yi tekrar eski safiyet ve tabiîliğini ircâ etmek ümitleri veriyor.

Edebiyatımız

Bunu da kısaca söyleyelim. Tabiata muhâlif edebiyatımızın birbirinden farklı muhtelif devreler geçirdiğini iddia etmek mânâsızdır. Edebiyatımızın tarihini yazanlar, tabiî olmaktan ziyade sârî ve irsi bir tasnif veyahut taklit saikasına mağlûp olarak bunu yapmışlardır. Mutlaka bir devre istiyorsanız, söyleyelim. Bu öyle muhtelif ve mütaddit değil, ancak iki devre vardır.

  1. Şarka doğru, İran’a
  2. Garba doğru, Fransa’ya

Vaktiyle şarka doğru, İran’a gidenleri bugün garba gidenlere benzetebiliriz. Onlar sözde Türkçe yazdıkları divanların yanına şöhret ve iktidârlarını teyid ve takviye etmek için bir de Farisî divan yapmasını ihmal etmezlermiş. Şimdiki gençlerin Fransızca manzûmeler ve piyesler tertip edip iftihar etmeleri gibi! Evet, bir takım Türk şairleri, hâkimleri hep Arapça veyahut Acem lisanı üzere yazmışlar. Padişahların, hükûmet adamlarının Farisî bilmeleri lâzım gibiymiş. Padişahlardan Farisî divan yapanlar gelmiş. Vehbî bu lisanın kolaylıkla tenessülü için Tuhfe’sini yazmış ve büyük bir hizmet ediyorum zannetmiş.

Milli Edebiyatımız

Yokmuş. Hâlâ da yok. Olanlar da muharebe ve tasavvuf tasvirlerinden ibtidâî şarkılardan ibarettir. Bu niçin? Niye bizim millî edebiyatımız yok? Sebep pek basit! İzah edelim: Edebiyat nedir? Eski nazariyeye göre ”şiir ve hayâl sanatı” değil mi? Şiirler, hemen umumiyetle denecek derecede ”aşk ve muâşaka” hikâyeleridir. Aşk, sevişmek ise dolayısıyla bizde memnûdur. Kim sevilir? On dört on beş yaşında baliğ ve güzel bir kızcağız! Değil mi? On beş yaşına giren bir kızı muhitimizde babasından, amca ve dayılarından, kardeşlerinden başka kimse göremez, (Faydalarını, kudsiyetini, hikmetini burada tekrar etmek bahsimizden hariç olan) ”tesettür” keyfiyeti buna mânidir. Bir kocalı kadın, bir dul kadın, gene bu sebeple sevilmek değil, hatta görülemez bile. Fakat bu muâşaka ihtimalinin külliyen memnu ve merdud bulunmasını edebî, içtimâî terakkilerimize mâni addetmek-bugün için- turfanda ukalalık, büyük bir hatadır. Bu memnûiyet bizi, her terakkî eden kavmin sukut ettiği o müdhiş zaaf ve zevk girdabına düşürmeyecek, başımızda hissi sersemlik fırtınaları koparmayacak bizi maddî ve menfaatle dolu yollarına sevkeylemeyecektir.

Şarka Doğru

Araplar bedeviyet sayesinde kadınlarla muâşaka edebilmişler, hakikaten müessir ve muhrik şiirler vücuda getirmişlerdir. Bizim medenî İslamiyetimiz kadınlarla erkekleri şiddetle birbirinden ayırdığından hakîkî ve marîz aşklara meydan kalmamış. Hakîkî aşklar olmayınca şairler hayalleriyle muâşakaya başlamışlar. Şiirlerinde, hakikatin o basit sadeliğine mukabil, hayalin mutantan, alacalı, boş sun’îliği husule gelmiştir. Samimi hareket edenler, hakikati yazmak isteyenler de ahlâksızlıkları Bizans hislerinden ma’mûl heykeller dikmişleridir. Nedim’in ”Hammâmnâme”si, Fâzıl’ın ”Hûbannâme”si, Vehbî’nin ”Şevkengiz”i, Rahmi’nin ”Nâme-i dil” gibi! Yüzlerini şarka doğru çevirerek yazan şairlerin hitaplarını, ahlarını, ohlarını, gazellerini, gözyaşlarını umumiyetle kadınlar için zannedenler bir sünnet çocuğu kadar masumdurlar. O neslin son şairi olan Muallim Nâci’nin son neşrolunan ”Hederler”ini okuyunuz. Bugünkülerin ihtimal mânâsını bile bilmedikleri ”hat-âver, çâr-ebrû” gibi tabirler görecek, bazı soğuk telmihlerini pek iğrenç ve ahlâksızca bulacaksınız.

Garba Doğru

Muallim Nâci öldükten sonra şark devresini hakkıyla muhafaza edecek adam kalmamış. Âkif Paşa’dan beri binasına, teşkiline başlanılan Avrupa mektebi meydan almış. Abdülhamit’in sayesinde siyaset ve ciddiyetle iştigal, külliyen lağvolunduğundan bugün kendilerine ”Dünküler” denilen eski edebî ”Servet-i Fünûn” heyeti ortaya çıkmıştır. Fikret’le Cenâb cidden güzel, fakat son derece milliyetimize, hissimize, zevkimize muhalif Fransızca şiirler vücuda getirmişler. Fâik Ali, ikinci bir Abdülhak Hâmid olmağa çabalamış. Hâlit Ziya Fransız romanlarını, hassaten Rene Maizeroy’u okuyarak sayfa sayfa nakle başlamış, hâsılı hiçbirisi esaslı ve mühim bir teceddüd gösterememişler, yalnız çalmışlar, çalmışlar, çalmışlar, eserlerinin isimlerini bile Fransızca’dan aynen aşırmışlar. Amours Defendues, Perles Noires’ları bilmiyorsanız işte bu fenadır. Zira bir gün elinize Emile Bergarac imzalı bir kitap geçer ve isminin ”Lyre Brisee” olduğunu hayretle görürseniz o vakte kadar zihninizde büyüttüğünüz Fikret’in meşhur hitabına kendiliğinden bir isim bulamayarak şu ufacık terkibi bile Fransızcadan aşırmağa mecbur kaldığına müteessir müteessif olursunuz. Otuz beş sene evvel başlayan sadeliği öldüren onlardır; tekellüm lisanıyla yazı lisanını yani tabiî lisan ile sun’î lisanı birleştirmek değil, kilometrelerle birbirinde ayırmışlardır. Onların öyle mısralarına, öyle cümlelerine tesadüf olunur ki, içinde hiç Türkçe yoktur. Eski lisanın fenalıklarından hiçbirini değiştirememişler, yalnız naatları, kasideleri, destanları, terkip ve terci-i bendleri, muhammesleri, müseddesleri, murabbaları, gazelleri, kıt’aları bırakıp yerine sahte sonelerden müteşekkil tatsız ve eskilerden daha mânâsız, mesruk, bir ”salon edebiyatı vücûda getirmişlerdir.

Bugünküler

Yani Fecr-i Âti. Bunların yegâne meziyeti ”dünküler” nâmını verdikleri eski ”Servet-i Fünûn” kümesinin mahiyetini, tamamıyla değilse bile, nispeten anlamış olmalarıdır. Fakat henüz kendileri de yeni bir şey yapmamışlar, ancak beğenmedikleri dünkülerin sun’î eserlerini sayfa sayfa tekrar etmişlerdir. Dünküler kullanılmayan kelimeleri eski kamus sayfaları arasında bularak bir muvaffakiyetmiş gibi lisana katmağa çalışırlardı ki, bugünküler yalnız bu münasebetsizliği taklit etmediler. Merhum Ahmet Şuayp, Gaston Deschampe’in kitabını ismiyle beraber-kendisi tetkik etmiş, kendisi tetebbû etmiş gibi- Türkçeye geçirip âlim şöhretini kazanmasına imrendiler. Onlar da rekâbete kalktılar. Acele ettiler, hiçbirisi Ahmet Şuayp kadar Fransızca bilmiyordu. Anlamadan tercümeye başladılar. Bugün ilmî olarak yazdıkları, yani tercüme ettikleri sayfaları karıştırırsanız cümle değil, hattâ birçok siga hataları bile göreceksiniz. Fakat vatanın bütün ümîdi gene onlardadır. Onlar zekidirler. Çok gençtiler. Tabiî okuyacaklar, çalışacaklar, tekâmül edecekler, hele hiç şüphesiz asırlardan beri bizi milli bir edebiyattan mahrum bırakan eski ve sun’î lisanı terk edeceklerdir. Evet, ümîdimiz onlardadır. Eskilerin hepsi öldü. Dünküler felce uğradılar. Artık yegâne nasipleri ölümdür. Eski lisanı yaşatan bugün ”bugünküler”dir. Onların dünküleri taklit etmekten vazgeçtikleri dakika hakiki bir fecr olacak, onların sayesinde yeni bir lisanla terennüm olunan ”millî bir edebiyat” doğacaktır.

Hastalıklar

Edebiyatımızın mâzisi, hâli hakkında muhatasar fakat oldukça vâzıh bir kritik yaptık zannederiz. Görülüyor ki, şimdiye kadar milli bir edebiyat vücûda getirmemişiz. Eskiler İran’a teveccüh etmiş, yeniler, yani dünküler kendileri için yeni bir lisan ibdâ etmeğe lüzûm görmeyerek ve mümkün olduğu kadar da bozarak hep eskilerin lisanını kullanmışlardır. Şimdi yeni bir hayata, bir intibah devresine giren Türklere yeni, tabiî bir lisan, kendi lisanları lâzımdır. Millî bir edebiyat vücuda getirmek için evvelâ millî bir lisan ister. Eski lisan hastadır. Hastalıkları, içindeki lüzumsuz ve ecnebî kaidelerdir. Evet, şimdiki lisanımızda Arabî ve Farisî kaideleriyle yapılan cem’ler, terkib-i izafî, terkib-i tavşîfî, vasf-ı terkibîler yaşadıkça saf ve millî addolunamaz. Bu lisanı kimse anlamaz. Ekseriyet bigâne kalır. Kitaplar satılmaz. Vatanda mütalâa ve tetebbû merakı husule getirilemez. Otuz milyonluk bir memlekette en büyük ve en meşhur bir gazeteden otuz bin nüsha satılamaz, en mükemmel ve müfîd kitabın satışı nadiren bini tecâvüz eder.

Tasfiye

Bunu nasıl yapmalı? ”Dernek”in arkasına takılıp akîm bir irtica doğru, ”Buhara-yı Şerif” deki henüz mebnâî bir hayat süren, müthiş bir vukûfsuzluğun, korkunç bir taassubun karanlıkları içinde uyuyan bundan bir düzine asır evvelki günleri yaşayan kavimdaşlarımızın yanına mı gidelim? Bu bir intihârdır. Bu, seri’ ateşli toplarımızı, makineli tüfeklerimizi bırakıp yerlerine; düşmanlarımız gelince-kavimdaşlarımız gibi- üzerlerine atacağımız suları kaynatmağa mahsus çay semaverleri koymağa benzer. Hayır. Beş âsırdan beri konuştuğumuz kelimeleri, me’nûs denilen Arabî, Farisî kelimeleri mümkün değil terk edemeyiz. Hele aruzu atıp Mehmed Emin Bey’in hecâî vezinlerini hiçbir şair kabul etmez. Konuştuğumuz lisan, İstanbul Türkçesi en tabiî bir lisandır. Klişe olmuş terkiplerden başka lüzumsuz ziynetler asla mükâlememize girmez. Yazı lisanıyla, konuşma lisanını birleştirirsek edebiyatımızı ihya yahut icât etmiş olacağız. Maharetimizi, sanatımızı, zekâmızı yalnız beş on kişilik bir edip kümesi takdir etmeyecek, karşımızda anlayan, takdir eden alkışlayan ve mükâfâtını veren bir ekseriyet bulunacak.

Nasıl?

Nasıl mı? Pek kolay! Biraz fedakârlıkla herkes yapabilir. Bakınız, biraz zahmet demiyoruz. Zira tabiî bir hareket için zahmet ve ıztırâba lüzum yoktur. Biraz fedakârlık! Son asrın nihayetlerine doğru garpta kadınlar kendilerini pek şehhâr gösteren o dar korsalardan nasıl vazgeçtiler, nasıl mevhûm ve itibârînî güzelliklerinden biraz feda ederek evvelâ kendi sıhhatlerine dolayısıyla ilerde doğuracakları neslin âkıbetini te’min ettilerse biz de öyle yapacağız. Türkçe kaidelerle terkip yapılabilir. Arabî ve Farisî kaidelerle niçin yapıyoruz. Bu bir ihtiyaç mıdır? Hayır, biz onları süs için yapıyoruz. Şüphesiz süs için! İşte bundan vazgeçelim. Lafza tapmayalım. Eserlerimiz yaldızlı mukavvadan bir heykel olmasın, fikre, hisse ehemmiyet verelim. Yazılarımız sâde, beyaz, muhteşem, kavî, ebediyete namzet, mermerden âbideler olsun! Bunu ihtiyarlar, bunu dünküler yapamazlar. Hiçbir ölü mezarını kendisi kazamaz. Onlar tabiî yaşamak isterler. Hayatları eksiklikle kaimdir. ”Yeni” olanların en büyük düşmanıdır.

Milliyete Doğru

Hareket zamanı artık gelmiş ve hattâ geçmiştir. Mâziye, düne, zevke, itiyâda aldanarak maddî düşünmekten vazgeçmeliyiz. Düşünmeli, gene düşünmeli, tekrar düşünmeli ve kat’î kararımızı vermeliyiz. Lisanımızı böyle dağınık, meçhul, istidatsız bırakan nedir? Arabî ve Farisî kelimeler mi? Asla! Bir ihityaç neticesi olarak girenler bizim olmuş. İmlâlarını muhafaza etmekle beraber ”Türk” olmuşlardır. Sem’, kafiye, Arabî ve Farisî cem’ler terkipler yapmak için sırf süsü, sırf ziynet için girenler bu sebepler kalkınca tabiatıyla savuşurlar. Bize vâsi bir lisan lâzım, lâkin muntazam ve mazbut olmak şartıyla! Dünyanın en mükemmel, en basit, en sade ve tabiî bir sarfı olduğu bütün lisan âlimlerince iddiâ ve beyân olunan Türkçe sarfımızı tanımalı, onun üzerine ifsâd edici bir leke gibi düşen ecnebi kaideleri atmalıyız. Arabî ve Farisî edatları asla kullanmamalıyız. Hele terkipleri mutlaka mutlaka Türkçe kaidesiyle yapmalıyız. O vakit lüzumsuz olan bazı Arabî ve Farisî kelimelerin kendi kendilerine savuştuklarını göreceksiniz.

Tasfiye Sarfi

Bu pek küçük olacak, fakat maddeleri az kanunlar nasıl kuvvetli ve mükemmelen riayete elverişli ise bu da öyle sâde ve kat’î! Arabî ve Farisî terkipler atılacak. Hangileri müstesnâ olacak? Evvelâ şunu söyleyelim ki, ilmî, fennî ve edebî ıstılahlara şimdilik dokunamayız. ”Mûhitü’l- maarif” heyeti teşekkül etti. Bütün ıstılahlara kat’î bir şekil verecek. Biz onları bir kelime gibi kabul edeceğiz. Terkip nazarıyla bakmayacağız. Bakınız, sonra nasıl:

  1. Arabî ve Farisî kaideleriyle yapılan bütün terkiple terk olunacak. Tekrar edelim: Fevkalâde, hıfzü’s-sıhha, darb-ı mesel, sevk-i tabiî gibi klişe olmuş şeyler müstesnâ!
  2. Türkçe cem’ edatından başka katiyen ecnebi cem’ edatları kullanılmayacak: İhtimalât, mekâtib, memurîn, hastagân yazacak yerde ihtimaller, mektepler, memurlar, hastalar yazacaksınız. Tabiî kâinat, inşaât, ahlâk, müslüman gibi klişe haline gelmişler müstesnâ!
  3. Diğer Arabî ve Farisî edatları da atacaksınız! Eya, ezmen, an, ender, bâ, berây, bî, na, ter, çi, çent, zihî, âlâ, fi, kâin, gâh, gin, âsâ, veş, ver, nâk, yâr! gibi edatlar terk olunacak; ancak tekellüme girmiş, tamamıyla Türkçeleşmiş olan ama, şayet, şey, keşki, lâkin, nâşi, hemen, hem, henüz, bari, yani! gibileri kullanılacak. Unutmayalım ki, terk olunmasını arzu ettiğimiz bu edatlar kullanılsa bileterkip kaideleri gibi lisanın tekellümüne giren ”sanatkâr” gibi kelimeleri serbestçe söyler ve yazabiliriz.

İsimler ve Sıfatlar

Farisî kelimeleri Arapça mastarları Türkçemizdeki mânalarına göre isim veyahut sıfat telâkki edeceğiz. Farisî ve Arabî nisbet mânâsını ve edatını hâiz olan kelimelere umumiyetle sıfat diyeceğiz. Lisanımızda yalnız Türkçe kaideleri hükmedecek, yalnız Türkçe, yalnız Türkçe kaideleri! Türkçenin mekânizmasını bozan Arabî ve Farisî kaideleri bilmeyeceğiz. Anlamayacağız. Bu adım kat’î olacak, yeni lisanla ilmî, fennî ve edebî yazılar yazacağız, hikâyeler, telif şiirler tanzim edeceğiz ve eskilerden kimse, hattâ Edebiyat-ı Cedide’nin hattâ Tanîn’in şimdi susan o me’yus ve müteheyyiç münekkidi bile artık mütahakkimâne: ”bizim lisanımızı, dünkülerin lisanını telaffuz ediyorsunuz ve senelerce telaffuz edeceksiniz” demeğe cesaret edemeyecek. Görecekler ki, bu lisan başka bir şeydir. Saftır, tabiîdir, Fuzulî ve Nef’î lisanının bir karikatürü, bir taklidi, bir harâbesi bir pastişi yani dünkülerin, kendilerinin lisanı değildir. Şüphesiz ihtiyarlar mevcudiyetlerini muhafaza etmek hissine mağlup olacaklar, ölümlerini tahakkuk ettirecek, henüz altında kımıldadıkları taze kabirlerinin üzerine bir nisyan âbidesi dikecek olan bu teşebbüse tenezzül etmiyorlarmış gibi-hücum etmezlerse bile-düşman kalacaklardır.

İmlâ

Arabî ve Farisî kelimelerin imlâları şiddetle, dini bir taassupla muhafaza olunacak. Türkçelere gelince, mühim iltibasları men etmek için, şimdilik, ma’kul ve mutedil bir tarzda ”hurûf-imlâ” kullanılacak! İmlâ meselesini zaman halledecektir. Onun için burada muhakemeye lüzum görmüyoruz. Teşekkül edecek ”Encümen-i Dâniş”lerin azâları tabiî ihtiyar olacak. Onlar da bu meseleyi halledemeyecekler. Hükûmetin lisan ve edebiyatla münasebeti olan kısmı, yani resmî âlimler daha yirmi beş sene evvel bizim ”ihtiyarlar ve ölmüşler!” dediğimiz dünkülere ”Üdebâ-yı Cedide” ye bülüğa ermemiş çocuklar nazarıyla bakacaktır. Onları, dört elle sarıldıkça sarıldıkları eskiliği, maziye terk ederek biz gençler kendimiz çalışmalıyız! Siyasî ve içtimâî inkılâplarda, ihtilâllerde iş başına, en öne nasıl gençler, nasıl küçük rütbeli yahut hiç rütbesiz gençler geçiyorsa ilmî ve edebî ihtilâllerde de yine öyleleri geçmelidir. Fenalığını hiç kimsenin inkâr edemediği eski lisanı ancak gençler esasından değiştirecek ve bir yenilik husûle getireceklerdir. Yoksa edebiyatı; sultânî mektepleri edebiyatı muallimlikleri imtihanları için tertip olunan gülünç suallerden ibaret zannedenler değil…
Çalışmalıyız. En muğlâk mevzûlarından yeni lisanla tercümeler yapmalı, yazılar yazmalı, manzumeler vücuda getirmeliyiz. Bu maddî delillerdir ki isyan ettiğimiz eski lisanı devirecek, yerine tabiî ve millî lisanı yükseltecektir.

Gaye

Herşeyi hükûmetten beklemeyelim. Bu irsi hastalığı tedavi edelim. Artık lisanımızın ıslah ve tasfiyesini de, hükûmete, Maarif Nezaretine bırakır ve beklersek vay halimize!… Maarif Nazırı Efendi Hazretleri dünyanın en namuslu en âlî, en temiz kalpli bir adamıdır. Kendini bütün hizmetlerimizle selâmlar ve isimlerini işitince kırk beş derecelik bir zaviye hâsıl ederek eğiliriz. Bu bizim vicdanî, içtimâî, siyasî ve mukaddes bir vazifemizdir. Bununla beraber bu muhterem, bu büyük, bu mütebahhir zatın cümlelerin tarzları ve teşekkülleriyle muzaf ve muzafunileyhlerin, sıfat ve mevsufların evvel ve ahir gelmelerinden dimağında hâsıl olan intibaın, fen nazarındaki mahiyetini tanımadığını itiraf etmeğe mecburuz. Yaşının ve itminanının tesiriyle yeni felsefeye fennin her hakikati çırılçıplak ortaya çıkaran yeni nazariyelerine, yeni hareketlerine yabancıdır ve kendilerine benzeyen zâtlar Fransa Encümen-i Dâniş’inde de az değildir. Çünkü bu yabancılık bir iktidarsızlık sayılmaz. Kim bilir ne güzel belâgat meâni, mantık, fıkıh ve sâire bilirler. Fakat psikoloji, fizyoloji gibi yeni ilimleri?… Hiç! Yahut pek az! Bunları bilen, bunlarla muhakeme eden gençler, gençler, gençlerdir. Ömürlerini mâziye hasretmeyip daima müstakbele, fenne, ziya ve hakikate koşan yine gençlerdir. İhtiyarlarla, ihtiyar gençler artık hiçbir vakit ekseriyeti teşkil edemeyecekler ve bu sebeple muhterem Maarif Nâzırı Efendi Hazretlerinin riyasetinde toplananların ilmî ve edebî (siyasi değil) fikirleri yalnız kendilerine, yani maziye münhasır kalacaktır. Biz, bütün karanlıklardan uzak hür ve müstakil, ilim ve edebiyat için çalışcağız. Gâyemiz milli bir lisan, milli bir edebiyat vücuda getirmek olacaktır.

Ey Gençler

Ey gençler! Ey bugün eski devirden kalma mekteplerin dar dersanelerindeki kuru sırlar üzerinde müstakbeli kazanmak için çalışan gençler, sizi bekleyen vazifeler pek ağırdır. Siz, bütün dünyaca siyasî ve içtimâî mevcudiyeti silinmek istenilen bir milleti kurtaracaksınız. Evet, bütün dünyaca. Avrupalıların hilâl ve salip nâmına yaptıkları haksızlıkları şüphesiz biliyorsunuz! Unutmayınız ki etrafımızdaki Bulgar, Sırp, Karadağ, Yunan hükümetleri ihtizar dakikalarımızı beklediklerini saklamıyorlar. Rumların, Bulgarların, Sırpların Osmanlılık vatanındaki mektepleri meydanda! Oralarda şiddetli bir Türk düşmanlığı tâlim olunuyor ve bunu bütün dünya biliyor, gazeteler yazıyor. O halde korkmayınız, sizin bilmenizde bir beis yoktur. Mehmed Ali’nin çocukları bir vakit Mısır’da ”Türkçe” nin tekellümünü nasıl men edip Türklüğü oradan tardeyledilerse bugün Suriye’de de lisanımıza karşı buna benzer bir istiğna görüyor, oralarda ”İstiklâl Fırkası” nâmıyla bir Arap cemiyeti olduğunu, hattâ cemiyetin reisinin Avrupa gazetelerine muhbirlik ettiğini anlıyoruz. Arnavutların bir kısmı tarihteki kardeşliğimizi unutarak millî bir lisan, millî bir edebiyat ihdâsına çalışıyor ve fetvalara İslâmiyet kaidelerinin esaslarına rağmen Hıristiyan harflerini, Latin harflerini kabul tâmîm için cehd ve gayrette bulunuyorlar. Siyonizmin bile miskin irticâî emelleri bizim zararımıza müteallik gibi duruyor. Harici düşmanlarımızın kırmızı pençeleri, bu pençelerin zehirli tırnakları içimizde, kalbimizin üzerinde kımıldıyor. Ey gençler, bunları siz duymuyor musunuz? Yirminci asırdaki vasi ve müdhiş ”ehli salip teşkilâtı” silahsız ve medenî hücumlarını zavallı yetim hilâle, bizim üzerimize, Osmanlı Türklüğüne tevcih ediyor. Beş yüz, altı yüz sene evvelki mağlubiyetlerin intikam heyecanları bugün kabarıyor ve siz ey gençler, hâlâ uyuyor musunuz?

Netice

Uyanınız, galebe için düşmanlarımızı tanımak lâzımdır ve biliniz ki bu asırda muhârebeyi ordular yaparsa da muzafferiyeti asla kazanamaz. Muzafferiyet intizam ve terâkkinindir! İşkodra’dan Bağdat’a kadar bu kıtayı bu Osmanlı memleketini işgal eden Turanî ailesi, Türkler ancak kuvvetli ve ciddi bir terakki ile hâkimiyetlerinin mevcudiyetlerini muhafaza edebilirler. Terakkî ise ilmin, fennin, edebiyatın hepimizin arasında intişarına vâbestedir. Ve bunları neşr için evvelâ lazım olan millî ve umumî bir lisandır. Millî ve tabiî bir lisan olmazsa ilim, fen, edebiyat gene bugünkü gibi bir muamma hâlinde kalacaktır. Asrımız terakki asrı, mücadele ve rekabet asrıdır. Biz bir köşeye çekilir Nedim’in parlak fakat tabiata muhâlif terkiplerini terennümedersek mezarımızı kendi elimizlekazmış oluruz. Ancak zevk ve şehvet, riya ve temellük mevzularına lâyık olan o süslü lisanı, beş asırlık bir mantıksızlığın, bir tuhaflığın doğurduğu dünkülerin lisanını terk edelim. Esaslarıyla kaideleriyle yaşayacak olan Türkçemizi yazalım. Eski ve dünkü edebiyatımızın mâhiyetini işte deminden hülâsa ettik. Acemistan ve Fransa’dan çalınmış şeyler! Onlara katiyen ehemmiyet vermeyiniz ve biliniz ki, edebiyatımız hakikatte bizim tarihimiz ve milliyetimiz için bir şan değil, bir şeyndir.

Evet, ey gençler! Hepimiz yeni lisanı ihyâ ve icada çalışınız, zekânızı maharetinizi, dünküleri körü körüne taklîde değil, yeni lisanı vaz’ ve tesîse sarf ediniz. Yazdığınızı herkes anlarsa, severse kitaplarınız çok satılacak, sengin olacak, sa’yınızın mükâfatını göreceksiniz., dünküleri taklit etmekte devam ederseniz, bir gün nihayet onlar gibi mey’us olarak yazı yazmağa tövbe edecek ”otuz milyonun lisanı” diye telif ettiğiniz kitabın beş yüz tane satılmadığını, kağıt parasını çıkarmadığını görecek müteessir olacaksınız. Siz muhafazakârlık ettikçe, yani mâziye muhip ve sâdık kaldıkça kaybolacak olan şahsi menfaatleriniz yanında âlî, muhterem, büyük bir menfaat, milli menfaat da kaybolacaktır. Bunun için mes’ulsünüz. Eskiler ve dünküler idraklerinde mahdut ve masumdurlar. Sathî ve behimî düşünürlerdi, onların gâyesi ”hâl ve mâzi” idi, sizin gâyeniz istikbâl, istikbâl, istikbâldir. Sizden sonra gelecek olan nesil, idrâkinize rağmen muhafazakâr ve mâziye muhip kaldığınızı görürse size ebedi lânetler edecektir!

Türkçe Tarih

Türkçü başöğretmen Atatürk

Önceki yazı

İstanbul halkı ve Cumhuriyet

Sonraki yazı

Bu yazılar da ilginizi çekebilir

Yorumlar

Bir yorum yaz

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Daha fazla yazı Osmanlı Tarihi