0

Tebriz’in sayılı tacirlerinden Bezzaz Hacı Ali Rüstembeg Semerkandi Ağa’nın küçük kasrında, büyük telaş yaşanmaktaydı. Ev ahalisinin yanında, yeğenler, uzak yakın hısım akrabalar, komşular, köleler, hamallar, hizmetliler daha sayılmayacak kadar insan, ucu bucağı belirsiz, gölgesi bol bahçeden eve, evden bahçeye koşuşturuyordu. Kimisinin başında kalayı ayna çatlatan kap kacak, kimisinin elinde simi göz kırpan çul çaput, bazısının omzunda şöylece yılan gibi akıp gitmeye hazır ipekten halı kilim, bazısının kolunda şıngırtılı mıngırtılı cam porselen ve daha neler… Her an patlamaya hazır un çuvallarının yanında pastırmalar, kurutulmuş etler, peksimetler, kaklar dizilmiş, yiyeceklerin çevresine dağ gibi yorganlar, yataklar yığılmıştı… Tüm bu eşyalar, bahçenin tam ortasındaki havuzlu, eyvanlı meydana karmakarışık konulmaktaydı. Evle meydan arasındaki yol, buğday, mercimek, pirinç tanesi, ekmek kırıntısı, çul çaput, bez, çorap döküntüsü, cam porselen kırıklarıyla döşenmişti sanki! Koşuşturanlar evden dolu dolu çıkıyor, geriye eli boş dönüyordu. İnsan, uzun süre seyretmeye kalksa, koşuşturmaların hızından muhakkak başı döner, yorulurdu.

Bu manzaranın ortasında hiç telaşsız, odaları tek tek dolaşan birisi vardı: Hacı Ali Rüstembeg Ağa. Aksakallı adam, her odanın kapısını sükûnetle açıyor, aradığını göremeyince, kimseye bir şey demeden bir sonraki kapıya yöneliyordu. Bunca insandan hiç biri Hacı Ağa’ya ne aradığını sormaya cesaret edemiyordu. O, gerek görürse ne istediğini pekâlâ sorardı.Hacı Ali Rüstembeg hiç üşenmeden kasrın tüm odalarına tek tek baktı. Çevresinde olan bitenle hiç ilgilenmedi. O hedefine kilitlenmiş avcı kuş gibiydi…

Evde araması bitince, bahçeye çıktı. Bahçede müştemilatı dolaşmaya başladı. Önce hizmetli evlerinde, ardından ambar ve kilerde aramasını sürdürdü. Aradığını bulamayınca, ahır ve yemliklere yöneldi. Hâlbuki bu kısımlara sık uğramazdı. Görenler, bunu onun evine veda etmesine yordu. Kolay değildi tabii… Sen bir koca Bezzaz Hacı Ali Rüstembeg Ağa ol, sonra işte böyle bir ayrılık olsundu yurdundan yuvandan! En son kümes olarak kullandıkları yarı karanlık yapıya geldi Hacı Ali Ağa. Önce içeriyi dinledi, hiç ses yoktu. Sonra eski tahta kapıyı yavaş ve gıcırtılı bir sesle araladı. Kümesin içi birden aydınlandı. Hacı Ağa’nın gözleri önce kısıldı, sonra iyice açıldı, içeriyi yavaşça seçti. O anda, içerdeki manzara donup kalmış bir resim gibiydi… Başına sardığı kırmızı poşuya tam alnının ortasına gelecek şekilde tavuskuşu ve türlü renkteki kuş tüylerini takmış, çenesine küçük kırmızı bir tüy yapıştırmıştı yaşlı kadın, onunla da kalmamış, rengârenk libasları üst üste giymiş, kuşağının arkasına havaya dikilmiş kuyruk gibi çalı süpürgesi bağlamış, gözlerine sürdüğü sürmeyi abartıp taşırmış, yanaklarını kırmızıya boyamıştı. Kapı açıldığında, bayram maskarasına dönmüş kadın, belini kırıp öne doğru eğilmiş bir hâlde yakalandı yaşlı adama… Kendisi her ne kadar şaşkın baksa da, sevimli bir çocuk havasındaydı. Adama, rüzgârsız bir havada öylece sallanmadan duran, renkli çaputlarla donanmış dilek ağacını hatırlattı. Kadının üstüne eğildiği nişin içindeki yumurtalarının üstüne yatmış anaç tavuk, ilk anda kapıya dönüp baksa da, ibiğine abanmış bu garip yaratığa çevirdi hemen gözlerini. Anaç tavuğun tedirgin olduğu hiç kıpırdamadan, efsunlanmış gibi bu garip kılıktaki kadına dehşet içinde bakmasından belliydi…

Yaşlı olmasına rağmen, genç kalabilmiş insanlara has güzel bir yüzü ve hınzırca bakan pırıl pırıl gözleri vardı kadının. Böyle bir halde yakalanmış olmanın mahcubiyetiyle küskün baktı adama. Hacı Ali Ağa bir süre öyle sessizce durdu, zaten her zamanki hâliydi bu. Kadın, adamın nasıl bir tepki vereceğini, yüzündeki ifadeden anlamaya çalıştı. Hacı, önce elini apak pamuk gibi sakalına götürdü, sonra aniden patlarcasına attığı kahkahasıyla anaç tavukları ürküterek kümes içinde bağlık çığlık uçmasına yol açtı. Bu, bendini yıkmış, kabarıp taşmış, kalın perdeden gür sesi, sık ve serin gölgelikli bahçede eşya taşıyan kaytaran, yaşlı genç, kör sağır, herkes duydu. Duymakla da kalmadı, aynı sesi başkalarının da duyduğundan emin olmaya çalıştı. Çünkü bu sesin Hacı Rüstembeg’ten çıkmış olması kadar fevkalâde bir şey olamazdı. Bahçedeki onca aile ferdi, yılların hizmetlisi, yanaşması, kölesi, Rüstembeg Ağa’dan böyle bir kahkahayı, rüyalarında duysa inanmazdı. O, her sözünü, her hareketini haddeden geçirmeden ortaya salanlardan değildi şüphesiz. Şimdi ne olmuştu da bir çocuğun yapacağını yapmıştı? Ama böyle bir ortamda bunu da hoş gördüler. Ne de olsa yaşananlar, güçlü bir fırtınanın, asırlık ağaçları kökünden sökmesi, kâşaneleri yıkması gibiydi… Bu durumda savrulan, devrilen, yıkılan nesneler ayıplanmazdı elbet.

-Ne olmuş yani? diye çıkıştı kadın, hâlinin garipliğine bakmadan üstelik. Hacı Ağa susmuştu.

-Senin çakır gözlü gelinin balası istediydi. Onun için…

-Kurbanbeg için mi? diye sordu Hacı Ağa sakince. Kocasının kahkahasına şaşırsa da, adamın her zamanki yumuşaklığıyla konuşması, kadının cesareti yerine getirdi.

-Beli, o istediydi, bilirsin tavuğu cücüğü sever, hep onlarla oynar…

-E? diye dargınmış gibi başını öne eğdi Hacı Rüstembeg,

-Şimdi bunun sırası mıydı?

Kadın hiç sesini çıkarmadı. Adam başını kaldırınca gözlerindeki alaycı bir pırıltı ortaya çıktı.

-Yani şimdi herkes işin bir ucundan tutmuş hazırlık görürken, sen bu hayat memat meselesini bırakıp yumurtadan çıkacak cücükler, sürmeli, ibikleri kan kırmızı, tüyleri parlak olsun diye mi bu kılığa girdin? Kadının güveni iyice yerine geldi, Hacı’nın kızmadığını anlamıştı. Gerçi Hacı Ağa’dan bir kez bile olsun korkmuşluğu yoktu, ama onu kırmak korkusu her zaman içini titretmişti.

-E, Hacı Ağa, bu tavukları yanımızda nasılsa götüremeyeceğiz, ben bunları Kurbanbeg’e verdimdi. Şimdi bala da istedi, nene ne olur anaç tavuğa güzel tavuk suretinde görün de, cücükler şöyle sürmeli, kan kırmızı çıksın yumurtadan diye. O işleri nasılsa yapan birileri var: Koca koca oğulların, Gülbahar gelinin var… Ben de balanın istediğini yapayım bari dedimdi.

Sonra Hacı’ya bir güzel çıkıştı kadın:

-Ben yapmasam kimse yapmaz böyle işleri hem! Sen bunu kolay mı sanırsın Aksakal Hacı? Ben bunun için bir nice hazırlık yaptım. Bu da lazım böyle zamanlarda!

Sonra durup yaptıklarını coşkulu el hareketleriyle anlatmaya başladı, hâlindeki gülünçlüğün farkında bile olmadan.

-Sabah Kurbanbeg’i erkenden uyandırıp çengi sürmesi yaptım: Önce bir güzel zeytinyağına batırdığım bezi yaktım. Sonra su koyduğum tepsiyi üstüne tuttum ki, is biriksin altında. O yağlı yağlı, kapkara, incecik isi toplayıp kamış borunun içine doldurdum. Sonra tavuk teleğini batırıp batırıp kendi gözüme de, Kurbanbeg’e de bolca sürdüm…

-Çocuk gibisin Bostan Hatun! Ne diye bunca zahmet edip çengi sürmesi yaptın? Sanki bizde sürmenin en âlâsı yokmuş gibi? Demezler mi, sürmenin âlâsı Hindistan’dan, Türkmen’in hası Horasan’dan diye?

-Ama hiç kendi yaptığım sürme gibi olur mu Hacım Ağam? Hem Kurbanbeg’le birlikte yapmamız hoşuna gidiyor dedesi!

Sürmeli gözleri bir çocuk neşesinde ışılayan kadın öyle tatlı gülümsemekteydi ki Hacı Ağa teslim olmak zorunda kaldı.

-Tamam, zahmet etmişin ama çok yakışmış cânım Bostan.

Aldığı iltifattan memnun olan kadın, daha cesur konuşmaktaydı artık:

-Öyle ya, nasılsa bu cücükler yumurtadan çıkacak, hiç olmazsa sureti de güzel olsun. Sen çocukken akpürçekli nenene yaptırmadın mı sanki bunu?

Hacı Ağa’nın eli tekrar sakalına gitti, az kalsın ucunu ağzına alıp emecekti. Bu alışkanlığını düşünceye daldığında farkında olmadan yapmaktaydı. Kadının sözü üzerine bir an kendi nenesine yaptırdığı güzel tavuk suretini hatırladı. Ne güzel yapmıştı akpürçekli nenesi? Onu, tavukların önünde rengârenk, tüylü kuyruklu haliyle, bir o yana, bir bu yana raks ederken kapı aralığından izlemişti. Ninesi, üstündeki tüyleri, gözündeki sürmeleri, yüzündeki boyaları tavuklar iyice görüp hafızalarına nakşetsin diye, bir o yana dönmüştü, bir bu yana… Hatta sırtını dönüp süpürge bağladığı kalçasını da sallamıştı her bir tavuğa ayrı ayrı. Dehşete kapılmış tavukları bu garip rakkaseye büyülenmiş gibi bakarken hatırlıyordu şimdi… Ama nenesi, torununu fark ettiğinde hemen tuhaf raksını kesmiş, utançla başını eğmişti.

-Can Ali, sen ne zamandır buradaydın? diye mahcup sormuştu.

Ali başını eğmiş bir şey diyememişti nenesine…

-Sen şimdi bunu can Kurbanbeg için mi yaptın yani?

-Ne sandın, kimin için yapacağım ki?

-Hiç, öyle sordum, yani kendin için yapma da…

Kadın ilk kez gülümsedi, inci gibi parlak dişleri vardı hâlâ… Yaşına rağmen yüzünün benzersiz güzelliği, bu yumuşacık gülümsemeyle buluttan sıyrılan ay gibi kendini fark ettirdi:

-Gözbebeğim Hacım, kendim için de yapardım ama şimdi sırası değil, diye üstüne alınmamış gibi yaptı.

Rüstembeg Ağa, güya kızıyordu ama tavırlarında ilan-ı aşk hâli vardı:

-Bostan Hatun, de hele: Şimdi Kurbanbeg’in gönlü olsun diye güzel tavuk suretine girme sırası mı, yoksa işin başına geçerek her şeyin düzenli bir şekilde taşınıp istiflenmesine nezaret etme sırası mı? Sen bu evin hatunu, bunca adamın kadın ağası değil misin?

Kadın birden umursamaz oldu, silkindi olduğu yerde, âdeta yeniden gençleşti.

-Aman Hacı Ağa, bunca ev ahalisi var! Âsarlık kethüdân var. İki kazan, üç halı, gerisi çul-çaput! Sen ki otuz yıldır ne paraya, ne mala değer verirdin, bu telaş niye Nur-u Cihan’ım? diyerek nazla kuyruğundaki süpürgeyi fırlatıp attı.

Hacı Rüstembeg, gülümsedi, onun da dişleri bembeyaz ışıldadı, ak bıyığının altından:

– Sen de suçunu bilirsin de, beni en hassas yerimden vurursun canımın Bostan’ı!

Hacı Ali Ağa birden kederlendi, ancak kendinin duyabileceği bir sesle,

-Otuz yıl oldu mu ki, ne çabuk geçti? diye hayıflandı.

Bu hınzır, bu edâsı cana can katan, bir bakışıyla mülkler yıkan, tekmil Tebriz’i birbirine katan, zakkum gibi acı Ali’yi şeker şerbet yapan, bu delişmen Bostan’la otuz yıl geçirmişti, öyle mi? Hacı Ali aslında değil yılını, ayını, gününü bile unutmamıştı Bostan’la geçirdiği bir ömrün…

TEBRİZ’İN AYNASI

Tebriz çalkanıyordu, duyanlar söyleyenlere, görenler gözlerine inanmıyordu. Olmaz denilen şeyler olmuştu bugün. Bu, eski Oğuz töresinde bile Korkut Ata hikâyelerinden ancak bir temsil olabilirdi. Böyle bir olaya ne kendileri, ne de ataları şahit olmuştu. Söylenenlerde az bir gerçek payı varsa da, gerisi, nefesi kuvvetli, çenesi bereketli, meydanı bol, âdemi mal bulanların uydurması olsa gerekti. Kürem kürem insan işi gücü bırakmış, kimi atlı, kimi piyade, Hacı Kırı’na yeldiriyordu. İçlerinde ineği davarı otlakta, bebeği balayı kundakta, yemeği aşı ocakta, yaşlıyı yatalağı sıcakta, dükkânı tezgâhı açıkta bırakmış olanlar vardı elbette! Çarşılar, sokaklar, hanlar, hamamlar, evler barklar boşalmıştı. Kalabalık arasından bu benim neme gerek, yaşını başını almış, bir ayağı çukura kaymış bir adamım, oturayım oturduğum yerde diyen bir kâmil âdem yoktu…

Bu sırada kentin ileri gelen, tanınmış ailelerinden Bezzaz Semerkandilerin büyük oğlu Ali Rüstembeg Ağa, atalarının yaptırdığı Bezzaz Semerkandi Hanında, demirli pencerenin önüne oturmuş, yarı karanlık, binbir türlü kumaşla dolu dükkânda kitap okumaktaydı. Genelde bu vakitte alış veriş çoktan başlamış olması gerekirken, niyeyse handa bir tenhalık vardı bugün. O, bir yandan bunu düşünüyor, bir yandan da elindeki kitabı okumaya çalışıyordu. Kitaba olan merakını bilen birisi vermişti elindekini. Yakınlarda ölen bir tacirin oğluydu bu adam. Atası, seferlerinin birinde almıştı kitabı. Okuduklarını iyice anlamak için dikkatini verdiğinden, dışarıda olup bitenlerin farkında değildi oğlan. Onun bu haline alışkın tezgâhtar seslendi:

-Ağa, baksana dışarıda ne oluyor?

Ali Rüstembeg gönülsüz başını kaldırdı. Her zaman kalabalığı olan dükkânlar bugün boşalmış, son birkaç bez satıcısı da kapılarında merakla müşteri aranmaktaydı… Pencere önünden geçen adama seslendi Rüstembeg Ağa:

-Hayırdır, ne oluyor böyle, herkes nereye gitti?

Ağa’yı iyi tanıyan genç, biraz da senin ilgileneceğin şeylerden değil gibisine, umursamaz konuştu:

-Hiç. Dediklerine göre, Hacı Kırı’na bir oba konmuş…

-E, ne var bunda? İlk kez mi oluyor böyle bir şey?

Genç sıkılmış şekilde,

-Yok, öyle değil, bu başka, diye bir şeyler geveledi ağzında.

Rüstembeg tam başını yeniden kitaba gömecekken karar değiştirip sordu:

-Nesi başkaymış?

Genç, Rüstembeg’ten kurtulup bir an önce savuşmak için acele konuştu:

-Başkası şu Ağa: Obanın Beyinin bir kızı varmış. Görenlerin dili tutulmuş, gözü yumurta akı gibi kara yere dökülmüş!

Rüstembeg eliyle havayı defledi.

-Aman, sen de! Hiç mi kız görmedi bu millet? Bir duyan, Allah bilir, yanına bin katıp anlatıyor. Nasılsa avare millete söylence, ipsiz takımına eğlence lazım! Hem sen iş güç sahibi adamsın, tezgâhını bırakıp nereye gidiyorsun avanak?

Delikanlı ayıplanmanın kızgınlığıyla çıkıştı:

-Ağa, senin evlenmek gibi, ev kurmak gibi bir kaygın yok tabii. Hayatta oku, oku, oku… N’olcaksa! Sana lazım bir şey değil elbet, bu iş bizim gibi avanağa layık. Ama bu sadece kızın güzelliği meselesi değil ki, bizi böyle alaya alırsın?

Komşusunun çıkışması, Rüstembeg Ağa’yı da kızdırdı.

-Neymiş bu mühim mesele o zaman?

Genç adam son noktayı koyup bir an önce gitmek için kısadan söyledi:

-Ağa, kızın atası obanın beyi imiş. Kıza o kadar çok talip varmış, amma kız hiç birine mâkuldur, makbûldur, huyuma husuma uygundur dememiş. Kendisine uygun adam için, şehir şehir, oba oba gezermiş kız. Bu öyle yiğit olmalıymış ki, bey kızının atını yenecek, okunu geçecek hünere sahip olsun! İşte şimdi millet Hacı Kırı’nda bu kızı alt edip, kendine hatun eylemek için yarış yaparmış.

Son sözünü söyleyen genç adam gereksiz vakit kaybetmenin hırsıyla hızlı adımlarla uzaklaşıp gidiverdi. Rüstembeg Ağa kitaba dönmek için başını öne eğdiğinde farkında olmadan birkaç teline ak düşmüş sakalını yakalayıp ağzına tıkıverdi. Bir yandan sakalını gevişliyor, bir yandan da okuyorum sanıyordu. Birkaç sayfa okuduğunu sanarak okudu. Sonra okumadığını anlayarak hırsla soludu… Etrafına şaşkın baktı.

-İsmi neymiş acaba?

-Buyur Ağa, bir şey mi dedin?

Ağa hâlâ şaşkın tezgâhtara baktı, boş gözle.

-Rüstembeg Ağa, eğer sen gideceksen git, gerçi senin bu tür şeylere gideceğini sanmam ya! Yok, sen gitmeyeceksen ben bir yol gidip bakayım şu Türkmen’in Leylası’na! Öğle vaktine kadar dönerim.

Ali Rüstembeg, dalgın söylendi:

-Türkmen’in Leylası mı? Adı Leyla’ysa, güzeldir muhakkak!

-Yok, adı Leyla değil. Ben yani benzetme yaptım canım, hani çok güzel diyorlar ya, ondan işte!

Rüstembeg yerinden fırladı.

-Sen benim o madrabaz Uygur’dan aldığım atı getirsene!

-Şu kır atı mı? Ona daha doğru dürüst binmedin, bir sakatlık çıkarmasın. Hem sen nereye gidiyorsun ki?

Ali Rüstembeg iyiden iyiye telaşlanmıştı.

-Canım nene lazım, hele sen getir, ben o atın icabına bakarım. Sen bilmezsin, o ejder soyundan gelir, kaçtı mı tutulmaz, kovaladı mı kaçılmaz! Ben onu hemen tanıdım pazarda, o yüzden aldım, diye söylendi.

Tezgâhtar oğlan, Ağa’ya nazı geçtiğinden, dudak büktü, giderken de söylenmekten geri durmadı:

-Yok, daha neler, ejder soyuymuş! Hiç duymadım. O küflü kitaplarda mı yazıyor bu saçmalıklar?

Yeni atına binip giden Ali Rüstembeg Semerkandi, bir yandan da kendini kınıyordu. Ne işi vardı böyle bir maskaralıkta? Kendisi, soyu sopu, malı mülkü, bilgisi vergisi olan bir aileden geliyordu. Yaşı kemâle ermiş, biraz da geçmişti. Eli yüzü temiz, kalıbı gövdesi mütenasip, aydınlık çehreli bir adamdı! Şimdiye kadar evlenmek istese, Tebriz’de belki alamayacağı kız yoktu, ama istememişti. Hayatında tek eksik olarak ilim yapamadığına üzülüyordu.

Okumak, mektep medrese görmek istemiş, ama Atası Hacı Hüseyinbeg Semerkandi Ağa, en büyük oğlunun işin başında durmasını istemişti. Rüstembeg de bu ihtirasını bulduğu her kitabı okuyarak gideriyordu. Allah’ı var işi iyi yürütüyor, bu arada nerde bir ilim irfan sohbeti bulsa onu da kaçırmıyordu. Atası Hüseyinbeg küçüklükten beri ünlü pehlivanlardan ders aldırmış, şölende toyda, yarışlara sokmuştu Rüstembeg balasını. Atasının yüzünü şimdiye dek yere eğdirmemişti. Kendi gücünün farkındaydı da, gösterişi yoktu, çoğu kimse onu gerçek gücünü bilmezdi. Atasının bir başka iyiliği de okçulukta hüner sahibi olmasını sağlamak olmuştu.

-Ok atmak, güreş tutmak, ata binmek sünnettir. Bu işlerde mahir olmak elzemdir, demişti.

Küçük kasrın büyük bahçesinde kendine yeterince idman yeri bulmuştu Ali Rüstembeg. Yıllar boyu gözden ırak, atlı piyade ok atmış, o kadar ustalaşmıştı ki, yakınlarına, “pireyi gözünden vurabilirim,” diye takılır olmuştu. Yaradılıştan gelen uzlet duygusu, bu tür uğraşlarını hep gözden uzak yapmasını emretmişti. Bir de biliyordu ki, kendisinin muradı silahşor olmak değil, kalemşor olmaktı. Ama bu isteğini artık asla yapamayacağını bilmekteydi. Böyle düşünceler içindeyken, daha isim bile vermediği atı huysuzlaşmış, başını isyankârlıkla sallamaya başlamıştı. Önce dizginleri hafifçe çekti oğlan ama at diklenmeye devam edince hafifçe topukladı, sonra tırısa kaldırdı, birden dizginlerini sertçe çekti.

Şaha kalkan at sürücüsünü atmaya yeltenmedi. O ara Hacı Kırı’na giden yolu dolduran insanlar, dönüp kendisine baktı garipsiyerek. Ali Rüstembeg utansa da ağasını öğretmişti işte hayvana!

-Bunca insanın arasında, bu adamın ne işi var burada, bir de kendini allame diye satar, düşüncesinde olanlar muhakkak vardır, diye söylendi kendini ayıplayarak.

-Allah vere de atamın kulağına gitmese, çok ayıp olur sonra, diye de hayıflandı. Ama bir kere yola düşmüştü, merakını gidermeden dönmeyecekti gereğinde. Yola dökülmüş insanlara baktı, gerçekten her cins insandan meraklı bir kalabalık yola düşmüştü. Kimisi yayan yapıldak, kimisi atlı pusatlı ama hepsi de gayretliydi, menzile bir an evvel varma konusunda.

-Devam edecek-

Bu hikaye, Gazeteci-Yazar Mustafa Yörü’nün İshak Kuşu-Yitik Çulun Peşinde adlı romanından alınmıştır.

Mustafa Yörü 2011 yılında Kurgan Edebiyat’tan çıkan romanında Ön Asya’da yaşanan kanlı Moğol işgalinin başlangıç sürecini işler. Eserde Kara Tatar olarak geçen Moğollardan kaçan Tebrizli Semerkandi ailesinin macerası çerçevesinde bir dönem resmedilir. Zengin bir hikaye içeriği olan romanda harami ve soygunlar, isyan ve savaşlar, köle ve sultanlar bir geçit resmi yapar gibi kendine yer bulur.

Ayrıca İmleç Kitap’tan 2017 yılında çıkan Cimriname-Kerameti Kendinden Menkul Bir Destan adlı ikinci romanında da yazar, yine Moğol döneminde geçen, gerçek olaylardan esinlendiği mizahi hikayesini, adeta bir meddah üslubuyla okuyucusunun önüne getirir.

Mustafa Yörü
1965 yılında Konya’da doğan Mustafa Yörü, ilk, orta ve lise öğrenimini memleketi olan Kırşehir’de yaptı. 1988 yılında Ege Üniversitesi Basın Yayın Yüksek Okulu’nun Gazetecilik ve Halkla İlişkiler bölümünü bitirdi. Askerlik görevini tamamlamasının ardından 1993 yılına kadar reklamcılık yaptı. Daha sonra memuriyete başladı. 1998 senesinde kazandığı sınavın ardından TRT’de kameraman olarak çalıştı. Muhabirlik ve editörlük görevlerini de ifa eden Yörü, 2018 yılında emekli oldu. Evli ve iki çocuk babası Mustafa Yörü’nün İshak Kuşu-Yitik Çulun Peşinde ve Cimriname-Kerameti Kendinden Menkul adlı yayınlanmış iki romanı bulunmaktadır. Mustafa Yörü iki romanında da Ön Asya ve Anadolu’da Moğol döneminde yaşanan tarihte iz bırakmış olayları hikayeleştirmiştir.

Atatürk’le Samsun’a Çıkanlar

Önceki yazı

Menemen Olayı – Divanı Harp Kararnamesi

Sonraki yazı

Bu yazılar da ilginizi çekebilir

Yorumlar

Bir yorum yaz

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Daha fazla yazı Hikaye ve şiir