Kâşğarî ve Yûsuf Hâs Hâcib gibi Hâkânî müelliflerinin eserlerinde de, sanatta görülen tarzda, bir kültür değişmesi emârelerine rastlanır.
Her iki müellif, Türklerin mensûb bulunduğu kültür çevresinin îslâmdan önceki inançlarını, İslâm ile, telife çalışmaktadır. Onsekiz ayda söylenip 1067’de biten mevzûn allegori’ye Kutadgu-bilig (Kut veren bilgi) adını
koyarken, Kâşğar «Hâkânî» hükümdârı Hakan Tavgaç Ulug Buğra Kara Han Abû ‘A lî’nin hâcibi, Balasagunlu Yûsuf, belki Uygur «körünç» (dînî temâşâ) edebî şeklinden ilham almıştı. Yûsuf Hâşş Hacib’in eseri, îslâmdan önceki kültürün temelleri üzerine, Müslüman Türk hayat felsefesini binâ ediyordu. Türk-İslâm medeniyetinin kaynaklarından biri olan Kutadgu-bilig’ in dünyâ görüşü üzerinde durmamız gerekmektedir.
Kutadgu-bilig’in kosmolojisi henüz kadîm Çin-Türk ve Buddhist tasavvurlarına sâdıkdır. Yer-su, düz bir sâhadır. Bu sâbit mekân etrâfında, gök ejderi Evren, güneş, ay, ve yıldız burçlarını taşıyan «tezginç» i (çarkı) çevirmekdedir:
«Yarattı, kör, evren, tuçi evrilür.
Anıng birle tezginç yime tezginür» (KB, 126)
Böylece, sâbit bir mekân etrâfında, zamân, devrân eden bir çarkdır. Bu tasavvurun timsâllerine uygun olarak, eser bir bahar sabahında, kahramanlar, henüz gençlik çağında, veya kaderlerini tayîn edecek vekaînin eşiğinde iken, başlamaktadır. Fakat bu dönen zaman çarkı Buddhist tasavvurunda olduğu gibi, âmânsız ve manâsız bir devrân içinde değildir.
Müslüman Şâir, kâinâtın âhengi, kemâli ve insan kaderinin bir manâsı olduğunu, «Törütgen, İdigen, Keçürgen» (Yaradan, Rahmân ve Rahîm)’ın âyetlerinden bilmektedir:
«Ve biz gökler ile yeri ve aralarında olanları maksadsız yaratmadık. Onları ancak hak üzerine yarattık»
«Sizi bilmediğinize neş’et ettirmek için» (Kur’ân, XLIV/38-9, L V I/61)
Bu âyetlerin esrârını sezmek isteyen, tabîat üstü bir endîşe ile, Şâir sormaktadır:
«Negü ol tiriglik, negü ol ölüm ?
Kayudın kelir men, fcayuka yolum?».
(Nedir hayât, nedir ölüm? Nereden geliyorum, nereye yolum? KB b. 1135)
Yaradılışın manâsı olduğunu bildiren ezelî hitâb, şâirin gönlünde mutlak «arığ» (pâk) olan «Ol» (O) ile vuslat hasretinin ateşini yakar:
«Bir Ol bir katkısız, karıksız arığ !
Yolçu bar kılur Ol, İçılur Ol yok barıg»
(«Birdir O bir, katıksız, karışıksız pâk.
Yoku var kılar O, kılar yok varı». KB, b. 3899)
«Mini aşnu ol koldı ezel
Anın men kolur boldum emdi tükel»
(Beni ilk olarak, O kolladı, ezelden
Anı ben kollar oldum imdi tüketi. KB, 4787),
Demekki hayâtın bütün maksadı, erişilmez ve tasavvur ötesindeki «Mi’râcİar sahibi» Allah dır:
«Tilekci bulup men, tiler men Onu,
Barınğa mukirr men, tiler men, usuz,
Kayuda tilegim, özüm belgüsüz»’
(Dileyici olup ben, dilerim Onu
Varlığına mükirrim, dilerim, uykusuz
Dilediğim nerede? Özüm bilgisiz». KB, 4478, 4780).
Şâir, «Ölmeden ölüm» hadîsine dayanarak, mi’râcı Taoist bir hakîm, bir Buddhist «toyın» veya ilk Müslüman Türk Sufîleri «Abdâl» ve «eren» 1er gibi, «dünyâ ve ‘ukba» dan kaçıp, pantheist veçheli bir cezbe içinde, «nehir gibi akarak» «kasırga gibi göğe uçarak,» yok olmak anlamında şerh etmek ister:
«Atım bilmesünler, mini körmesinler!
Tilep bulmasınlar, sözümni keseyi!»
(Adımı bilmesinler, beni görmesinler,
Dileyenler bulmasınlar, sözümü keseyim» KB, 6600).
Fakat «ölmeden ölüm» hadîsinin İslâmî tefsîri «dünyâ ve ‘ukbâ’»dan kaçmak değil, onların ağır mesuliyetini yüklenmek olduğunu, yine âyet ve hadîsler öğretmektedir. O halde yalnız başına mi’râc yollarını aramak hodbîn bir zevk veçhesinde görülemez mi? Şâirin içinde birbirile tezâd teşkîl eden îslâmiyetin iki ayrı tefsîri, iki kardeşin dialogu şeklinde tezahür eder. Odğurmış, kardeşlerden biri, dünyayı terk etmiş, dağa çekilip yalnız ibâdet etmektedir. Diğer kardeş Öğdülmiş, ise, topluma hizmet mefkûresini temsil eder, ve düstûr olarak şu hadîsi ön görür:
«İnsanların en iyisi insaniyete hizmet edendir».
«Kişiler ara kör kişi ol bolur
Anıngdın kişiler asığlar bulur»
(«İnsanların arasında, gör insan o’dur ki
Ondan insanlık hizmetler bulur» : KB, 5729-5730).
«Bodunğa tusungil, munğiıîga yara,
Kadaşka bağır bir, yakınlık ula,
Telim ogsüzüg kör, ya tul, tulşakığ!
Ya.közsüz, ya oldrum, yine aksağığ!
Cemâ’at bile kil farîza namâz.
Çığaylar haccı kıl, Âzina namâz»
(Topluma hizmet et, âcize yararın olsun,
Kardeşe bağrını aç, yakınlık ilet, .
Bak ne çok öksüz var, ya dullar, yoksullar!
Ya kör olan, ya kötürüm ile topal!
Cemâat ile kıl fai’îze namâz :
Fakirler haccına var, Cuma namâzına». KB, 3237-3239).
«Kişilik» (insâniyet) tâbiri ile Müslüman-Türk insâniyet mefkuresi artık dile getirilmişdir:
«Bödük tut bu himmet, ediz tut körîgül!»
(Büyük tut himmeti, yüksek gönlü, KB 5420).
Toplum için yapılabilecek en büyük fedâkârlığın cânını kurban vermek olduğunu ifâde ile, Şâir, islâmda şehâdet mertebesine işâret eder:
«Akı tip ayurlar, kayu ol akı ?
Akı can yuluğlap. öter er hakkı»
(«Cömerd diyorlar, hanı o cömerd?
Cömerd çan kurban kılıp öder er hakkı» : KB, 0105).
Şâir hayatı seyre dalmışken, yıllar geçmiş, saçları ağarmış ve çarh devranını bitirmiştir. Bunun birden farkına varır:
«Tiriglik tükedi, kararur tünüm!»
(«Dii’ilik tükendi, kararır gecem». KB, 5634).
Eserin sonlarında gelecek nesillere bir vasiyet kılınır:
«Elig til nişanı munu bu bitig
Sarîğa kodtum bitip, ay tetig! .
Unıtma meni ay okıglı tirig! ‘
Özüm dünya kodsa, to’şense yirig»
(«El, dil nişanı bu kitabı
Sana bırakdım yazıp, ey anlayış sâhibi!
Unutma beni, ey zekî d iri!
Ben dünyadan göçüp, döşeğim yer olunca» : KB, 6506-6507).
Ölüm ise Allaha ebedî bir çağındır:
«Umınçim Sen, ök Sen manga, ey umınç!
(«Ümidim Sen, yalnız Şensin bana, ey Umîd»! KB, 6515).
«Bâkânî» Türklerinin Türkistanda kurduğu Müslüman medeniyetinin yetişdirdiği «kişilik» (insaniyet)mefkûresi ve hayat görüşü ile umumî kültür İslâmî Müslüman Türklüğün öz uslûbu oldu, «Bâkânî» medeniyetinin maddî kültür, İslâmî mimârî ile yazı sanatı sâhasındaki tesirleri, güneye doğru, Türkler ile beraber yayıldı. Belki Kaşğarlı Mahmud ye Dihlî Sultanı, «Afrâsyâb oğullarından» Iltutmış ve Balaban gibi «Uâkânî» çevresine mensûb olanların tesirleri ile, «Bâkânî» medeniyeti Selçuklular, Bvarizmşahlar ve Dihlî Türk Sultanları idâresindeki bölgelere ilerliyordu. Argu’nun şimâli ve şimal doğusunda Ha (ili) vâdisindeki Tuhsi, Yağma ve Çigil Türkleri, muhtemelen «Bâkânî Türk» devrinde, Müslüman olmuşlardı. Fakat Tering-köl (Balkaş) ile Altay dağları silsilesi arasında, Yumar (Ob) ’ın kaynağında, bugünki Çügerek’de gayr-i Müslim Yabaku ve Basmıllar’ın «Bâkânî»ler ile harb ettiğine, Kaşğarî’den naklen, Barthold işaret eder. Sibir iline ise İslâm ancak X m . yüzyılda ilerliyebildi. Doğu cihetinde, İslâmiyet, Buddhism ile karşılaşıyordu ve Turfan Uygur bölgesi XV. yüzyıla kadar Burkan dî kalacaktı. Doğudan, İslâmî yıkmak isteyen yeni akınlar hâlinde, Kara-Bitay ve Moğol istilâları gelecektik Kara-Bitay istilâsı, 1128-1150 arasında «Bâkânî Türk» devletinin Argu’daki illerini işğâl edip, az zamanda Amu-derya bölgesine, hatta Borâsân ve Kirmân’a yayıldı, fakat Argu dışında, Kara-Bitaylılar, «Bâkânî» hükümdârlarını yerlerinde bırakıp baç almakla iktifâ ettiler. Mogollar ise, Türkler ile akrabâlığa dayanarak, kendi sülâlelerinin Türk Bakanları olduklarını iddiâ edip, Türk «Hâkânî» devletini ortadan kaldırdılar. Türk soyundan gayr-i Müslim Nayman veya Kerait beyi Küçlüğ’nün, Kara-Hitay devrinde, Türkistan İslâm âlimlerine zulmu, Moğolların katl-i âm hareketleri ve şehirleri yakıp yıkmaları, canlara kıydı ve âbideleri yok etti, fakat Türk-îslâm medeniyetinin ruhunu sarsamadı. Hatta Kara-Hitay ve. Moğol sülâlesinin hocaları, olan ve Mogollara Uygur yazısını ve Buddhism’i öğreten Uygurların, Buddhism.ve Hristiyanlık nâmına, kültür sâhasındaki gayretleri bile sonunda neticesiz kaldı. Türk İslâm medeniyeti Kara-Uitayları da, Mogolları da kazandı. Batıda ise «Hâkânî» medeniyetinin sınırı Oğuz ilinde Cend idi. Milâdî XII. yüzyılda Orta Sır-deryâ kıyılarında, Fârâbî’nin’ vatanı Kerîğü-tarban’dan 24 fersah kuzeyde, Sıgnak’da ordu kuran Kıpçaklar, daha Batıda, Etil, Tın ve Özü vâdîlerinde yaşayan Çuvaşlar, Peçenekler, Batı Oğuzları, Kıpçak-Kumanlar gibi Türk boyları, ya hiç İslâmiyete girmeyecek, yahud o arada girmekte idi82. Etil Bulgar merkezleri bu illerde İslâmın kaleleri idi. İslâmiyetin bu devirde Batıya ilerleyişinin efsâneleşmiş hâtıraları, Saltuk-nâme’nin Özü ırmağı kıyılarındaki menkıbelerine aksetmiştir. Kutadgu-bilig vecîzelerinin Yayık kıyılarına varması için, Türk dünyâsının Batı ucunda, Yûsuf Hâşş Hâcib’in eserinden yüzyıl sonra, bir diğer eren-şâirin İslâma yol açması gerekecekti.
Yorumlar