Dil devriminin önemli bir dönüm noktasına gelmiş olduğumuz günlerde idik. Türk Dil Kurumu yönetim kurulu üyeleri sık sık Çankaya’ya çağırılıyorlardı. Sofra sohbetlerinde en çok dil konusu ele alınmakla beraber, Atatürk dünya barışını ilgilendiren siyasi olaylara da arasıra temas ederdi. Bir akşam, o yılın son aylarındaki Rus – Japon münasebetlerinden söz açıldı. Atatürk yeni konular ortaya çıkınca Ahmet Cevat Emri ile şakalaşmaktan hoşlanırdı. O gün gene Ahmet Cevat’a:
“Siz Harbiye’de okudunuz. Askerlikten anlarsınız. Japonlar Ruslara karşı savaşa girecek olurlarsa hangi istikamette harekete geçeceklerini tahmin edersiniz?”
diye sordu. Ahmet Cevat Emre:
“Muhakkak Sibirya istikametinde hareket ederler”
cevabını verdi. Atatürk bu tahmini yanlış olduğunu söyledi; ve
Japonların Moğolistan üzerinde Türklerle meskun ülkelere doğru hareket edeceklerini belirtti;
bunun beşeri, askeri sebeplerini birer birer açıkladı.
Sofrada oturanlardan Prof. Saim Ali Dilemre Japonların son yıllarda yayınladıkları “Turanlı Uluslar Haritası”na dair bilgi sundu; kendilerini Turan ırkından sayarak Malezya ırkıyla münasebetleri olmadığı iddiasında bulunduklarını ilave etti. Atatürk iddianın emperyalist devletlerce uluslara medeniyet götürdüklerini ileri süren sömürgecilerin şimdi taktik değiştirdiklerine dikkatimizi çekti. Bu taktik gereğince ırk kardeşliği, yahut mahkum zümrelere, ezilmiş proleter sınıflara içtimai adalet temin etmek gayreti güder davranılarak büyük kitlelerin iğfal edilmesine uğraşıldığını izah etti.
Atatürk’ün eski arkadaşlarından Müfit Bey yanımdaydı. Ben öteden beri kendisiyle konuşur, Türklük davasında dertleşirdim. O da bana eski bir Osmanlı ve Türkçü olduğunu söyleyerek gönlümü alırdı. Bu toplantıdan birkaç gün sonra aynı konuya temas etmiştik. Ben:
“Eski bir Ocaklı ve Türkçü olduğunuzu söylüyorsunuz ama, neden hükümet mülteci Türklerin hürriyet ve istiklal davası uğrunda yayımladıkları dergileri kapatırken kimse ağzını açmıyor; mecliste bir tenkit sesi yükselmiyor; üstelik siz de kendi payınıza susuyorsunuz”
demiş, biraz sitem etmiştim. Müfit Bey o akşam münakaşa hararetlenince benim söylediklerimi hatırladı ve yumuşacık bir şekilde nakletti. Atatürk gülümseyerek yüzünü bana çevirdi:
“Demek Abdülkadir Bey bizi protesto ediyor, öyle mi?”
diye latife etti. Sonra sakin, ikna edici bir eda ile konuşmaya başladı. Türkiye’nin durumunu, Dünya Türklüğünün tarihi ve kültürel münasebetlerini tahlil etti. Şu dakikada o tahlillerinin zengin teferruatını hatırlamıyorum. Yalnız umumi mealini, yanılmadığımdan emin olarak, özetleyebilirim. Atatürk fikirlerini şöyle açıklamıştı:
“Rusya’dan bize sığınan siyaset adamları soydaşlarımız, kardeşlerimizdir. Dünyanın gittikçe karışan ve gittikçe tehlikeli bir istikbale yönelen tutumu muvacehesinde bizim durumumuza hususu bir istikbale yönelen tutumu muvacehesinde bizim durumumuza hususi bir önem vermelerini beklemek hakkımızdır. Şunu da takdir etmeleri lazımdır ki, Türk milleti kurtuluş savaşından beri, hatta bu savaşa atılırken bile, mahkum milletlerin hürriyet ve istiklal davalarıyla ilgilenmeyi, o davalara müzaheret etmeyi benimsemiştir. Böyle olunca kendi soydaşlarının hürriyet ve istiklallerine kayıtsız davranması elbette tecviz edilemez. Fakat milliyet davası şuursuz ve ölçüsüz bir dava şeklinde mütalaa ve müdafaa edilmemelidir. Milliyet davası siyasi bir mücadele konusu olmadan önce şuurlu bir ülkü meselesidir. Şuurlu ülkü demek müspet ilme, ilmi usullere dayandırılmış bir hedef ve gaye demektir. O halde propagandalardan müspet usullere müracaat etmek şarttır. Hareketlerin imkan sınırları ve sıraları mutlaka hesaba katılmalıdır. Türkiye dışında kalmış olan Türkler ilkin kültür meseleleriyle ilgilenmelidirler. Nitekim biz Türklük davasını böyle bir müspet ölçüde ele almış bulunuyoruz. Büyük Türk tarihine, Türk dilinin kaynaklarına, zengin lehçelerine, eski Türk eserlerine önem veriyoruz. Baykal ötesindeki Yakut Türklerinin dil ve kültürlerini bile ihmal etmiyoruz.”
Atatürk bu noktadan başlayarak kültürel Türkçülük meselesinin muhtelif cephelerine geçti; sonra tahlillerini birer birer toplayarak tekrar dil konusuna döndü.
O gece, her zaman olduğu gibi, Büyük Atatürk’ün fikir, iman irade çağlayanı halinde taşan sözlerini hayranlıkla dinledim. Onda dinmek bilmeyen Türklük sevgisinin vecidli ifadelerine bugün vakit vakit dönmekle tatlı bir teselli buluyorum. İlerleyen yaşımın durgunluğu içinde o sözlerin derin yankıları gönlümü ferahlatıyor. Bana hayatın büyük bir manası olduğunu kabul ettiren, bu manayı milletimizin parlak istikbalinde aratan, o istikbale kendim erişemeyecek olsam bile imanımı, güvenimi artıran hep Atatürk’ün bendeki güzel hatıralarıdır. O hatıraların ruhumda sönmez güneşi olarak parlayan Atatürk’ün diri, genç, enerjik yüzünü, çelik bakışlarını daima içimde buluyor, seyrediyorum; tunç sesini gönlümde işitiyorum. O bakışların ve o sesin kuvvetiyle yaşıyorum.
Kaynak:
Abdülkadir İnan, Türk Kültürü Araştırma Enstitüsü, Kasım 1963, Atatürk ve Dış Türkler, Cilt: II, Sayı: 13, s. 114-115
Yorumlar