Cengin birinde Sultan’a yanaşmaya çalışan bir bölük Kara Tatar’ı cansiperane bir çabayla durdurmuşlardı. Sultan’ın komutasındaki Harezm ordusuna bir tepenin ardından aniden çıkan Tatar ordusunun bir kolu saldırmıştı. Taraflar daha ağız tadıyla nara atamadan bir anda göğüs göğse gelivermişti.
Çarpışma bütün hızıyla sürerken, Celaleddin’in etrafı bir anda boşalmıştı. Yalın kılıç Sultan ise etrafa emirler yağdırmakla meşguldü o sıra… Üzerinde bir zırhı bile yoktu herifin! Bu fırsattan yararlanmak isteyen bir takım Kara Tatar hücum etmişti.
Tatarların niyetini anlayan Karatuman, çevresindeki adamlarına yollarını kesmelerini emretti.
Azgın Tatarlar yollarına çıkan Kıpçakları küçümsedi. Hatta başlarındaki adam bir şeyler söyledikten sonra güldü. Gözü bu arada gerideki Sultan’daydı. Celaleddin ise korkup kaçacağına Kıpçakların safına geldi. Avlarının kendi ayağıyla gelmesine sevinen Tatarlar, nara atarak saldırıya geçti. İki Kıpçak önde, Sultanla Karatuman peşlerinde olarak iki sıra hâlinde karşıladılar saldırganları.
İki Tatar, öndeki Kıpçaklara saldırdı. İlk ikilinin mücadelesi başladığında peşlerinden gelen Sultan’la Karatuman yanlara açılıp Tatarları ortaya aldılar.
Bir anda iki Tatar dört kişinin ortasında kaldı. Dörtlünün iki azgın Kara Tatarı devirmesi zor olmadı. Bu sırada geride kalan diğer Tatarlar saldırdı, artık yapacak hile kalmadığından göğüs göğse mücadele etmekten başka çare yoktu.
Beş kişi kudurmuş gibi saldıran Tatarların ortasında kalmıştı. Belki savaşın en şiddetli olduğu yerdi atlarının ayağı altındaki toprak parçası.
Çelik sesleri, haykırışlar, küfürler karmakarışık sesler yayılıyordu. Bir ara Celaleddin Harezmşah’a gözü takılan Karatuman, Sultan’ın gözükaralığına, kılıç kullanmaktaki maharetine hayran oldu. Zaman geçtikçe taraflar birer birer yara almaya başladı. Tatarlar,
-Sultan, Sultan! nidalarıyla hedefi gösterip çerilerin gayretini artırmaya çalışmaktaydı.
Sultan da boş durmuyor, çevresindeki Kıpçaklara sesleniyordu:
-Haydi arslanlarım! Tepeleyelim şu besmelesizleri! Vurun! Allah aşkına vurun!
Henüz ölümcül yara alan yoktu aralarında. Bir anda boşluktan yararlanan iki Tatar Sultan’ı aralarına aldılar. Yiğit Celaleddin bir o yana, bir bu yana dönerek saldırganları yaklaştırmıyordu. Fakat adamlar bal kokusu almış arılar gibi, ısrarla etrafında dönmekteydi Sultan’ın. Bu sırada Karatuman ve adamlarının da yakasında Tatar çerisi olduğu için, bir türlü kurtulup Sultan’ın yardımına gidemiyorlardı. Nasıl olduysa Kıpçaklardan biri saldırgan Tatarı yaralayarak atından düşürdü.
Daha sonra Celaleddin’e yardıma koştu. Sultan Celaleddin ise önündeki adamla vuruşurken, diğer Tatar’ın arkadan saldırıya geçmesiyle zor durumda kalmıştı.
Sultan arkaya dönerse önündekinden darbe yiyecek, dönmezse de ardındaki vuracaktı! İşte o anlarda arkadaki Tatar kılıcını tam Sultan’a indirmek için kaldırdığında araya giriverdi o Kıpçak. Tatarın kılıcı Sultan yerine Kıpçak’ı biçti! Bir nefeslik boşluktan yararlanan Sultan, önündeki çeriyi tepeleyip, geriye döndü. Tatarla aralarında bir duvar gibi duran Kıpçak’ı gördü önce. Omzundan fışkıran kan, yüzünü suluyordu adamın! Ağzı açık, yüzü şaşkındı. Adam bir süre öylece atının üstünde havuz fıskiyesi gibi dimdik kaldı, sonra da kesilmiş ağaç kütüğü gibi yere yuvarlanıverdi! Kıpçak aradan çekilince Tatarla gözgöze geldiler. Sultan aman vermeden Tatar’a ölümcül darbesini indirdi. Bu sırada bir bölük Harezm askeri yardımlarına gelip saldırgan Tatarları tepeledi.
Bu cenkte Sultan aldığı yaralara rağmen üç Tatar’ın hakkından geldi. Karatuman da iki Kara Tatar’ı devirmişti. Hepsi az çok yaralıydı ama Sultan Celaleddin, doğruca hayatını kurtaran yaralı Kıpçak’ın yanına gitti. Celaleddin Harezmşah yüz üstü yerde yatan adamı çevirip özenle yere yatırdı. Kıpçak’ın kanlı çamura boyanmış yüzünü elbisesiyle sildi. Adamın başını kucağına aldı. Yüzü acıdan gerilmiş adama şefkatle sordu:
-Adın ne senin çeri?
Kıpçak hırıltıyla konuştu:
-Tolun! Tolun Sultanım!
Bu sert adamı ilk kez gülümserken görüyorlardı, yaralı askere bakarak gülüyordu işte!
-Hayatımı kurtaran çerinin adını bilmek isterim elbet! Tolun ha! Yarın ruz-i mahşerde sana adınla sesleneceğim Tolun! O zaman “beli” deyip davranacaksın! Ben de diyeceğim ki, “bu yiğit benim hayatımı kurtardı, bakın işte bu yiğidin adı Tolun!”
Kıpçak’ın gözlerinin içi güldü.
-O ben miyim Sultanım? Ömrünü haramilikle, yağmayla, katliamla geçiren bu destursuz mu? Bunca günahım varken benimle mahşerde övünebilecek misin Sultan Celaleddin?
Sultan kendinden emin gülümsedi, atının üstündeki deri tulumu işaret etti Karatuman’a. Koca Sultan’ın tulumunda birkaç yudum su kalmıştı. Bir yudum su, bu kurak meydanda bir can demekti aslında! Sultan önce adama su içirmeye çalıştı, boğazından birkaç damla akıtmayı başardı da…
Kalan suyu kendine saklayacağına can çekişen adamın yüzünü yıkamakta kullandı. Karatumanla adamları hayret ve hayranlıkla izliyordu Sultan’ı. Şimdiye kadar Celaleddin’den ne böyle bir davranış görmüşler, ne de başkalarından duymuşlardı. O, bildikleri kadarıyla, dövüşmekten başka bir şey bilmeyen, fazlaca da incelik göstermeyen, dümdüz bir adamdı.
Kıpçak son kez gözlerini açtığında yüzünde gülümseme vardı, bu arada dudaklarından sadece Celaleddin’in duyduğu sözler döküldü:
-Şu Allah’ın işine bak, bunca yıl hırsız bir sıçan gibi bir delikten öbür deliğe kaçarak yaşadıktan sonra, dünyadan ayrılırken beni bir Sultan uğurlasın ha?
Sultan da dizinde yatan adamın kulağına fısıldar gibi konuştu:
-Şimdi git çeri! Yiğit atalarıma selamımı söyle: De ki, balanız Celaleddin Harezmşah, tıpkı sizler gibi, düşmanın üstüne gözünü kırpmadan gidiyor. Karşısındaki düşman dünyanın en zalim ve güçlü ordusuna sahip ama Celaleddin, Kara Tatar’ı mülkünden atana kadar cenk etmeye kararlı!
Karatuman atından inip adamını Sultan’ın kucağından alarak yere bıraktı.
-Sultanım o artık sizi duymaz…
Sultan kararlı baktı.
-Siz duydunuz mu?
Adamlar şaşkınlıkla baktılar Celaleddin’e.
-Duyduk da ne demek istediğinizi anlamadık…
-O zaman siz şahit olun ki, dediklerimde samimiyim, son nefesime kadar Tatarla vuruşmaya yemin ettim.
Bu hazin manzara Kıpçakları hiç etkilemedi, o kadar çok ölüm görmüşlerdi ki… Onlar, az önce gördükleri Sultan’ın alçak gönüllüğüne hayran olmuştu.
* * *
Ahlat’a girerken, Celaleddin’in dilinde tuturuk gibi bir tat, yüreğinde katran akıtılmış gibi zehir zemberek bir acılık vardı. Bu Ahlat değil miydi ki, on sene önceki zelzelede evleri yıkılıp surları tahrip olan? Tamir edilen surlar gerçekten sağlam olsaydı, demek Ahlat’ın inatçı Türkmenleri, kendisine asla teslim olmayacaklardı? Celaleddin yıllarca göğsünü siper edip, Âlem-i İslam’ı azgın Kara Tatar’dan korumuş iken, bu Ahlatlılar şimdi kendisine çöllüg-ilin Türkmeni muamelesi yapıyordu. İşte yüreği bunu kabullenemiyordu…
Sultan’ın içinde, zafer sevincinden çok, öfke ve kin vardı. Zor bir uğraş olmuş, kazanan da kaybeden de yıpranmıştı bu mücadelede. Eğer kendini aşağılanmış gibi hissetmeseydi, bu zorlu kuşatmayı sonuna kadar sürdürmezdi şüphesiz.
Harezm ordusu kuşatma aletlerini olduğu yerde bırakarak kaleye doğru akmaya başlamıştı… Celaleddin, alçakgönüllü olmadı bu kez, kale kapısının ağır ağır açılışını hem gururlu, hem hiddetli izledi. Kentten yükselen dumanlara, gediklenmiş surlara, dövülmekten eğilmiş kale kapılarına göz gezdirdi. Yanında sevinç çığlıkları atan çerilerinin zafer sarhoşluğunu yansız gözledi.
Bu sırada sayısız insan surlara çıkmış, beyaz bayrak sallayıp canlarının bağışlanması için feryat etmekteydi. Bazı Türkmen çerileri de kucak dolusu silah atmaktaydı surlardan aşağıya ki, Harezmliler’in artık direniş yapılmayacağını anlaması için! Sultan’ın elinde olsa depremde tamamen yıkılmayan Ahlat’ın tüm surlarını yerle bir edecekti o gün!
Kapının açılmasıyla birlikte, bir takım âdem çıkmıştı karşılamaya. Sultan’ın adamları da heyeti oldukları yerde kuşatıvermişti. Eliyle açılmalarını isteyen Celaleddin, kendini karşılamaya gelenleri görmek niyetindeydi. Onbeş yirmi kişilik heyetin çoğunluğu, yaşlı başlı aksakallardan oluşuyordu. Adamların rengi kaçmış, gözleri süzülmüştü müzmin açlıktan. Kuşakları olmasa, zayıflıktan üstlerindeki elbiseleri yere dökülecekti adamların. Gözlerinde korku ve çaresizlik vardı.
Bir bölük çeri kaleye girip güvenlik tedbiri almaya çalışırken Celaleddin, heyetin yanına gelerek tepeden yalın baktı.
-Siz neden teklifimi kabul edip teslim olmadınız? Bunca kötülük yaşanmazdı o zaman!
-Burası sizin değil, benim yurdumdur! Biz yurdumuzu niçin düşmana verelim? Bülbül bile çöpten kurduğu yuvasını, kendiliğinden teslim etmez karayılana!
Celaleddin, kinle baktı karşısındaki perişan adama.
-Sen bana söversin, haddini bilmez adam! Kimsin sen?
-Ben mülkünü elinden aldığın Takiyeddin Abbas’ım!
Atından atlayan Sultan, adamın tam önüne dikiliverdi. Çevresindekiler korkuyla kenara çekildi. Celaleddin’in adamın üzerine saldıracağını düşünseler de o karşısındakine sadece bakmakla yetinmişti.
-Sen ve ağan olacak Melik Eşref sorumludur, bunca ümmetin ölümünden. Vebal, günah sizedir, haris adamlar!
Takiyeddin, korkup çekilmedi, alaylı konuştu aksine.
-Ey Sultan Celaleddin! İşte aylardır almak istediğin kaleyi aldın sonunda. Şimdi kaleye gir hoşnutlukla. Ölü bir şehir bulacaksın orda. Yanmış, yıkılmış bir şehir. Ne camisi sağlam, ne hanı hamamı kullanılabilir! Evler bulacaksın damlarında baykuş öten. Damı bile kalmamış evlere bakmayı da unutma Celaleddin! Kimi yanıp yıkılmış, kiminin sahibi açlıktan, hastalıktan öldüğünden viran olmuş. Bahçelerden geçeceksin, içinde ayrık otundan başka şey bitmeyen. İnsanlar göreceksin ki, çoğu gündüz gözüne cin çarpmışa dönmüş. Avurtları dişlerine yapışmış, elleri kolları kalkmaz olmuş. Anneler bulacaksın, bebeği için ağlamaktan gözyaşları kurumuş, memeleri patlak su tulumuna dönmüş. O aylardır açlık çeken bebeklerin mecalleri kalmadığından artık sessiz ağladıklarını da göreceksin. Yeni kurduğumuz mezarlığa git, orada yaşlı mezarından çok, bebek ve çocuk mezarı bulacaksın. Sonra sokaklara iyi bak, sayısız genç yaşlı cenazesi bulacak da bir tane kedi köpek göremeyeceksin. Çünkü hepsini yemek zorunda kaldık, haberin vardır! Şimdi bütün bunların sorumlusu olarak beni mi göstermek istersin?
-Eğer dilin kadar vicdanın da çalışsaydı, bütün bunlar olmazdı be densiz adam!
-Benim vicdanımla bir derdim yok, ya senin Celaleddin?
-Bir Sultan’la böyle konuşulmaz! Tutun şu kendini bilmezi! Dikkat edin, canına bir zarar erişmesin!
Çeriler yaka paça sürüklerken adamı Sultan heyete,
-Sizler de en az o densiz kadar suçlusunuz! Hepinizi teker teker bitirmeliydim şuracıkta ama canınızı bağışlıyorum, haydi şimdi defolup gidin! diye bağırdı.
Kaleden içeriye girdiğinde, perişan bir kentle karşılaştı Celaleddin, tıpkı Takıyeddin’in dediği gibi… Yol boyu ana caddeyi yıkık binalar çevrelemişti. Bazı binalardan hâlâ duman tütmekteydi. Eskiden kâşane olanlar, şimdi harabeye dönmüştü. İnsanlar gördü Sultan, hayalet gibi köşe bucak saklanan, dünyadan elini eteğini çekmiş gibi kuytuda oturan…
Şehir ceset kokuyordu, şehir pislik kokuyordu… Yollarda ara ara cesetler yatmaktaydı ki, kimse dönüp bakmaya lüzum bile görmüyordu. Kokuyordu bu şehir, ümitsizlik, terk edilmişlik kokuyordu Celaleddin’in fikrince! Sonra Cuma Camiini gördü Sultan, kubbesi çökmüş, bahçesi viran olmuş. Bağ ve bahçeleri gördü, ağaçları kütüğe dönmüş, kütükleri yanıp kavrulmuş…
Elinde kalanları sırtlayıp giden insanların arasından, omuzları çökmüş, başları eğilmiş yaşlı bir çiftle, kucağındaki bohçasını sıkı sıkıya tutan genç kadının önünü kesti Sultan Celaleddin. Sopasına dayanarak yürüyen ihtiyar adamın kamburu çıkmıştı. Neredeyse kemikleri sayılacak kadar da zayıftı. Öyle bitkin, öyle yılgın görünüyorlardı ki, canlı cenazeye dönmüşlerdi. Yüzleri kirece çalmış, gözleri yuvalarından çıkmıştı bu insancıkların.
-Nereye gidersin atalık! diye takıldı. Sonra,
-Burası senin yurdun değil mi, niçin bırakırsın? diye sordu Sultan.
Aksakal, başını kaldırıp baktığında gözleri korkuyla büyümüştü. Kekeleyen adam bir şey diyememişti. Celaleddin ihtiyarın kendisini bildiğini sezdi.
Birden yanındaki akpürçek kadın adamı biraz da ittirerek öne fırladı bir anda. Buruşuk yüzü de, tavırları da erkeksiydi kadının.
-Bırak, bırak ben söylerim! Celaleddin yüzünden her şeyimizden olduk, yurdumuzu bırakıp gideriz Rum diyarına! Daha ne olsun?
Celaleddin Harezmşah kendisini tanımayan kadına gülümsemeye çalıştı.
-Cenk hâlidir, o da isteyerek yapmamıştır elbet analık! İçiniz rahat olsun, bundan sonra her şey düzelecek artık!
Kadın elini beline koyup bağırdı:
-Düzelecek mi? Ne düzelecek elin oğlu? Belli senin keyfin yerinde, ya biz, ya şunca ümmed-i Muhammed?
Eliyle gerideki binayı gösterdi.
-Bak görüyor musun o dumanı tüten ocağı?
Celaleddin başını salladı.
-İşte orası bizim atadan kalma hanemizdi, Celaleddin”in mancınıkçısı bu sabah hem yaktı, hem başımıza yıktı. Elimizde bir iğne bile kalmadı.
Sultan, kadını yumuşatmak istedi.
-Elimizde bir şey kalmadı dersin ama kızının kucağındaki bohçada eminim değerli şeyler vardır, sizi ömür boyu geçindirecek.
Kadın afallamış bir şekilde baktı.
-Kızım mı? O benim gelinim… Bahtsız gelinim! Kucağındaki bohçada en değerli şeyi vardı şüphesiz!
Korkuluğa dönmüş kızın kucağındaki bohçayı hırsla çekip aldı ihtiyar kadın! Kadın, bohçayı saygılı bir yavaşlıkla açarken, Celaleddin hem çekinmiş hem de merak etmişti. Bohçanın son katını da elleri titreyerek açmaya çalışan kadının gözlerinden süzülen yaşı gören Sultan, içindekini tahmin etti ama artık geri dönüşü kalmamıştı işin! Bohçadan küçücük, morarmış bir bebek cesedi çıktı ortaya. O kadar küçüktü ki! Celaleddin, hiç anlamamasına rağmen, bebeğin birkaç günlük olduğunu tahmin etti. Alnında yeşil dövmeleri olan kara suratlı yaşlı kadının gözlerinden dökülen damlalar, küçük ölü bedeni ıslatmaktaydı o sırada.
-Daha bir haftalık bile değildi. Sabah neftli mancınık onu da, evimizi de aldı elimizden.
Kadın usulcacık bebeği okşadı. Hemen arkasında duran gelin acı çeken bir köpek gibi inlemekteydi. İhtiyar bir eliyle bebeği sıkı sıkıya göğsüne bastırdı, bir elini dua eder gibi havaya kaldırıp bağırdı:
-Ey Celaleddin! Bunca zulüm yanına kalır mı sanırsın? Anan olacak karı, seni zulüm yapasın diye mi doğurdu? Hani sen sultanoğlu sultandın?
Yanındaki gelinini sarstı.
-Bak, bu kız, Celaleddin yurdumuza saldırmadan önce arslanımla nikâh kıymıştı! Ne ümitleri vardı? Evladım, yiğidim, çocuğunu göremeden kara yere girdi bir uğursuz ok yüzünden! Allah’ın takdiridir dedik, boyun eğdik. Hiç olmazsa geride annesinin karnındaki balasını bıraktı diye teselli ettik kendimizi… Nerede? Eğer düşmanın Celaleddin gibi bir merhametsizse, ne gelin bilir, ne bebek! İşte şimdi niye yurdumuzu terk ediyoruz haberin oldu mu? Bu kızcağız, bebeğini düşmanın hükmünde bırakmamak için yanında götürmekte. Hiç olmazsa Rum diyarında, onun zulmünden uzakta bir yerlerde toprağa verebilmek için!
Adamlara kuşkuyla bakan kadın, ellerini yukarıya kaldırıp beddua eder gibi konuştu:
-Sultan olsan bile cihana, zulmü bırak ki bir yana, yoksa dağıtırlar düzenini, borca alırlar kefenini!
İmalı sözler Sultan’ın yüreğini yaktığı kadar, beylerinin öfkesini çekmişti. Tahammül edemeyen birkaçı kadının üstüne sürdü atlarını. Kadın beklemediği bu saldırı karşısında şaşırarak yana kaçtı.
-Ne yaparsınız soykalar? Kimsiniz siz?
Celaleddin araya girdi.
-Analık biz Celaleddin’in adamlarıyız. Kötü bir insan değildir o! Dedik ya cenk halidir böyle şeyler olur, bundan sonra istirahatinize bakın.
Kadının görünüşü gibi konuşması da erkekçeydi:
-Kara Tatar zulüm yapar diye milletten yardım toplarsınız, çeri toplarsınız, şu yaptıklarınızın o musibetlerden ne eksiği var?
Celaleddin cevap vermek yerine, yüreğine kazınan sözleri mırıldandı:
-Sultan olsan bile cihana, zulmü bırak ki bir yana, yoksa dağıtırlar düzenini, borca alırlar kefenini!
Sultan’ın üzüldüğünü gören beylerinden biri tekrar kadının üstüne sürdü atını. Araya bu kez ihtiyar adam girdi, sopasını tehditle sallayarak. Kadını arkasına alırken, zayıf yüzünde iki büyük erik gibi duran gözlerinde kararlılık vardı ihtiyarın.
-Ona dokunursanız, sizi öldürürüm! İster Sultan’ın adamı olun, ister kendisi!
İhtiyarın kendisini bildiğini anlamıştı Celaleddin. Adamla hiç kıpırdamadan birbirlerine baktılar öylece. Sultan, adamdan yumuşama beklemekteydi ama ihtiyar kinle bakmaya devam ediyordu.
-Bırakın gidelim, yolumuzu kesmeyin.
Böylece Sultan Celaleddin’in Ahlatlılar ile barış yapma umudunun son kırıntısı da orada sönüp gitmişti.
Bir süre ne Sultan’ın kendisi, ne de yanındakiler yoldan çekildi. Adamla ailesi de geri adım atmayınca, Celaleddin gönülsüz yol vermek zorunda kaldı.
-Var git yoluna aksakal! Sultan’ın bu lütufunu da unutma!
Adam yanlarından geçerken gözlerini Sultan Celaleddin’den hiç çekmedi.
Celaleddin atını sürerken yanındakilere gülümsemeye çalıştı.
-Bu Ahlat’ın niye bunca direndiğine şaşmamalı! İhtiyarı da, genci de, kadını da, erkeği de yaman bu Türkmen’in.
-Beli Sultanım, hak üzere söylersiniz! Yamandır Türkmen! Nereyi yurt bellese, beli kırılmadan vermez başkasına… Ne de olsa kanımız aynı kan, soyumuz aynı soy! Biz veriyor muyuz ki yurdumuzu Kara Tatar’a?
Acı bir tebessümde bulunan Sultan, söylenenleri onayladığını belli etti.
Ancak Celaleddin yaşlı kadının bedduasını hiç unutmayacaktı!
Hamaset ve uydurma kahramanlık değil, gerçekçi ve asıl soruna parmak basan eser…Okuru, olayın içerisine çekip adeta o anın şahidi yapıyor.Gıpta ve ibretle okudum.Tebriklerimi arz ederim.