MÖ 1550 yıllarında yazıldığı düşünülen ve Mısır’da bulunan bir yazma Ebers Tıp Papirüsü, içeriğinde bulunan yaklaşık 700 adet reçete ile Eski Mısır’a ait, tıp bilgileri içeren en eski ve en önemli eserlerden birisidir.
Ebers papirüslerinde ismi konmadan aşırı idrar yapmakla kendini gösteren bir hastalık olarak tanımlanmış olan bir rahatsızlık, milattan sonra 200 yıllarında yani yaklaşık olarak bin beşyüz yıl sonra Kapadokyalı Aretaeus, Diabetes Mellitus ismini verdiği hastalıkla benzerlik göstermekteydi.[1] Ya da halk arasında bilinen adıyla şeker hastalığı.
Antik Mısır’da bahsi geçen bu hastalığa tedavi olarak dört gün süreyle kuş yuvasından alınmış bir ölçek suya, bir tutam mürver, biraz taze süt, asit bitkisinin lifleri, yeşil hurma, salatalık çiçeği ve biraz da bira özü katılarak oluşturulan bir çeşit sıvı tedavisi önerilmişse de, 3500 yıldan beri bilinen şeker hastalığının herhangi etkili bir tedavisi bulunmamaktaydı. [2]
Ta ki, 1921 yılında Toronto Üniversitesi’nde bulunan (Kanada) araştırmacılar Charles Herbert Best (1899-1978), Frederick Grant Banting (1891-1941), John James Rickard Macleod (1876-1935) ve James Bertram Collip (1892-1965) isimli bilim adamları bir köpeğin pankreasından üretilmiş olan özütü elde etmesine ve nihayet bunu 11 Ocak 1922’de de 14 yaşında bir şeker hastası olan Leonard Thompson’a ilk defa enjekte etmelerine kadar.
Bir ilaç firmasının da gayretleriyle bol miktarda üretmeyi başardıkları insülin özütü artık 1922 yılının Aralık aylarına gelindiğinde eczanelerde rahatça bulmak mümkündü.[3]
Araştırmacılar bu buluşlarına “insülin” adını verdiler ve bu buluş 3500 yıldır bilinmesine rağmen tedavi edilemeyen şeker hastalığından dolayı ölme riski bulunan insanlar için yeni bir başlangıç olacaktı.
Ancak bu başlangıç, sizlere birazdan anlatacağım hikayenin kahramanı olan Ömer Seyfettin için zaten çok geç olacaktı.
36 yaşında çok genç bir yaşta şeker hastalığından dolayı aramızdan ayrıldı edebiyatımızdaki Türkçülük akımının kurucularından ve en büyük savunucularından olan Ömer Seyfettin.
Kendisinin, bir ay sonra açılacak olan Millet Meclisi’ni bile göremeden, Atatürk’ün Türkçe’de yaptığı devrimleri bilemeden, 6 Mart 1920 tarihindeki bu genç yaştaki ölümü çok hüzün verici bir olaydır.
Bir süredir ortalıkta Ömer Seyfettin’in vefatı ile ilgili bazı haber ve yazılar yazıldığını ve videolar yapıldığını görüyorum. Bunları şimdi burada koyup sırayla tenkit etmek istemem ama internet üzerinde çok basit bir arama yaparak hemen kolayca bulabilirsiniz.
Hatta bugün artık pek çok insanın sorgulamadan ansiklopedi yerine kullandığı vikipedi sitesindeki Ömer Seyfettin maddesinde yazılı olan Ömer Seyfettin’in Ölümü kısmına bakacak olursanız, şöyle bir iddiada bulunduğunu göreceksiniz:
“Hastanede kimsenin ziyaret etmemesi ve cenazesine sahip çıkılmaması nedeniyle kimsesiz olduğu düşünülen Ömer Seyfettin’in naaşı, tıp fakültesi öğrencilerinin dersinde kadavra olarak kullanıldı. Naaşının kadavra olarak kullanıldığı fotoğraf bir gazetedeki tıp haberinde yayınlanınca Ömer Seyfettin’i tanıyanlar hastaneye gitti fakat Seyfettin’in başının gövdesinden ayrıldığı anlaşıldı.”
İngilizcesi spoiler olan, bir bilgiyi vakti gelmeden açık etmek deyişi gibi bu yazılanlardan neyin doğru neyin yanlış olduğuna geçmeden evvel büyük bir öykücü ve yazar olan Ömer Seyfettin’in hayat hikayesine bakarak onu kısaca tanıyalım.
Kafkas Türklerinden Yüzbaşı Ömer Şevki Efendi’nin ve Fatma Hanım’ın oğlu olarak 1884 yılının 28 şubat çarşamba günü Gönen kasabasında dünyaya gelen Ömer Seyfettin, çocukluğunun geçtiği günleri “Doğduğum Yer” adlı şiirinde, “And”, “Kaşağı” ve “İlk Namaz” adlı öykülerinde canlı bir biçimde anlatmıştır.
İlkokulu bitirmeden Gönen’den ayrılan ve babasıyla Ayancık’a giden Ömer Seyfettin, bir süre sonra da annesiyle İstanbul’a gelir ve Aksaray Yusuf Paşa Yokuşu’ndaki “yeni usule” göre öğretim yapan bir okul olan “Mekteb-i Osmani” isimli özel okula başlar. Yazarımız, bu okuldaki yaşamını da “Açıkhava Mektebi” adlı öyküsünde dile getirecektir. Oradan Eyüp’teki Baytar Rüştiyesine yatılı olarak nakledilir. Ömer Seyfettin vefatına kadar dost kalacağı Aka Gündüz’Ie tanışması burada olacaktır.
Ömer Seyfettin’deki edebiyat merakının bu okuldayken başladığı bilinir. Daha sonra Aka Gündüz’le birlikte gideceği Edirne Askeri İdadisini bitiren Ömer Seyfettin, ilk basılı metni olan “Yâd” adlı şiirini de bu okuldan çıktığı yıl olan 1900’de “Mecmua-yı Edebiye”de yayınlayacaktır.
1900 yılında İstanbul’a dönen ve Mekteb-i Harbiye’ye giren Ömer Seyfettin, buradan 22 Ağustos 1903 günü mezun olur. Piyade üsteğmen olarak Selanik’e oradan Kuşadası’na, ardından da İzmir’e atanır. 1908 sonlarında Selanik’te ve Manastır’da eşkiya takibinde bulunacak ve yeni tanışıp dost olduğu Ziya Gökalp aracılığıyla tazminatını ödeyerek ordudan ayrılıp Selanik’e dönecektir ancak; Balkan Savaşı’nın çıkmasıyla tekrar orduya geri çağrılır Ömer Seyfettin.
31 Mart gerici ayaklanmasında Hareket Ordusu ile Selanik’ten İstanbul’a gelenler arasında o dönem Rumeli’de bir zabit olan Ömer Seyfettin de vardır.
1912 yılında Yunanlılara esir düşecek, bir yıl kadar Atina civarındaki bir kasabada tutsaklar kampında kalacaktır.
15 kasım 1913’de ise esaretten kurtularak İstanbul’a dönecek olan Ömer Seyfettin, ikinci kez askerlikten ayrılarak kendini tümüyle öğretmenliğe ve yazı hayatına verir. “Türk Sözü” dergisinde başyazarlık, Kabataş Sultanisi’nde öğretmenlik yapmaya başlar.
1915 yılında Dr. Besim Ethem Bey’in kızı Calibe Hanım’la evlenir. 1915 ve 1916 yıllarında hiçbir öykü yayınlamayan Seyfettin’in 22 Aralık 1917 tarihinde kızı Fahire Güner dünyaya gelir. Evliliği pek mutlu gitmememiş olacak ki 1918’de eşinden ayrılır.
Bu süre zarfında Kalamış’ta bulunan Cavit Paşa’ya ait olan kendisinin deyişiyle “Münferit yalı”da yaşamaya başlayan Ömer Seyfettin birçok dergi ve gazetede yazmakta ve yazarlık yaşamının en verimli günlerini yaşar. 1908-1914 arasında 27 hikaye yazabilmiş olan Ömer Seyfettin, son 3 yılında 91 hikaye yazma başarısını göstermiştir.
Bu süre zarfında yaşadığı “Münferit yalı”da pek çok yazar arkadaşını da misafir eder: Mehmet Emin Yurdakul, Yakup Cemil, Ali Canib Yöntem, Yusuf Ziya Ortaç ve niceleri.
Bu kadar ansiklopedik bilgiyi zaten kolayca bulabileceğiniz için, artık lafı asıl anlatmak istediğim konuya getirmek istiyorum.
Vikipedi’de geçen kısmı yazımın başında sizlere göstermiştim. Gelelim Ömer Seyfettin’in vefatına ve internette dolaşan doğru olmayan bilgilere.
23 şubat 1920 günü, Ali Canib’in evine giden Ömer Seyfettin burada rahatsızlandığını ve şiddetli baş ağrısı çektiğini söyler. Kendisinin teşhisi sıtma olsa da ertesi günü gidip gördüğü doktor Hakkı Bey, hastalığı için “nevralji” teşhisi koymuş ve buna göre ilaç vermişti.
Birkaç gün içerisinde baş ağrısından kurtulan Ömer Seyfettin bu sefer de sürekli olarak ellerini ve parmaklarını ovuşturduğu fark ediliyor. 28 Şubat’ta bir başka doktora görünen Seyfettin’e bu sefer “nevralji ile romatizma” teşhisi konur. İlerleyen günlerde ateşi 38,5 dereceyi görüyor, uykusuzluk çekiyor.
4 Mart tarihinde durum düzelmeyince Haydarpaşa Hastanesine kaldırılır. 5 Mart’ta arkadaşlarından diş hekimi Şevki Bey ve Cafer bey Ömer Seyfettin’i ziyarete hastaneye giderler.
6 mart cumartesi günü sabahtan hastaneye giden Ali Canib, Ömer Seyfettin’i hiç iyi görmez. Burun delikleri kararmış, ter içerisinde yatıyordur Seyfettin. Kendisine seslenildiğinde, sadece “Canip!” deyip tekrar gözlerini kapatır.
Ali Canip de hastaneden ayrılır ve evin yolunu tutar. Yolda deniz kenarında hizmetçiye rast geldiğinde ise Tıbbiye’den telefon ettiklerini söyler. Koşarak komşusunun evine doğru yol alan Ali Canib kıyamet gibi ortamda, arkadaşı Ömer Seyfettin’in vefat haberini alır.
Ömer Seyfettin saat 13.30’da Haydarpaşa Tıp Fakültesi Akil Muhtar Kliniğinde yaşama veda etmiştir.
O zamanlar idrarı tatmak suretiyle yapılan şeker hastalığı teşhisi, eskiden beridir yapılan bir şey olmasına rağmen, yazımın başında anlattığım gibi şeker hastalığının tedavisi o yıllarda mümkün değildi.
Kaldı ki Ömer Seyfettin’in hastalığı için doktorlar sürekli yanlış teşhis koymuşlar: nevraljiden sonra beyin romatizması, sonra verem ve ensefalit letarjik (yani uyku hastalığı) denilmiş ama hiç birisinin doğru olmadığı ancak kendisine yapılan otopsiden sonra anlaşılabilmişti.
Dahası doktorlar bu şeker hastasına son anına kadar mandalina ve portakal vermekten vaz geçmemişler, hastalığın daha da ilerlemesine yol açmışlardır.[4]
Hastanede kimsenin ziyaret etmemesi ve cenazesine sahip çıkılmaması nedeniyle kimsesiz olduğu düşünülen Ömer Seyfettin’in naaşı, tıp fakültesi öğrencilerinin dersinde kadavra olarak kullanıldı mı?
Tahir Alangu’nun kaleme aldığı Ömer Seyfettin isimli kitabında Ali Canib’in tuttuğu notlardan son günlerini aktardığımız yazarın bu soruya cevap olabilecek kısmı şu şekilde:
Son günlerinde yanında ancak ablası bulunuyordu, babası ise daha önce ölmüştü. Bundan dolayıdır ki, Haydarpaşa Tıp Fakültesinde yapılan otopsisinde, ancak öğrenciler ve asistanlar bulundular.
Yani Ömer Seyfettin’in hastanede olduğu sırada ablası Güzide hanım onun yanındadır ama başka da kimsesi yoktur. Cesedinin fakülte öğrencilerinin dersinde kadavra olarak kullanılması gibi bir durum söz konusu değil. Ölüm sebebinin anlaşılması için kendisine bir otopsi yapılmıştır.
Naaşının kadavra olarak kullanıldığı fotoğraf bir gazetedeki tıp haberinde yayınlanınca Ömer Seyfettin’i tanıyanlar hastaneye gitti fakat Seyfettin’in başının gövdesinden ayrıldığı anlaşıldı.
Bu cümleyi de otopsi yapılırken Tıp Fakültesi’nde asistan olan Celalettin Ekrem Bey’in söyledikleri ile cevaplandıracağız:
“En acıklı tesadüfüm de merhum Ömer Seyfettin’le olmuştur. Ömer Seyfettin’i ilk ve son defa olarak fethimeyt masasında[5] gördüm. O zaman Tıbbiye’de asistandım. Gözümün önünden hiç gitmez: fırça gibi bıyıklar, az kıllı bir göğüs, kalça kemikleri, diz kapakları fırlamış, derisini ölümün fırçası boyamıştı. Kalbini, karaciğerini terazide tarttık. Kafatası testereyle gıcır gıcır kesildi. Ömer Seyfettin ismi geçtikçe, hâlâ, testerenin gıcırtısını işitirim…” [6]
Yani Ömer Seyfettin’in başının gövdesinden ayrılması gibi bir durum söz konusu değil. Hoş bir şey olmasa da otopsi kurallarına göre kafatasının kesilmesi durumu vardır.
Bu otopsi sonucu da Ömer Seyfettin’in ölümündeki esrar perdesi aralanmış, kendisinin şeker hastası olduğu anlaşılmıştı.
Yazar Ömer Seyfettin’in cenazesi Tıp Fakültesi’nin morg bölümünde hazırlanmış 7 Mart 1920 pazar günü, öğleden sonra saat birde, arkadaşlarının öncülük ettiği ve çoğu aydın ve gençlerden oluşan bir cemaat eşliğinde, Galatasaray, Kabataş, İstanbul, Kadıköy Sultanileri, Darülmuallimin ve Askeri Tıbbiye Mektebi öğrencilerinin omuzlarında taşıyarak Kuşdili yolu üzerindeki Mahmut Baba Mezarlığı’nda toprağa verilir.[7]
19 sene sonra mezarlığın olduğu yere tramvay garajı yapılacağı için 23 ağustos 1939 günü mezarlığın taşınması kararlaştırılır. Ömer Seyfettin’in kemikleri de Ayazağa’daki Asri Mezarlık’a nakledilir ve ünlü hikayecimizin kabri günümüzde de burada sizlerin ziyaretlerini beklemektedir.
Bütün bu yanlış haberlerin nereden çıktığını ben de sizin gibi merak ettim ve sonunda bunun cevabının derinlerde bir yerde saklı olduğunu gördüm.
Bu haberlerin asıl kaynağının, 2014 senesinin Temmuz ayında Derin Tarih dergisinde, “Kadavrası ortada kalmıştı” alt başlığıyla yayınlanmış, Ömer Seyfettin’in hüzünlü hikâyesini konu alan Ümit Bayazoğlu’nun kaleme aldığı bir yazı olduğunu fark ettim.
Siz siz olun, doğru bilgiye ulaşmak istiyorsanız bunları derinlerde aramayın.
Bu yazımızı da sayısı 140’ı geçkin hikâye kaleme almış olan Ömer Seyfettin’in bizlere bıraktığı bir tavsiye ile sonlandırmak istiyorum.
“Her millet kendi lisanında yaşar. Lisan vatan kadar mukaddestir. Fiili vatanımız olan Türkiye’de nasıl yabancı düşmanlar bulunmasını istemezsek, lisanımızda da Türkçeleşmemiş ecnebi kelimeleri, ecnebi kaideleri istemeyiz.” [8]
Kaynakça:
[1] – Kübra Sümerli̇, Di̇yabet Tedavi̇si̇ Gören Hastalarin Hastalik Ve Tedavi̇leri̇ Hakkindaki̇ Bi̇lgi̇ Düzeyleri̇ni̇n Değerlendi̇ri̇lmesi̇, Eczacılık Fakültesi Bitirme Ödevi, Mayıs 2012 Kayseri̇, s. 3-4
[2] – Jacob Roberts, Sickening sweet, Distillations, 8 Aralık 2015, s. 12-15
[3] – Doç. Dr. Abdurrahman Coşkun, Yüzyılın Molekülü İnsülin, Bilim ve Teknik Nisan 2010, s. 104-106
[4] – Tahir Alangu, Ömer Seyfettin: Ülkücü Bir Yazarın Romanı, Mey Yayınları, İstanbul 1968, s. 566
[5] – Fethimeyt kelimesi eski Türkçede “otopsi” manasında kullanılmıştır. Fethimeyt masası ise otopsi yapılırken kullanılan ameliyat masası olarak çevrilebilir.
[6] – Celâlettin Ekrem (Kerim Sadi), “Türk Romancı, muharrir, hikâyeci ve şairlerini ilk defa nasıl tanıdım?”, Resimli Ay, Sayı: 9, Teşrinisani (Kasım) 1928. ak: Tahir Alangu, a.g.e., s. 566
[7] – Tahir Alangu, a.g.e., s. 571-575
Yorumlar