0

Tebriz’de sıradan bir gün…
Kervan Muhafızı Bekir’in Hikâyesi

Kardeşlerini toplamış dut ağacı altında aşık oynuyordu Bekir. Ağalarının hile huyunu bildiklerinden, önce onun eneğini inceleyip sonra oyuna başlamıştı diğer kardeşleri. Bekir’in içine kurşun akıttığı aşığında başkaca hile göremeyince gönül rahatlığıyla oyuna katılmışlardı.

Onlar oyuna başladığında mahallenin balaları hemen etraflarını sarmış, özellikle insan azmanı Bekir’i gözleyip, acayip hareketlerine bakarak eğleniyordu. Bağırıp çağıran, kardeşlerinin enselerini tokatlayan Bekir, entarili takkeli küçük çocukların çığlıklarıyla destek buluyordu.

Oğlan, çocukların ilgisinden memnun, oyuncu gibi abartılı tavırlarla aşık atıyor, kazandığı her bir vuruşta kardeşlerinden birinin sırtına binip zafer turu atıyordu. Onun bu deli dolu hâli, balaları güldürüyor, çığlıklar atıp, etrafında koşturmalarına sebep oluyordu. Bazen çocuklardan birini, ikisini kapıyor, sırtına kucağına alarak sağa sola koşturup sallıyordu. Bu yoksul mahallenin kıt eğlencelerinden biriydi Bekir. Özellikle çocukların sevgilisiydi. Bekir nereye giderse çocuklar takip eder, onun kendilerini güldürmesini beklerdi. Kardeşleri de Bekir ne kadar eziyet ederse etsin gık demeden katlanır, ağalarına hak ettiği saygıyı gösterirdi.

-Balalar, bunlar benim çörek ağaçlarım! Bu kuş akıllılar olmasa, ben aç kalırım. Şimdi bunlar bana yenilince akşam aşlarını ben içeceğim.

Çocuklar kahkahalarla gülüp alay ederken, küçük kardeşler hem ağalarının hem çocukların alaylarını sineye çektiler tevekkülle…

Onlar böylece gülüp oynarken yanlarından geçen Semerkandiler’in çalışanlarından birisi Osman’la sohbet etmeye başlamıştı.

-Rüstembeg Ağa Tebriz’den göçüyor, haberin var mı?

Osman’ın cevabı pek umursamazdı.

-Biliyorum, duymayan yok zaten ki!
-Biz ne olacağız cancağızım? Çok cömert, çok asil insanlardı, şimdi kimin kapısına baş koyacağız?

Osman elindeki aşığı hedefsiz fırlattı, sıkkındı.

-Senin yine kaybedecek bir işin var, bizim hiç olmadı ya ağa!
-Bak aklıma ne geldi? Rüstembeg Ağa, şöyle eli kılıç tutan, attığını vuran adamlar arıyor, siz bu işi yaparsınız. İyi de para verecek.

Osman ilk kez ilgiyle bakmıştı oğlana.

-Ne için arıyor adamları?
-Kervana muhafızlık yapmak için. Sizin gibi güvenilir birilerine ihtiyacı var. Yükleri çok değerli olacak.

Osman keyifle ağasını çağırdı:

-Ağa hele gel, bak sana bir iş buldum!

Bekir duyduklarından hoşlanmıştı.

-Ne dersin, bize verir mi bu işi Hacı Ali Rüstembeg?

Adam kendine güvenli cevap verdi:

-Sizden iyisini mi bulacak. Elbette verecektir. Üstelik sizi ailecek tanır, atanın arkadaşı sayılır.

Kardeşlerin aklına yatmıştı bu iş. Aşıkları çocuklara dağıtıp Köhne Çarşıdaki dükkâna gittiler. Köhne Çarşı, Tebriz’in artık yıldızı sönmüş çarşılarından birisiydi. Diğer çarşılarda tutunamayan esnaf, bu eski, küçük dükkânların olduğu mekâna taşınıyordu. Burada yapılan alışverişin çapı da küçük, müşterisi de azdı.

İç içe geçmiş, kimisi derme çatma barakalardan oluşan çarşıda, pehlivan kardeşlerin atasının da dükkânı vardı. Pehlivan Recep Ağa, fakir bir adamdı ne de olsa. Geçimini küçük dükkânında yaptığı deri kumaş tamiratından sağlayamadığından, arada toylarda şölenlerde güreşir, düğünlerde derneklerde teşrifatçılık yapar, cemiyet işlerinde hizmet ederdi. Onun temiz, dürüst karakterini bilen şehir eşrafı, her fırsatta adama ya bir iş verir ya da doğrudan yardım ederdi. Bütün bunlara rağmen Recep Ağa’nın bunca çalışmaları ancak karınlarını doyurmaya yetiyordu. Hele üç kızın ardından gelen dört manda yavrusu, öyle açgözlüydü ki, adam onları büyütene kadar iki üç kat daha fazla çalışmak zorunda kalmıştı.
Çocuklar da yediğini inkâr etmemiş, her biri pehlivan kesimli bir yiğit olmuştu. Daha yeni yetmeliklerinde pehlivanlık gösteren oğlanlar, katıldıkları hiç bir şölende atalarını yere baktırmamıştı. Tebriz’in namlı atıcıları, Recep Pehlivan’ın hürmetine oğlanları yetiştirmiş, kılıç ustaları hünerlerini öğretmişti. Oğlanların yetişip işin ucundan tutmalarıyla bile, kazanda birkaç taslık aş zor pişiyordu hanelerinde. Fukaralık insanın yakasına yapışmaya görsündü, elinden sıyırıp kurtarmak için cihan pehlivanı olsan yine güç yetiremiyordun işte! Ama Pehlivan Recep hâlinden hiç şikâyetçi değildi. O, evinin nafakasını çıkarmış olmasının, dört tane pehlivan yetiştirmenin gururunu kimseden gizlemezdi.

-Bu devirde, geçim diyorsan, geçip gitmeyeceksin arkadaş! Bulduğun işin sapına öyle yapışacaksın ki, nafakan senden başkasına yar olamayacak!

Tıpkı sevdiğin kadını tutup bırakmaman gibi… Bıraktın mı elin oğlu avanak değil, hemencik kapıverir de, sen de elin böğründe öküz gibi kalırsın ortada… Biz büyük demedik, küçük demedik her bulduğumuzu, en büyük nimetten sayıp hoş safa ile karşıladık. Allah’a şükür, dört tane aslan gibi de evlat yetiştirdik. Bunlar durup dururken mi oldu bellersin? derdi, her kimle sohbete otursa.

Kendisinin güreş yarışlarında dereceleri olmasına karşın, o balalarının zaferiyle övünürdü en çok. Evlatlarından birinin en küçük başarısını “Kaf Dağı” gibi büyütür, dinleyenlere öyle bir anlatırdı ki, bilmeyen “Zaloğlu” hüner gösterdi sanırdı. Huyunun farkında değilse de oğullarına olan sevgisi, canından azizdi elbet!

Oğlanlar geldiğinde elindeki deri yeleği tamir ediyordu. Çocuklar selam verdikten sonra, hepsini almakta zorlanan dükkânda sıkışarak çömeldi. Ataları iskemlesindeki duruşunu hiç değiştirmedi, balalarına da bakmadı. Birçok kişinin belki ciddiye almadığı Recep Ağa, kendi ailesinin şahıydı illâki. Ona göre muamele görür, ona göre de muamele yapılmasını beklerdi. Hayatı boyunca malı mülkü, enine boyuna geniş geçimi olmamıştı ama umur görmüş adamdan sayardı kendini. O yüzden sözünün dinlenmesini, tecrübelerinin saygı görmesini isterdi.

Elindeki parçayı dikene kadar ne konuştu, ne de başka bir hareket yaptı. Pehlivan kardeşler de atalarına ses etmeden baktı. Adam işini bitirip başını kaldırdığında kaşları çatıktı.

-Nerden gelirsiniz haytalar? Oyundan mı yine?

Bu yalancı kızgınlığa hepsi alışıktı, o yüzden ses etmediler.

-Hepiniz manda yavrusuyken oyuncuydunuz, şimdi manda oldunuz hâlâ oynarsınız! Bu aşıktan ne zaman kurtulacaksınız?

Bekir birkaç kez öksürüp boğazını temizledi.

-Ağaları olarak kardeşlerimi eğlendirmek istedim atam.

Adam gülmemek için kendini tuttu.

-Allah herkese böyle bir ağa nasip etsin, bizim oğlan işi gücü bırakmış kardeşlerini eğlendirmekte… Baltaya demir olamayan, odundan sapı olur, demişler. Bizimkiler de o temsil, iş güç yapamayınca bari gönül eğlendirelim diye uğraş verirler.

Oğlanlar atalarının kendilerine karşı sevgisinin içtenliğini bildiğinden, alaycı sözlerine alınmadı. Bekir bu sırada atıldı.

-Atacığım ben de tam bu konuda konuşacaktım!

Recep Ağa’nın yüzünde şaşkın bir ifade belirdi.

-Ne işiymiş bu, durup dururken?

Diğer kardeşler nefeslerini tutup ağalarına kulak kesildiler.

-Biliyorsun atam, Rüstembeg Ağa göçüp gitmek ister Tebriz’den…

Adam elindeki işi masaya dalgın bıraktı.

-Haberim var, iyi adamdır Hacı Ali Rüstembeg! Dürüst tacir, iyiliksever hemşehridir. Bize de çok iyiliği dokunmuştur. Şefkat elini üzerimizden eksik etmemiştir. Şimdi onun gidişi hem Tebriz için, hem bizim için büyük kayıptır. Ama ne yapacaksın ki, adı batası Kara Tatar memlekette adam bırakmadı. Elinde imkânı olanın kimi Rum’a kaçıyor, kimi Şam’a!

Pehlivan Recep’in yüzü karardı, zorlukla yutkundu.

-Rüstembeg Ağa, benim çocukluk arkadaşımdı. Gerçi benden büyüktür ama çok oynamışlığımız vardır. Hatta bir keresinde dut ağacında kalmıştım da çıkıp beni indirmişti aşağıya. Ta o zamandan gariplerin, mazlumların yardımına koşardı…

Bu sözüyle bir açık vermiş gibi aniden sustu. Balalar atalarının itirafını dikkate bile almadı, onların aklı talip oldukları işteydi. Bekir atasının susmasını fırsat bilip hemen lafa girdi:

-Ben de onu diyorum işte atam! Rüstembeg Ağa, kervan düzecek, birçok kıymetli malını yükleyecek hayvanlarına. Ağa’nın güvenilir, attığını vuran adamlara ihtiyacı varmış!

Pehlivan Ağa, şaşkın şaşkın başını salladı.

-E, bundan bize ne?
-İşte bizden daha güvenilir, daha yiğit adam mı bulacak atam? Tam dört baş, sekiz kol, sekiz bacağız! Dört kardeş sırt sırta verince, dünya felekte hangi bahtsız bize meydan okuma avanaklığını gösterir?

Recep Ağa, elini külahının altına sokup başını kaşıdı. Balalar, atalarının aklına yattığını oradan anladı. Bekir işi kolaylaştırmak için biraz daha yol vermeye çalıştı.

-Hem onların işine gelir, iyi para vereceklermiş hem bizim de işimize gelir. Ne dersin atam?

Adam gözlerini Bekir’e dikti bir şey demedi.

-Hem Osman evlenecek, elde avuçta yok, hele harman kalksın, hele güz gelsin dersin. Oğlan bir seneden fazladır bekler.

Osman başını yere eğmiş, yüzü kızarmıştı. Bekir aldırmadan devam etti:

-Sen az çok kazanmak için güz düğünlerini beklersin atam, biz işi yaparsak millet bizim düğünü bekler o vakit, ne dersin?

Recep Ağa, sakallarını karıştırdı.

-Bu iş kaçacak iş değil balalarım. Bunu ben de görürüm lakin dört ciğerparem var, hepsini birden gönderirsem Yusuf’unu yitirmiş Yakup’a dönerim. O zaman cihanı bana verseler, gözümde şu keçe parçası kadar kıymeti olmaz…

Bu sırada yan dükkânda kelle üten kalaycı Nizamettin Ağa geldi. Elinde ütülmüş dört tane koyun kulağı vardı.

-Senin haytaları gelirken gördüm. Elimde ütmem için bıraktıkları kelleler vardı, hemen ütüledim onları. Kendi payım olan kulakları kesip getirdim, sever senin pehlivanlar!

Bekir’in gözü parladı, çok severdi ütülmüş kulakları. Hemen kalkıp adamın isli ellerini öptü.

-Nizamettin Ağa, bizi mahcup edersin, ne gereği vardı? Sanki biz ana kuzusu balalarız? Ama madem buraya kadar zahmet edip getirdin, ver yiyelim de, sağlığına dua edelim.

Adam elindekileri verirken önüne eğilmiş oğlanın başını sevgiyle okşadı.

-Yalancı pehlivan sen de, ben bilmez miyim benim dükkânın önünde geçerken, havayı kokladığını? Demez misin Nizamettin Ağam kelle ütse bize de kulak payı düşse diye?

Bekir utanmış gibi başını çevirdi.

-Hadi çekinme, ye de göreyim bakalım kıvamında olmuş mu?

Bekir sert kulağı çekiştirerek kopardı, kıyır kıyırdı… Ütülmüş kulağın yarı pişmişi makbuldü zaten. Genellikle zengin konaklarında ziyafet verileceği zaman çok sayıda kelle ve ayak ütülmesi için getirilirdi böyle kalaycı dükkânlarına. Kellelerin ütülmesi için verilen ücretin yanında, kulaklardan birinin ya da ikisinin usta tarafından alıkonulması adettendi. Eğer kelle sahibi hatırlı kimseyse, kulağın birini kesmezdi usta.

-Ağam, tam kıvamında, ne pişmiş, ne çiğ. Zaten böyle yenmez mi, bunun zevki zorlukla yemekte değil mi? Amma kendi payını verdin, yine utandırdın bizi.

Diğer oğlanlar da iştahla yediler. Recep Pehlivan, arkadaşına fikrini sordu.

-Nizamettin kardaşım, sen de bu haytaların atası sayılırsın, senden saklı değil özümüz.

Nizamettin Ağa, keyifle gubardı. Göğsünü şişirip, tepeden baktı oğlanlara.

-Sağol pehlivan! O senin alicenaplığın, atası sayılmazsak da ata yarısıyız evelallah!

-Şimdi bu Bekir olacak oğlun, Hacı Ali Rüstembeg Semerkandi Ağa’nın kervanında muhafızlık ister.
-İyi, daha ne istersin pehlivan? Arslan gibi oğlan, yükünü hafifletmek diler, bak benim kızların elin oğlundan başkasına faydası olmaz…

Pehlivan Recep duyduğu gizli gururla, yerinde kıpırdandı.

-Orası öyle, hiç evin kârı olanla, elin yâri olan bir olur mu? Ama bizim derdimiz o değil ağa? Şimdi bu manda yavruları hep birlikte gitmek ister?
-E, ne var bunda şimdi? Hepsi kazanç getirecek demektir.

Pehlivan Recep olduğu yerde yekinip kalktı bir an.

-Tabii senin er evladın olmadığından bilmezsin Nizamettin Ağa! İnsanın böyle pehlivan balaları olunca, gece düşünde, gündüz işindeyken aklı onlarda olur… Bilmez misin ki Oğuz töresinde bile er evladı olana kızıl çadır, kız evladı olana kara çadır dikerler!

Nizamettin Ağa’nın yüzüne hüzün gölgesi düşmüştü, adam bir şey söylemek için ağzını açtı ama yutkunarak sustu. Çünkü yedi kızı olmuş ama Allah oğlan evlat vermemişti. Sanki hiç çocuğu olmamış gibi nerde oğlan görse sevip koklardı hasretle!

Pehlivan Ağa arkadaşının hâlini ya anlamadı ya da aldırmadı, kaldığı yerden münasebetsiz lakırdısını sürdürmekte sakınca görmedi.

-Şimdi sen bunca yıl dağ gibi yiğitleri besle büyüt, sonra sonu bellisiz bir maceraya gönder, buna hangi ciğer dayanır?

Nizamettin Ağa, dalgın tekrarladı.

-Bunca yıl dağ gibi yiğitleri besle büyüt…
-Sana sormak isterim Ağa, ben şimdi ne yapayım? Dedik ya sen de bu manda yavrularının bir yerde atası sayılırsın?

Arkadaşının baştaki iştahı da keyfi de kaçmıştı. O ağzında bir şeyler gevelerken Pehlivan Ağa dikkatle dinlemesine rağmen hiçbir şey anlamadı.

-Hı, sen ne dersin Ağa?

Adam birden kestirip attı.

-Madem hepsini bir arada göndermeye ciğerin icazet vermez, o zaman birini yanında bırak Ağa, bundan kolay ne var?

Bu görüşe aklı yatan Recep Pehlivan, bu kez başka bir fikre daldı.

-Senin için kolay elbet Ağa! Erkek evladın olmadığından, her birinin sevgisi ayrıdır onu da bilmezsin tabii! Gel de aralarından seç seçebilirsen?

Tepesi iyice atan Nizamettin Ağa, bağırarak Teber’i gösterdi. Sanki idam hükmünü verir gibiydi oğlanın.

-Ne var bunda şaşacak? Bırak, bu malak burada kalsın, gönder şu öküz oğlu öküzleri de kâr getirsinler hanene!

Önce hepsi şaşkın baktı adama, Nizamettin Ağa, saldıracaklarını sansa da onlar uysallıkla sırıttılar. Beğenmişlerdi bu fikri. Recep Pehlivan hoşnutlukla baş salladı.

-Allah razı olsun Ağa, bizim müşkülümüzü bir hamlede çözüverdin. Dost dediğin böyle zamanda belli olur. Ne durursunuz, öpsenize öküzler Nizamettin Atanızın elini!

Oğlanlar hürmetle Nizamettin Ağa’nın elini öperken, Pehlivan Recep çıkınından bir parça çörek çıkarıp masaya koydu. Hiddeti bir anda geçen Nizamettin Ağa, yumuşadı, hatta gururla şişinirken gözlerinden birkaç damla yaş bile aktı.

-Berhudar olun evlatlarım, Allah tuttuğunuzu altın etsin!
Masanın üstündeki çöreğe gözü takılan Nizamettin Ağa,
-Hayırdır, pehlivan, bu vakitte acıktın mı hemen? diye sordu.
-Yok, Nizamcan, bu malaklara çörek üstüne yemin içtireceğim ki, beraber gidip, beraber dönsünler!

Ellerini bayat çörek üstüne koyan Teber haricindeki üç kardeş, tören havasında atalarının söylediğini tekrar etti.

-Üç kardeş, üç civanız biz, sırt sırta ele ele veririz, beraber çıktığımız yoldan, inşallah birlikte döneriz! Biri üçe tercih edene, kardeşini düşmana verip gidene, yeminini su gibi içene, anasının ak sütü zehir olsun, dünya felekte inşallah rezil olsun!

Çöreği başlarının üstünde döndürdükten sonra, parçalayıp yediler. Artık hepsinin gönlü rahata ermişti!

Pehlivan Recep, oğlanların gidişine sonunda razı olsa da ailenin diğer fertlerini ikna etmek kolay olmadı. Kardeşlerinin kervana muhafızlık edeceğini öğrenen ablaları feryat figan ata ocağına düşmekte gecikmedi. Duyanlar, evden cenaze çıkmış sanırdı. Kimisi atasının ayağına kapanıp şefaat diliyor, kimisi bacağına yapıştığı oğlana yalvarıyordu. Oğlanlar kurum kurum kurulurken, ataları uğrun uğrun gözyaşı döküyordu. Ama erkeklerden hiçbiri kararından geri dönmemişti. Anaları da bir köşeye çekilmiş, kültem kültem saçını yoluyor, bir yandan da acı acı uluyup dövünüyordu. Bu felaket nerden gelmişti başlarına?

Bekir tüm ilgiyi üzerine toplamıştı yine. Keyfini çıkarmakta hiç sakınca görmedi hâliyle. Eski zaman heykelleri gibi gururlu ve ulaşılmaz bir yere kondurmuştu kendini. Bu sırada oğlanın ellerini ayaklarını, bir abla bırakıyor, bir abla yakalıyordu. Kimi öpüyor, kimi kokluyordu.
-Burada çörek mi yok, niçin gidersin gurbete? O kervanın belası çok olur? Etme kardaşcağızım, eyleme balacığım! Yoluna ablan kurban olsun, pehlivan kardeşim! Bizi burada öksüz koma!

Burnundan kıl aldırmayan Bekir, ablalarının ayakaltında köleleşmesine dudak bükmekteydi.

-Siz er işlerine karışmayın, bu yaman meseledir. Bak bu Osmancık yarın evlenmek ister, var mı sizde onun hacetini görecek takat? Hem artık atamızın yükünü el atmayalım mı?

Üç abla oğlanın önünde diz çökmüş türlü türlü dil döküyordu.

-Sen bizim ilk göz ağrımızsın pehlivan Bekir’im! Evlatlarım senden sevgili değil benim için. Yeter ki sen gitme, varım yoğum yoluna kurban olsun!

Şımartılmaya alışmış oğlan hiç umursamadan tepeden bakmaya devam etmekteydi.

-Ana, kızlarına sahip çık! Burada kafa şişirip durmaktalar, bu er işi, her kişi harcı değildir! Hem atam düşünüp taşındı, bak Teber kardeşinizi size gölge verecek ağaç bıraktı. Daha ne istersiniz?

Recep Pehlivan oğlunu onaylamakla yetindi.

-Bu münasip bir maslahattır! İtiraz kâr etmez.

Ablaları arsızlık yapmaktan bir an bile geri durmadı. Yalvarıp yakardılar, sonunda kadınların yapması gerekenler yapıldıktan sonra işe başvurulmasında karar kıldılar.

İşi almalarının ardından, amansız oklardan korunsun diye kurşunlar döktürüldü, üstlerine kalkan kılıçlar körleşsin diye muskalar yazdırıldı, tılsımlar yaptırıldı ablalarını unutmasınlar, antlar, yeminler içtirilip başlarında çörekler çevrildi yolda birbirlerini bırakmasınlar diye, sonra okunmuş sular içirildi oğlanlar “Bismillah” deyip yola düşmeden önce…
Ayrılıkları da pek acılı oldu. Biri bırakıp biri kucakladı oğlanları…

Birbirlerinden ayrılmayacaklarına dair son yeminlerini ettirmeden bir adım attırılmadı üç kardeşe. Ağıtlar yakıldı artlarından.

-Dört kardeşlerden üçü gitti, Bekir, Osman, Sungur yitti, Teber ağlaşır ağalarım diye, anası atası yırtınır balalarım diye!

Mustafa Yörü
1965 yılında Konya’da doğan Mustafa Yörü, ilk, orta ve lise öğrenimini memleketi olan Kırşehir’de yaptı. 1988 yılında Ege Üniversitesi Basın Yayın Yüksek Okulu’nun Gazetecilik ve Halkla İlişkiler bölümünü bitirdi. Askerlik görevini tamamlamasının ardından 1993 yılına kadar reklamcılık yaptı. Daha sonra memuriyete başladı. 1998 senesinde kazandığı sınavın ardından TRT’de kameraman olarak çalıştı. Muhabirlik ve editörlük görevlerini de ifa eden Yörü, 2018 yılında emekli oldu. Evli ve iki çocuk babası Mustafa Yörü’nün İshak Kuşu-Yitik Çulun Peşinde ve Cimriname-Kerameti Kendinden Menkul adlı yayınlanmış iki romanı bulunmaktadır. Mustafa Yörü iki romanında da Ön Asya ve Anadolu’da Moğol döneminde yaşanan tarihte iz bırakmış olayları hikayeleştirmiştir.

“İnkılabın nuru bir cemiyette kadınlar vasıtasıyla akseder.”

Önceki yazı

Sümer-Türk dillerinin tarihi ilgisi ve Türk dilinin yaşı meselesi

Sonraki yazı

Bu yazılar da ilginizi çekebilir

Yorumlar

Bir yorum yaz

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Daha fazla yazı Hikaye ve şiir