Özellikle Nevruz ile Türk Dünyasında ve genel olarak müziğin gelişmişliği (!) sebebiyle Batı ve Doğu arasında bir tartışma aslında mevcut. O tartışmaya göre konu şu ki; ortada bir kültür var ama bu kültürün sahibi kim?
Kültür, sanıldığının aksine nesnel ve ölçülebilir bir yapıya sahiptir. Ancak ölçü birimlerini bilmeyenler elbette kültürün ölçümünü de yapamayacaktır.
Bu sebeple Batı’daki ve Doğu’daki kültürlerde ölçüm açısından kullanacağım bir cetvel ile Nevruz ve kısaca Batı enstrümanlarına değinmek isterim.
Evet, cetvelimizin adı: sağlay.
Cetvelimizin ölçü birimi: bugün ve geçmiş tüm zaman dilimleri.
Aman bunlar da neyin nesi, demeden konu içinde sağlay ve tüm zaman dilimlerini kullanarak irdeleme yapalım. Aksini iddia eden olursa da oturup diğer ölçü birimlerini çıkaralım birer birer. Ama bana kalırsa sadece bir tane cetvel ile bile Nevruz’u ve Batı’nın enstrüman gerçeğini ortaya çıkarabiliriz. İki tane cetvel kullanırsak ispat bile edebiliriz. Sıkıcı olmamak adına yazıyı kısa tutmak için ikinci cetveli şimdilik çıkarmayalım.
Evet, kolay olandan başlayalım ve Batı’daki enstrümanları inceleyelim.
Soru şu : Bu enstrümanlar Batı kültürüne ait ise dedeleri ve dedelerinin dedeleri olan ilkel modelleri nerede ve kültür yaşayan bir şey olduğuna göre torunları da olmalıdır; o halde büyük dedenin yanı sıra torunlar nerede?
Batı, bize eski model piyanoyu gösterirken büyük dedeyi gösterdiğini sanır ya da elektronik klavyeyi gösterdiğinde torunu bulduğunu sanır.
Hayır.
Bir çalgının eski modeli, dede olmadığı gibi arada yüzyıllarca boşluk sonrasında çıkan bir versiyon da torun değildir. Yani piyanonun dedesi daha başka bir şeydir ve evrile evrile piyanoya dönüşmüştür; mesela bizim enstrümanlarımız tüm Türk coğrafyasında bu sağlayı karşılar. İşte buna dayanarak o enstrümanı soruyoruz ki nerede diye. Ya da torun için de şunu soruyoruz, yüzyıllarca bu piyano bir torun ortaya çıkaramamış da durmuş durmuş yüzyıllar sonra elektronik bir klavye mi çıkarmış? Bu bir versiyon sadece torun değil ki! Torun dediğin dedesinden ve annesinden, babasından nitelikler taşır ama ayrışmış olur. Üstelik gelişmiş bir model olur. Bu torun pek bir meziyetsiz görünüyor gözümüze, deriz.
Piyanonun dedesini Batı, ortaya koyamadı.
Torunda hile hülle işleri biraz yutturuyor gibi ama dedeyi henüz bulamadı.
Neden?
Çünkü yok.
Çünkü hiçbir yerde yok.
Dedeyle çalınmış bir nota silsilesi de bulunamadı. Hep mevcut piyano için düzenlenmiş nota sistemi var. Notaları da çalgıları da gökten zembille inmiş maşallah!
Yani Batı bize diyor ki; bu piyano bize gökten zembille düştü, notalar da öyle! Siz de bunu böyle bilip buna böylece inanacaksınız. Tıpkı Asya ve Avrupa, aynı kara parçası olduğu halde ortada iki kıta varmış gibi coğrafya okutmalarına benziyor bu iş. Kendilerine göre bir masal uydurup ona herkesi inandırmakta mahir becerilerine dayanarak üfürüyorlar.
İnananlar var, yok değil hatta çok ama sormaya devam ediyoruz. Bu piyanonun dedesi nerede, torunu nerede? Kemanın da öyle… Bir zaman çizelgesi çizip bu piyano şu zamanda şöyle bir şeydi, bu zamanda böyle bir şeydi ve sonra da şöyle bir şeye evrildi denmesini bekliyoruz. Ama piyano, hep aynı piyano işte. O keman, hep aynı keman…
Yunan’ın epsilonlu omegalı abecesi gibi.
Gökten zembille inmiş. Bir anda yazmaya başlamışlar.
Çok medeni oldukları için tabi tanrının lütfu ayrı oluyor onlara.
Gelelim biz barbarlara…
Barbarmışız ya…
Öyle ya Asya’yı kana bulayıp tüm zenginlikleri çalıp lüks yaşayıp sonra çocukları açlığa, sefalete, fakirliğe, savaşın ortasında göz yaşına boğan biziz! Afrika’nın kanını biz kuruttuk! Afganistan’ı, Pakistan’ı, Hindistan’ı, Irak’ı, İran’ı, Suriye’yi yüz yıllar gerisine biz tutup attık! Tabii canım, barbar olan biziz elbette! Artık buna inanalım!
Velhasıl…
Nevruz, her bahar dönenimde bir tartışma konusu olur. Çocukluğumda hatırlardım, o zaman bile tartışılan bir şeydi; hatta annem ateşin üzerinden atlamaya davet etmişti beni de ödüm kopmuştu. Annemin adı Olcay! Benim adım Elçin. Kızımın adı Tuva! Böyle de bir aileyiz üstelik! Buna rağmen çocukken ateşin üzerinden atlamak da nedir diye sormak zorunda kalıyorum…
Dibimizde köşemizde, mahallemizde sakin sakin yaşıyoruz kültürümüzü ama…
Gördük ki öz kültürümüz, başka kültürler arasında kaybolup gitmek üzereydi, çok şükür ensesinden yakaladık olayı!
Evet, kültürün sahibi Türk ama bak ki Türk, öz kültüründen ne kadar haberdar?
Anadolu cephesinden baktığımda ve tam da bu noktada Kürtlere bir teşekkürü borç olarak iletmek isterim. Keza kendileri Türk Kültürünün içinde ve klan yaşamı içinde, gördüğüne duyduğuna sadık kişiler olarak bizim yozlaşmamız esnasında Nevruz’u hiç unutmadı. Bir kesim Türk de Nevruz’un olsun ki Kürt olsun ki “Kızılbaş” bayramı olduğunu iddia etti. Aslında Nevruz, hem Kürtlerde hem de o Kızılbaş dediği kesimde yaşıyordu evet ama onlar kimdi?
Türk Kültürünün efil efil estiği bu kesimler, adları ne olursa olsun, cibilliyetleri ne olursa olsun aslında kültürün taşıyıcıları idi.
Yani Kürtler, millet olarak tartışılmaya devam ediledursun, kültür olarak Türk Kültürünün bütünüyle taşıyıcısı olduğu artık net. Sadece Kürtler, bu kültürün kendilerine ait olduğunu ve biz Türklerin onlardan Nevruz’u alarak Asya’ya yaydığımızı söylemesinde işler karışıyor. İşte bu noktada cetvel çıkıyor ortaya.
Hemen bakıyoruz, sağlay olarak neler var? Takvim çizelgesinde neler var?
Bir kültür (hangi kültür olduğu hiç önemli değil), tüm nitelikleri ile tüm sanat alanlarına belli oran ve miktarlarda sızar. Resim, şiir, müzik, tekstil, seramik, dekorasyon, stilizasyon, mimari, bayramlar, yemekler, masallar bunlardan ilk akla geleni. Hemen Kürt kültürüne bakıyoruz, Nevruz ile ilgili bir tesktil ortada dolaşıyor mu? Türklerde var ama Kürtlerde yok. Hemen dansa bakıyoruz, hemen folklore bakıyoruz, hemen şiire ve saza söze bakıyoruz ki neler var Kürtlerde. Pek bir şey yok. Olanların da hemen hepsi çok yeni. Bayram ise madem bu, çok büyük bir bayram ise o halde yemekler nerede? Şenlik olmalı ortada, o şenliği biri resmetmiş olmalı. O şenliğin olduğu yere birileri bir mimari eser dikmiş olmalı. Mesela sütunlar olmalı. Geçit alanları olmalı ya da ne bileyim kazanların kaynadığı bir meydan… Taslar olmalı, kaşıklar olmalı, sunaklar olmalı, o güne özel bir yemek, bir şarkı, bir dans olmalı. Bir masal dönmeli dilden dile anlatılmalı…
Hiç yok.
Varsa yoksa 21 Mart’ta sokaklara çıkılsın, kan ter ve hır içinde terörist söylemlerle sloganlar atılsın, biji miji öğürülüp böğürülsün; oldu mu sana bayram?
Bayram mı bu şimdi?
Bayram ne peki?
O! O çok daha derin bir konu.
Umarım onu da başka bir zaman yazabilirim.
Sevgilerimle,
Elçin Tuva
25 Mart 2022
Yorumlar