Dilde sadeleşme hareketinin başladığı ilk Tanzimat yıllarından itibaren, günümüze kadar, bu konuda çeşitli görüşler ortaya çıkmıştır. O günden beri hep birbiri ile tartışma halinde olan başlıca görüşleri şöyle sıralayabiliriz:
I. Öteden beri, sayıları oldukça az, tesir meydana gelmiş bulunan osmanlıcanın değiştirilemiyeceğini, üç büyük dilin bir çeşit birleşmesi demek olan bu “karma dil” düzeni bozulduğu takdirde, Türkçenin kendi kendine yeter ki bir tür dili olamıyacağı iddia etmiştir. Onlara göre arapça ve farsçanın geniş mânâda desteği olmazsa, Türkçe zayıf, fakir ve yetersiz bir dil durumuna düşer. Bahis konusu “desteklenme” keyfiyeti ise, sadece ihtiyaç duyulan kelimeleri almaktan ibaret olmayıp, geniş ölçüde gramer kuralları, söz yapımı usulleri ve çekim şekillerine de şamil olmaktadır.
Tamamiyle sakat bir görüşün mahsulü olup, Tanzimat ve Servet-i Fünun devrinin ikinci derecedeki bazı yazarları tarafından ileri sürülen bu iddia, hiçbir zaman müsbet karşılanmamıştır. Çünkü, en az iki bin yıldan beri gramer kuralları teşekkül etmiş edebî ve medenî bir yazı dili olarak tarih sahnesinde görülen Türkçenin, bunca kültür merhalesini aştıktan sonra, arapça veya farsçanın himayesine muhtaç olacağı düşünülemez. Yüz yıllar boyunca sayısız imparatorluklar kurmuş bir milletin dili, hiç, himayesine aldığı kavimlerin diline esir olabilir mi? Bütün dünya dilleri için söz konusu olan karşılıklı kelime alış-verişi dışında, bir başka dilin desteğine Türkçe niçin muhtaç olsun?
Gerçi üç büyük dilin imkânlarını birleştirmek sûretiyle teşkil edilen osmanılca, ifade gücü bakımından, zengin ve mükemmeldi. Fakat çok dar bir zümrenin benimsemiş olduğu bu “sentetik” dil millîlik vasfından mahrumdu. Çünkü cümle kuruluşu, beyan tarzı ve edebî dile hâkim gramer kuralları Türkçe değildi. Osmanlıca dediğimiz yazı dili içinde Türkçe dâima üçüncü derecede kalmıştı. Dilimizin bünyesinde sert bir cisim gibi duran arapça, farsça unsurlar, işte bu sebeple, millet çoğunluğu tarafından asla benimsenmedi. Nitekim, esas itibariyle sakat bir görüşe dayanan ve Türk milliyetçiliğine aykırı olan bu düşüncenin zamanımızda artık hiçbir ciddî temsilcisi yoktur.
II. Sayıları birincilere nisbetle daha çok, tesir sahaları da epeyce geniş olan diğer bir gurup ise, dil devriminde aşırı görüşü temsil eden tasfiyecilerdir. Kendileri her ne kadar tasfiyeci olmadıklarını iddia ediyor iseler de, biz sözden çok davranışa önem vererek, onların tasfiyecilik çıkmazında bulunduklarını belirtmekten geri durmıyacağız. Hiç değilse osmanlıca denilen arapça farsça asıllı sözlere karşı insafsız bir tasfiyecilik çıkmazında bulunduklarını belirtmekten geri durmıyacağız. Hiç değilse osmanlıca denilen arapça, farsça asıllı sözlere karşı insafsız bir tasfiyeci olduklarına şüphe yoktur.
Bunlara göre, dilimize girmiş bulunan bütün yabancı asıllı sözler, hususiyle arapça, farsça kelimeler, hiçbir ölçü, sınır ve müsamaha tanınmaksızın, derhal atılmalıdır.
Servet-i Fünun devrinde Fuad köseraif ile Ahmed Hikmet Müftüoğlu’nun temsil ettikleri bu aşırı görüşe taraftar kimselerin sayısı zamanımızda bir hayli artmıştır. Bu kitlenin düşüncesi hem tabiat kanunlarına, hem de sosyal ve insanî gerçeklere aykırıdır. Koyu bir osmanlıcanın hüküm sürdüğü Tanzimat ve Servet-i Fünun yıllarında öyle bir aşırılığa tepki olarak doğan Ahmed Hikmet gibi, Fuad Köse raif gibi tasfiyeci görüş sahiplerini, o günün rahî şartları içinde normal karşılamak mümkündür. Hattâ, sadeleşme hareketinin yeniden alevlendiği 1932 yıllarından sonra bazı kimselerde görülen aşırı tasfiyeci tutumu da, gene o devrin heyecanı ile yapılmış tabiî bir ölçüsüzlük sayabiliriz. Ama bugün, 1963 yılında, ilk hamleden 130, ikinci hamleden 30 yıl geçtiği halde, Türkçe bu kadar sadeleştiği, hattâ Servet-i Fünun devrindeki tasfiyecilerin tasavvur ettiklerinden daha fazla özleştiği halde, hâlâ aşırı tutumda direnmek, hiçbir suretle hoş karşılanamaz. Çünkü bu, imkânsızlığı tecrübelerle sabit olduğu halde, gene ısrarla o imkânsızın ardından koşmaktır. Zira, yer yüzünde bir tek ileri ve medenî dil gösterilemez ki yüzde yüz saf ve öz olsun. Çeşitli dillerden sayısız kelimeler, sayısız deyimler almamış olsun. O halde bu aşırılık, bu ölçüsüzlük, bu gerçek dışı davranış niye?… Şunu açıkça belirtelim ki böyle ölçüsüzlüklerin ne dil devrimiyle ne Türkçe sevgisiyle ve ne de Atatürkçülükle ilgisi vardır. Bu, doğrudan doğruya cidî olmayan bir davranıştır. Ata’nın ise, hiçbir zaman, böyle tabiat kanunlarına ve ilmî gerçeklere aykırı davranışları görülmemiştir. Zira evde annemizin, sokakta çocukların, otobüste biletçinin… konuştuğu, anladığı ve sevdiği her hangi bir kelimeyi, bu söz soy bakımından Türkçe değildir diye, zorla dilimizden atmaya kalkmak akıl ile bağdaşamaz. Yaşayan ve kullanılmakta olan bir kelimenin “hüviyet”ini sormak, “soyunu – sopunu” araştırmak hiçbir mantıkî delil ile müdafaa edilemez. Ama ne yazık ki, bütün bu sağduyu dışı ölçüsüzlüklerin öncüleri, hareketlerinin sorunluluğunu ısrarla Atatürk’e yüklemektedirler. Böylece de hücum ve tenkidden kurtulacaklarını ummaktadırlar. Oysa ki tarihî gerçekleri yanlış aksettirmek çıkar bir yol değildir. Çünkü meselenin esası çok çabuk gün ışığına çıkarılıverir.
Meselenin ilgi çekici bir yönü daha var: Son yirmi yıl içinde dilde aşırı özleşmeyi savunan aydın zümresi hiçbir zaman milliyetçi bir gurup değildir. Hayat görüşleri, millet, milliyet ve tarih anlayışları bakımından son derece geniş düşünceli, hattâ milliyetçilik yerine beynelmilelciliği benimseyen bir kısım aydınların dil konusunda böyle aşırı türkçeci oluş sebeplerini izah etmek bizce imkâñsızdır. Hiçbir konuda türkçü ve milliyetçi olmayan, hattâ bazan bu düşüncelere karşı çıkan kimseler dil meselesinde nasıl Türkçeci oluyor, nasıl bir dil ırkçısı kesiliyorlar?
Ayrıca, kendilerine “çok ilerici” sıfatını veren ve batılı olma imtiyazını kimseye bırakmayan bu kimselerin tutumunu ileri bir dünya görüşü ile bağdaştırmak da mümkün değildir. Çünkü, herkesçe malûm olduğu üzere, bugün sadece orta Afrika, güney Amerika, kuzey Asya ve Avusturalya’daki en geri ilkel toplulukların dilleri yüzde yüz saf, yüzde yüz özdür. Bünyesindeki kelime sayısı dört yüzü geçemiyen bu ilkel diller dışında, İngiliz, Fransız, Alman ve italyan gibi ileri Avrupa milletlerin hiç birinin dilinde bu hususiyet görülmez. Her konuda örnek olmaya özendiğimiz batılı milletlerin dili böyle olduğuna göre, bizim “çok ilerici” aydınlarımız Türkçeyi hangi yöne doğru sürüklediklerinin farkında değil midirler?
III. Üçüncüsü, ta başlangıçtan beri en çok taraftarı olan, büyük bir aydın, yazar, ilim adamı ve sanatçı kitlesinin benimsediği görüştür. Yukarıda izah ettiğimizg örüşleri iki sivri uç sayarsak, bu üçüncüye orta yol diyebiliriz. Eskilerin “mutedil”, yenilerin “ılımlı” dedikleri bu büyük zümre mensuplarının hepsi, istisnasız, Türkçeden yanadır ve ilericidir. Ölçülü ve sağ duyu sahibidir. Bu zümrenin görüşü, esas itibariyle, Ziya Gökalp, Ömer Seyfettin ve Şemsettin Sami gibi öncülerin açmış oldukları çığır istikametinde olup, onların tesbit ettiği ilkelerin daha ilmî bir metodla gerçekleşmesini sağlamaktadır. Buna göre:
a. Her medenî ve ileri kültür dili gibi Türkçenin de yüzde yüz saf olmasına ne imkân, ne de lüzum vardır. İhtiyaç halinde, başka dillerden kelime almak kadar tabiî bir şey olamaz. Ancak, b kelime alış-verişi, ihtiyaç hudutlarını aşarak bir heves ve özenti şeklini almadan, normal ölçüler içinde kalmalıdır. Ayrıca, osmanlıcada görüldüğü üzere, dilimizin başka dillerden gramer kaidesi, selika ve ifâde şekli ile cümle kuruluş esaslarını almasına asla müseade edilmemelidir. Yâni, ne osmanlıca tarfatarlarının istedikleri arapça, farsça gramer şekilleri, ne de bugünkü tasfiyecilerin dilimize sokmaya çalıştıkları “devrik cümle” nin Türkçede yeri yoktur. Dilin asıl düşmanları bu türlü şekillerdir. Çünkü bir dile millîlik vasfını kazandıran başlıca hususiyet, o dilin sözlüğündeki kelimelerin çoğunluk itibarı ile öz olmasından önce, gramer kaidelerinin, ifade tarzının ve cümle kuruluşunun millî olması keyfiyetidir. Onun içindir ki mutediller Türkçenin, bünyesindeki bütün aslî hususiyetleri muhafaza etmesini istiyorlar.
b. Dilimizde Türkçe karşılığı bulunan yabancı kelimeler, sert bir hareketle değil, yavaş yavaş, usulü dairesinde bir elenmeye tâbi tutularak temizlenmelidir. Çünkü sert ve ani hamleler dilin bünyesini sarsar, birçok isabetsiz ve ölçüsüz davranışlara sebep olur. Onun için zaman meselesinde aceleci olmak doğru değildir.
c. Dilde karşılığı bulunmayan yabancı asıllı sözlere ise, türkçenin bütün gramer hususiyetleri gözönüne alınıp, bunlara uyulmak suretiyle karşılık bulunmalıdır. Bu iş yapılırken ek ve kök’ün Türkçe olması da şarttır. Bunlara dikkat edilerek yapılan sözler “türeme” kelimeler, bunlara dikkat etmeksizin, gelişi güzel yapılan sözler de “uydurma” kelimelerdir. Böyle “uydurma kelime” nisbeti çoğaldıkça, Türkçe, Türkçe olmaktan çıkar, bir argo halini alır.
d. Halka kadar inmiş ve Türkçe karşılığı mevcut olmayan arapça, farsça sözlerin yerine batı dillerinden kelimeler almak büsbütün mânasız ve yanlıştır. Dil devrimi bu istikamete katiyen yöneltilmemelidir. Böyle yerleşmiş kelimelerin “temizlenme”sini tabiî tekâmüle bırakmalıdır.
Görülüyor ki, bu gurubun da asıl gayesi Türkçenin ilerlemesini, gelişmesini,g üçlü ve zengin bir kültür dili olmasını sağlamaktır. İçlerinden hiç kimsenin “osmanlıcaya dönelim”; “arapça, farsça sözleri Türkçeye tercih edelim”, “Türkçeyi ihmal edip yüz üstü bırakalım…” dediği yoktur! Herkes sadeleşmeyi istiyor, ama bir ölçü nisbetinde. Herkes öçleşmeyi istiyor, ama usulü dairesinde. Herkes Türkçenin zenginleşmesine çalışıyor, ama imkânlar ölçüsünde ve ilmin emirlerine boyun eğilmek şartiyle.
İki zümre arasındaki esasa dair görüş farklarını böylece belirttikten sonra, şimdi de bu zümrelerin anlaşmasına engel olan diğer mühim fikir ve anlayış ayrılıklarına temas edelim.
Birinci zümreyi teşkil eden tasfiyecilere göre:
a. Dil denilen nesne aslında bir “uydurma” dır; “gökten inmemiş” tir. Fertler arasında anlaşmayı sağlayan vasıtadan başka bir şey olmayan dili, vaktiyle insanlar nasıl uydurmuşlarsa, bugün de “uydurma” işine öyle devam edilebilir. Şimdi yadırgadığımız sözler, aradan zaman geçip, onlara alıştıktan sonra, bize munis ve sıcak görünecektir. Bütün mesele bir müddet sabırla beklemeye bağlıdır.
b. Dilde “uydurma” yolu ile kelime türetmek için, bu işten anlayan, ehilbilginlere, uzmanlara hiç de lüzum yoktur. Arzu eden ve Türkçenin arılaşmasını isteyen her Türk, tabiî birazcı mürekkep yalamış olmak şartiyle gönlünden koptuğu gibi yeni yeni sözler “doğurabilirler.” Bunu, mâni olmak şöyle dursun, şiddetle teşvik etmek lâzımdır. Böylece her okur-yazar vatandaş, her ilerici aydın, “kuluçkadan çıkarır” gibi, her hafta yeni yeni sözler “çıkarmalı”dır. Türkçe ancak bu sayede zenginleşir.
Bunlara karşılık mutedillerin görüşü de şudur:
a. Dil canlı bir tabiî varlıktır. Böyle olduğuna göre, her canlı tabiî varlık gibi onun da kendine has yaşama ve gelişme kanunları, bizim hiçbir zaman sezemediğimiz bir “püf naktosa” vardır. Biz dışardan bu tabiî kanunları zorlarsak, hiçbir fayda sağlamıyacağı gibi, ayrıca zıt yönde sert tepkiler doğar. Hayatta kavak ağacına dahi, onun tabiatına aykırı bir yön veremeyiz. Onu zevkimize göre yetiştiremeyiz. Sadece gelişimine yardımcı oluruz. Bakar ve himaye ederiz. Dil ise sahipsiz bir ağaç da değildir. Bir milletin “düşüncesinin evi” dir. Ortak millî ruhun, ortak millî dehanın yarıttığı mükemmel ve ilâhî bir düzendir. Milletin kanından sıcaklık, gözünden ışık ve gönülnden canlılık alan millî dil, her şahsın ve zümrenin önündedir, üstündedir. Binlerce yıldan beri süzüle süzüle, insanla beraber gelişmiş, insanlıktan ve onun düşüncesinden ayrılamayan şahsiyetli, haysiyetli bir varlık olmuştur. Biz, dâima ona tâbi olmak zorundayız. Güneşin doğup batışına, varlığın olup bitişine tâbi olduğumuz gibi. Bu sebeple, çok zarûrî müstesna haller dışında, dile devamlı bir müdahalede bulunmak, onu “gütme” ye kalkışmak, kargaşalıklara yol açar. Cemiyette, millî düşüncenin ve dilin gelişmesinde aksaklıklar doğurur. Bizim dile yapabileceğimiz hizmet, onu dış tesirlere ve asalaklara karşı korumaktan ibarettir. Her milletin yaptığı gibi.
b. Dile mutlaka müdahale etmek gerekiyorsa, bunu ancak uzman kişiler yapabilir. Türkçe konuşan her vatandaş dilin ıslahı veya tedavisinde söz sahibi olamaz. Onun için, Türkçenin meselelerini çözerken politikacıdan da, şairden de, sanatçıdan da önce dil bilginleri konuşurlar, dil bilginleri yol gösterir ve karar verirler. Aksine hareket edildiği taktirde “kaş yapayım derken göz çıkarılır.” Telâfisi imkânsız hatâlar yapılır. Türkiye nüfusunu tehdit eden verem âfeti ile savaşan heyet arasında hekimlik mesleğinden, hattâ verem mütahassıslarından başka kimse var mıdır? Dil de içtimaî bir varlık olduğuna göre ona “bakacak” kimselerin de ehliyetli dil bilginleri olması icabeder. İlk ve son söz bilginlerindir.
Mesele şimdi bu safhada olup, guruplar arasındaki görüşler dâimî bir mücadele halindedir.
Kaynak:
Dr. M. Necmettin Hacıeminoğlu, Dil Devriminde Çeşitli Görüşler, Türk Kültürü Dergisi, Eylül 1963, Sayı. 11, Sayfa. 5-9
Yorumlar