Osmanlı İmparatorluğunun çöküşünü idari mekanizmada gevşeme, orduda disiplinin bozulması, ticaret yollarının değişmesi, Amerika’nın ve sair ham madde kaynaklarının keşfini müteakip kıymetli madenlerin büyük miktarda memlekete girmesi, gümüş sistemine dayanan paranın değerini kaybetmesi, bundan ve çeşitli faktörlerden doğan iktisadi buhranlar; zirai, ticari faaliyetlerde, dinî ve kültürel müesseselerde gerileme gibi birçok sebeplerin karmaşık bir terkibine bağlamak mümkündür. Netekim imparatorluğun çöküşü bahis mevzuu olunca, tekrarlanmakla klişe haline gelen bu sebepler daima öne sürülmüştür. Gerçekte bu muazzam imparatorluğun çöküşü, karşılıklı tesirler münasebeti içinde bulunan birçok faktörlerin devamlı faaliyeti sonunda meydana gelmiş oldukça komplike bir netice, bir prosedir.
Bütün bu zikredilen sebeplerin tesirini inkâr etmemekle beraber, bu münasebetle sorulan diğer sualleri de karşılayabilmek için daha derinlere inmek, daha başka ve asil faktörler aramak gerektiğine inanıyoruz. Zira eğer Garp, tedrici bir şekilde, beş-altı asır süren bir tekâmül neticesinde mahiyeti itibariyle tamamiyle farklı bir cemiyet haline gelip ilim ve teknikte üstün bir seviyeye erişmemiş olsaydı, Osmanlı İmparatorluğu iyi kötü sürüklenip gider, çöküşü bu kadar sarsıntılı ve kurtuluşu da bu nispette güç olmazdı. Binaenaleyh çöküşünün sebepleriyle geri kalışının sebepleri menşede aynı olsa bile, sonradan ilâve bazı yeni faktörler meydana çıkmıştır. Hakikatte geri kalmış memleketlerle bunların geri kalmalarına dair son zamanlarda neşredilen araştırmalar, bu noktaya ışık tutacak mahiyettedir. Kesif bir şekilde birbirini takip eden bu eserlerde geri kalmış memleketlerin müşterek hususiyetleriyle, bunların kalkınma şartları ve imkanları hususunda birleşilmektedir.
Osmanlı imparatorluğunun çöküşü gibi geri kalışının da başlıca sebebi, müesseselerinin, bilhassa maarif müesseselerinin Garpta vukua gelen tedrici gelişmeyi takip edecek bir seviye ve mahiyette olmayışıdır. Batıdaki bu gelişme beş, altı asır zarfında damlaya damlaya göl haline gelip maddeye, yani tekniğe inkılâp edinceye kadar, Osmanlılar’ın dikkatini çekememiştir. Bu müddet zarfında, bilhassa bu gelişmenin son üç asrında ilim, fikir ve sanat sahalarında, teknikte husule gelen değişmeler, muazzam olmuştur. Bu gelişme sadece bir bilgi, bir malumat birikmesinden ibaret değildir. Bunun yanında insanın görüşünde, düşünüşünde derin inkılaplar meydana getiren bir zihniyet değişmesi de olmuştur. Batıda birçok ilim ve fikir adamlarının da belirttikleri gibi, insanın zihniyetinde husule gelen bu değişiklikler, ilim, fikir ve sanattaki değişmelerden çok daha mühimdir. Zira bu sayede her şey yeni bir ışık altında başka türlü görünmeye başlamış, başka şekilde kıymetlendirilerek tefsir edilmiştir.
Şu halde yukarıda çok kısa bir şekilde ifade ettiğimiz fikirler, eğer doğru ise, modernleşebilmemiz için Batının gittiği yoldan gitmek, onun hareket tarzını benimsemekten başka çare yoktur. İnsanımızı, modern bir cemiyetin her seviyede gayet çeşitli ve komplike faaliyetlerini icra edebilecek şekilde yetiştirmek, bunun için de ilim ve teknik müesseselerini gerek kemiyet, gerekse keyfiyet itibariyle kuvvetlendirmektir. Ancak bu sayede Batı ile bir iş birliği. Batıdan almak mecburiyetinde olduğumuz şeylerin iktibası ve orada vukua gelecek gelişmeleri takip etmek mümkün olabilecektir. Bütün bunları bugün yapabildiğimizi farz etmek, tebessüm çeken bir optimizm olur. Son model bir makineyi, yeni keşfedilmiş bir ilâcı veya son Paris modası bir elbiseyi almak Batıdaki gelişmeyi takip etmek demek değildir.
Bunun gibi, modernleşmeyi sadece sanayileşmeye bağlamak veya iktisadi yatırımlara inhisar ettirmek de meseleyi tehlikeli bir şekilde basitleştirmek olur. Hakikatte sanayileşebilmek için hiç olmazsa Batının sanayileşmeye başladığı devirdeki seviyesine ulaşmak gerektiğini, Sultan Abdülmecid’in bu hususta hüsranla neticelenen (125 yıl kadar önce) teşebbüsleri göstermişti. Batı memleketlerinin sanayileşmeye başlamadan evvelki ilmi ve fikri seviyeleri hakkında bir fikir edinebilmek için lise seviyesindeki bir münevverin dahi o devrelerde yaşamış yüzlerce hattâ binlerce ilim, fikir ve sanat adamlarından bir düzinesinin isimlerini hatırlaması kâfi gelecektir. İngiltere on sekizinci asrın sonlarında, Fransa on dokuzuncu asrın ilk çeyreğinde. Almanya aynı asrın ortalarında sanayileşmeye başlamışlardır. (Fransa ile Almanya, aşağı yukarı Abdülmecid’le aynı zamanda sanayileşmeye teşebbüs etmişlerdir). Batıda sanayileşme hareketi başladığı zaman. Avrupa memleketlerinde ilim, fikir, sanat teknik ve idari müesseseleriyle dört başı mamur bir cemiyet vardı. Endüstri inkılâbı birkaç hafta veya ayda hazırlanıp akşamdan sabaha meydana çıkmış bir ihtilâl hareketi değildir.
Yukarıda da belirtildiği gibi, beş, altı asır zarfında sosyal yapısı, idari, siyasi, ilmi, fikri, sanat ve teknik müesseseleriyle gelişen bir cemiyet içinde zemin ve şartlar hazırlandıktan sonradır ki, kalkınma veya endüstrileşme hareketleri başlayabilmiştir. Binaenaleyh kalkınma veya modernleşmeyi bu içtimai ve kültürel şartları içinde mütalâa etmeye alışmadıkça, muvaffak olmaya imkân yoktur.
Hakikatte modernleşme teşhisi çok zor fakat tedavisi nispeten kolay olan bir hastalığa benzer. Teşhisi koyabilen geri kalma hastalığından da kurtulmaktadır.
Bu izahların altında kalkınma veya modernleşmenin şartları hülâsa edilmek istendiği taktirde şu hususlar ileri sürülmektedir.
İlmi bilgiler ve ilim zihniyetiyle mücehhez elemanlardan teşekkül etmiş, rasyonel hareket eden, tesirli bir idare sistemi; memleketin hakiki ihtiyaçlarına uygun, kalkınma için zaruri ilim ve teknik adamlarını yetiştirebilen bir maarif teşkilâtı: birinci sınıf ilim, teknik adamlarından, bunların yardımcılarından, sevk ve idareye memur müdürlerden (menajer), müteşebbis iş adamlarından teşekkül etmiş bir kadro; memleketin problemlerini görüp halledebilen hakikî ilim ve araştırma müesseseleri, enstitüleri kurmak, dışarıda bol miktarda ilim ve teknik adamları yetiştirmek, yetişenleri memlekete celp etmek ve burada tutmak, kalkınma, modernleşme bakımından faydalanmaya yönelmiş bir yatırımdan daha kârlı, daha İktisadî bir yatırım olamayacağını unutmamak; cemiyetin diğer müesseselerini bunlarla işbirliği edebilecek bir şekilde ıslah etmek ve mevzuatı bu gayelere göre ayarlamak.
Bu fikir ve çareler şüphesiz çok daha evvel, vakit vakit Türkiye’de de ortaya atılmıştır. Fakat maalesef her defasında zaman kaybettirir diye reddedilmiş, rağbet görmemiştir. Halbuki kalkınma hususunda zaman kaybetmek bakımından Türkiye’nin kırdığı rekora hiç bir memleket yetişemez.
Japonya’nın kalkınmasına gelince, yakından tetkik edildiği zaman, yukarıdaki şartlara göre hareket etmiş olduğu görülür. Gerçekten bugün bile millî gelirinden maarife en büyük hisseyi ayıran üç memleketten birisi de Japonya’dır. Rusya % 7.1, Finlandiya % 6.3 ve Japonya %5.7’dir. Türkiye ise ancak maarife % 2.2 ayırmaktadır. Sonra maarife tahsis edilen bu paranın akıllıca yerine sarf edilmesi şartını da ihmal etmemek lâzımdır. (Meselâ yediden yetmişe kadar bütün vatandaşlara işlerinde daha verimli olmak üzere ameli bir terbiye vermek, her seviyede mütehassıs eleman, ilim ve teknik adamı yetiştirmek yerine kalkınmada doğrudan doğruya bir tesiri olmayan vakitsiz, şekli bir ilk tahsil seferberliğine kalkışma gibi hareketlerden sakınılmalıdır).
Bu vaziyette Türkiye’nin kısa bir zamanda süratli bir şekilde modernleşmesi bahis mevzuu olamaz. Zira görünüşteki faaliyetlere, iddialara rağmen Türkiye modernleşme hususunda birinci derecede âmil olacak ama meselelerde, en mühim sahalarda sevk ve idareden, münevverin rehberliğinden mahrum bir vaziyette kendi haline terk edilmiş bulunmaktadır. Esas itibariyle sınai ve iktisadi bazı yatırımların dışında kalkınma tamamiyle halkın inisiyatifine bırakılmıştır. Onun için sahte bazı ihtiyaçlar, cemiyete hâkim bazı hasta temayüllerin tesiriyle modernleşme, halkın teknik seviye ve bilgisine uygun bir şekilde sürüklenip gidecektir.
Kaynak:
Prof. Dr. Mümtaz Turhan, Hayat Tarih Mecmuası’nın 1966 Şubat sayısında yayınlanan “Türkiye Niçin Geri Kaldı?” anketine yazılı cevap verenlerden, Hayat Tarih Mecmuası sayı 1, Şubat 1966, 8. 15-16
Yorumlar