Sezar, tam Karatuman’ın bağını kesecekti ki başlarında birileri bitiverdi aniden.
-Ne yapıyorsunuz burada, diye soran Rum şiveli bir Frenk çerisiydi bu.
At çalarken suçüstü yakalanmış gibi şaşırmışlardı.
Sezar, üzerlerine doğru eğilen zırhlı şövalye ve gerisindeki dev çeriye umutsuz baktı. Frenk şövalyesi, iri atının üstünde, Tepegöz gibi dikilmişti!
Sezar’ın ninesinin anlattığı hikâyeydi canavar Tepegöz!
-Gel bakalım Tepegöz Canavarı! diye umutsuz meydan okudu kılıcına davranırken.
Kendine güveni kabından taşan şövalye, atının üstünde avlarını soğukkanlılıkla izlerken hiç ses etmedi. Çok ölümcül görünüyordu. Ağır zırhı kana bulanmış adamın elindeki kılıcı atından yere doğru sarkmaktaydı keskin! Başındaki dövme miğferden yüzü görünmüyordu.
-Bizi öldür ama onları bırak! diye seslendi Sezar arkasındakileri işaret ederek.
Cevap alamayınca âdeta seslendi:
-Duydun mu beni Frenk? Anlayabildin mi bari?
Durdu. Elinde kılıcı olduğu hâlde kollarını havaya kaldırdı.
-Yüce İsa, bu tam ahmak çıktı!
Şövalye aniden atını Arap’ın üstüne sürdü. Sezar ezilmemek için yana çekilirken Frenk’in amansız kılıcı havada önce bir yay çizdi, sonra çapraz olarak düşmanının üstüne yöneldi doğrudan. Arap Sezar, rakibinin usta hamlesini karşılamaya güç yetirememişti. Frenk, düşmanının silahını kullanmasına fırsat vermeden, kılıcını oğlanın boynuna batırıverdi. Şövalye’nin hamlesi ani ve kesin olmuştu! Boynundan kanlar akan Sezar, korkudan nefes alamaz hale gelmişti. Şövalye’nin gerisindeki arkadaşı, kaba kaba gülüyordu, anlamadıkları bir dilde söylenerek. Kılıcını yavaşça yere atan Arap, dev bir ejderha karşısındaki acemi silahşor gibi çaresizdi.
-Bu hain Babalılar beni Selçuklu taraftarı olduğum için az kalsın öldüreceklerdi! Tam zamanında imdadıma yetiştiniz, çok yaşayın siz şövalye! diye Karatuman sahte bir sevinç gösterdi.
Şövalye kılıcını Arap’ın boynundan çekti.
O anlarda son vuruşmalar sürmekteydi ovada. İnsan ve at cesetleri tohum gibi saçılmıştı toprağa. Boy boy, genç yaşlı, kadın erkek her cins insanın bedeni yatıyordu çevrelerinde. Babalı kadınlarının pişirdiği aş kazanları devrilmiş, yaralılar için hazırlanan alaçıklar yıkılmıştı. Bulundukları alanda hemen kimse kalmamış gibiydi, kaçan kaçmış, kovalayan peşinden gitmişti.
Hemen yanıbaşlarındaki dehşetli şövalyeden ürken Alparslan Civanbeg ninesinin beline sarılıp, yüzünü gömmüştü kadının yaşlı bedenine.
-Çok korkuyorum nine!
Kadın çaresizce torunun parlak kara saçını okşarken, şövalyeye kararlılıkla baktı.
-Korkma evladım! Sana kimsenin dokunmasına izin vermem Allah’ın izniyle!
Arap Sezar, nine ile torunun önüne geçti. Artık eskisi kadar yağlı ve şişman olmasa da geniş gövdesini siper etmekte kararlıydı Semerkandilere!
Kaçacak hiçbir yerleri olmayan Bostan Hatun, Mevlası’na yalvarır gibi inledi:
-Mirza Süleymanbeg, neredesin evladım? Sen de mi bizi terk ettin yoksa? Tatlı canını bir hain kılıca, bir kalleş oka mı teslim ettin? Hiç mi düşünmedin geride bıraktığın balanın ne olacağını?
Sezar’la Karatuman’ı tekmeyle yere seren şövalye, atını nineyle torunun üstüne sürdü.
Torununun yüzünü bedenine iyice bastıran Bostan Hatun,
-Beni öldür, ne olur evladıma dokunma, diye yalvardı.
-Kadın, kaç yaşında doğurdun ki sen o uşağı? diye yalın sordu şövalye.
Ümitlenen kadın,
-Bu Türkçeyi nereden öğrendin sen? diye sordu.
-Ben Uz soyundanım, Oğuzcak’ım!
-Türk müsün yani?
-Beli.
-Ama sen… Sen. Sen şeysin!
-Gavur mu? diye sordu alaycı Frenk.
-Evladım Frenk diyecektim, dilim dönmedi. Madem sen de Türksün. Bizi bırak. Bu benim torunum olur. Bu dünyada soyumuzu sürdürecek bir tek o kaldı. Bizi bırak, hayatımızı bağışla. Atalarının hürmetine!
Şövalye yavaşça çelik başlığını çıkardı. Serin havaya rağmen, uzun siyah saçlarından ter damlıyordu. Keskin kaşları, düzgün bir yüzü, sert bakışları vardı.
-Neden bağışlayayım ki? Canınızı bağışlarsam, sizi esir almam gerek! İhtiyar bir kadın ne işime yarar? O çocuk da başıma bela olur ancak!
Sonra yerde yatanlardan Sezar’ı gösterip,
-Bu işe yaramaza da kimse para vermez. Yediği keseme zarar verir üstelik! Öteki desen, güvenilmez birine benziyor…
Bostan Hatun birden canlandı.
-Sen usta bir silahşorsun değil mi?
-Beli, dedi yansız.
-Ben okçulukta seni yenersem, evladımın canını bağışlar mısın?
Adam ilk kez yaşlı kadına dikkatle baktı.
-Sen mi beni yeneceksin?
-Beli.
Şövalye geriye dönüp baktı. Bostan Hatun, “adam korktu da yardım mı ister acep?” diye düşündü. Gerideki arkadaşına Rumca bir şeyler söyledi. “Bu kadın okçulukta benimle yarışmak istiyor, ne dersin iyi bir eğlence olmaz mı?” diye sorduğunu Arap Sezar anlamıştı. Diğeri kaba bir Rumcayla, “İyi olur eğleniriz, istersen ben yarışayım kadınla,” diye cevaplamıştı.
-Akpürçek kadın! Seninle arkadaşım yarışacak. Gürcüdür o, benim kadar iyi ok atar!
-Olsun onunla da yarışırım, yeter ki kazanırsam torunumun canını bağışlayın.
-Tamam, yalnız hedefin bu yerde yatanlardan biri olacak.
Yaşlı kadın Karatuman’ı gösterdi.
-Bu olsun hedefim! Adı Karatuman! Haramidir kendisi.
-Haramiyi vurursan söz veriyorum, torununun hayatını bağışlayacağım. Ama ıskalarsan sen de o küçük çocuk da buradan canlı ayrılamayacak.
-Kabul ediyorum.
Frenk çerisi bir süre durup düşündü. Sonra,
-Sana iki ok vereceğim, dedi.
-Bir ok bana yeter!
-Bekle hele! Canını kurtarmak için sana da bir şans tanımaya karar verdim. Şu işe yaramaz herif de hedef olacak. Eğer onu da okla vurursan, kendi hayatını kurtarmış olacaksın…
Bostan Hatun yıldırım çarpmış gibi irkilmişti.
-Hayır, hayır ben kendi canımı kurtarmak derdinde değilim. Sezar’ı yarışmaya katma!
-Kattım bile! Tercih senin. Haramiyi vurursan torununu, ikisini de vurursan kendi canını da kurtarmış olacaksın, benim şartlarım böyle…
Bostan Hatun’un yerde duran takımını gösterdi kılıcının ucuyla.
-Yay takımını eline al! Ben söylediğimde yoldaşım, esirleri salacak. Sen hazırda bekle. Ne zaman işaret verirsem oklarını fırlatırsın. Bakalım söz söylemekte olduğu gibi ok atmada da gerçekten mahir misin? dedi şövalye.
Şövalye arkadaşına talimat verince, Gürcü atından inip esirleri yerden kaldırdı. Ardından Karatuman’ı bağından kurtardı. İki esir yan yana getirilmişti Gürcü tarafından. Şövalye açıklamada bulundu.
-Esirler istediğiniz yöne kaçmakta serbestsiniz. Ben sizin yerine olsam farklı yönlere kaçardım. Eğer yere yatmaya, bir şeyin arkasına saklanmaya kalkarsanız, ardınızdan gözlediğimizi aklınızdan sakın çıkarmayın! Kendi elimle parçalara bölerim sizi, kaçmanıza asla izin vermem! Sen işe yaramaz adam, Sezar mıydı adın? Her neyse işte! Gerçekten kaçmazsan, önce bu kadını, sonra seni öldürürüm! Anladın mı? Hanginiz daha hızlı kaçarsa bence hayatını o kurtaran o olacaktır!
Adamın şaka yapmadığını Alparslan Civanbeg bile anlamıştı.
-Haydi bakalım, koşmaya başlayın! diye emretti şövalye.
-Bostan Ana, Karatuman’ı ıskalama ne olur! Haramiyi vurur vurmaz da, okunu bana atmakta tereddüt etme! Çünkü senin yaşaman, Alparslan Civanbeg için benim yaşamamdan daha önemli. Elveda! diyen Sezar Kuzey’e doğru koşarken, Karatuman Batı’ya yönelmişti hemen.
Bostan Hatun,
-Elveda Sezar evladım, dedi derin bir kederle.
Avları gittikçe uzaklaşırken, yaşlı kadının bedeninden soğuk havaya rağmen şakır şakır ter boşanıyordu. Ellerini eteğine, yüzünü koluna sildi. Hayatında hiç bu kadar heyecanlanmamıştı. Yapacağı atışın tüm hayatı boyunca yaptıklarından daha önemli olduğunun farkındaydı. Torunun hayatı, kendinin göstereceğe maharete bağlıydı çünkü. Can kaygusuna düşen Karatuman var gücüyle kaçmakta, yaşlı kadın da menzilini gittikçe zorlayan adamı gözüyle takip etmekteydi. Arada kaçamak gözlerle baktığı Sezar da koşmaktaydı. Birkaç kez okunu hedefe kilitlemiş, şövalye işaret vermeyince, kolları yorulduğu için bırakmak zorunda kalmıştı. İmansız Frenk, kolay av vermek niyetinde değildi belli ki! Canını dişine takan esirler, çeyrek fersahın çeyreğini çoktan geçmişti. Gittikçe küçülmekteydiler hedef olarak. Bir hedefleri, bir kadını izleyen Şövalye ise çok rahattı. Bostan Hatun’un arkasında eli kılıcında bekleyen arkadaşıyla şakalaşıyordu hatta.
Gittikçe gücünü kaybeden Karatuman, ok yemeden attığı her bir adımın kendini hayata daha çok tutundurduğunu bilmekteydi. Yarışmanın başlangıç noktasından hayli uzaklaşmış, artık zor bir hedef haline gelmişti çünkü. O yüzden de ümidi gittikçe artmaktaydı. Belki birkaç adım sonra tamamen menzilden çıkacaktı. Sürekli dua etmekteydi içinden, halbuki yıllardır dua etmek aklına hiç gelmemişti.
Sezar’ın koşmaktan içi dışına çıkmıştı. Koşmayı bırakmasının durumu düzeltmeyip aksine kötüleştireceğini bildiğinden, koşar adım da olsa yarışı sürdürüyordu. Bostan Hatun, Karatuman’ı vurmuş muydu bilmiyordu? Karatuman’ın vurulmasını dilerken bunun aynı zamanda kendisinin de vurulmasını istemekle aynı şey olduğunun farkındaydı. Ancak Rüstembeg Ağa’nın vasiyeti, ihvanı Mirza Süleymanbeg’in emaneti, Bostan Ana’nın son dileği olan küçük Alparslan Civanbeg’in yaşaması için ne gerekliyse yapılmalıydı. Bu böyle olmakla birlikte insanın her an sırtından girecek bir oku beklemesi hiç kolay değildi elbette.
Yaşlı kadın artık ümidini kestiği sırada şövalye hızla elini havaya kaldırıp indirdi. Derin bir nefes alan Bostan Hatun, ciğerlerindeki havanın bir kısmını boşalttı. Geri kalan havayla birlikte nefesini tutup bedenini sabitledikten sonra, hedefine kilitlediği okunu fırlattı.
Şövalye ile adamı, at üstünde dikilerek sonucu gözlemeye başladılar. İlk anda vızıltısını duydukları ok havada kaybolup gitti. Karatuman, peşindeki oktan habersiz koşmayı sürdürüyordu. Çok yorulduğu için sağa sola manevralar yapamıyor, dümdüz koşuyordu sadece.
Geridekiler merakla beklerken, birkaç nefeslik bir sürenin ardından, aniden yere kapaklanıverdi harami. Şövalye, ayağı takılarak yere düştüğünü sandığı Karatuman’ın yeniden kalkmasını bekledi bir süre. Ancak adam kalkmadı.
-Gerçekten vurdun mu haramiyi az sonra göreceğiz. Şimdi sıra şu işe yaramaz adamda. Onu da vurursan senin hayatını da bağışlayacağım akpürçek kadın! Hemen okunu atmazsan tamamen menzil dışına çıkacak!
İkinci okunu yayına yerleştiren Bostan Hatun hedefini nişanladı. Nefesini tuttuğu sırada yaşlı yüreği tıpkı Rüstembeg Ağa’ya yarışta yenildiği anda olduğu gibi göğsünü dövüyordu şiddetle. Sezar ile kendisi arasındaki ölüm kalım tercihini bu ok belirleyecekti işte!
Alparslan Civanbeg’i süzdü son kez, gözleri dehşetten büyüyen çocuk, bırakma beni dercesine bakmaktaydı ninesine. Dikkatle ileriye baktı, Sezar koşmuyor da yalpalayarak yürüyordu. O da gücünü yitirmişti besbelli. Alnından boncuk boncuk terler inerken Sezar’la ilk tanıştıkları gün aklına geldi kadının. Acaip ama şirin davranışlarıyla pek sevimli gelmişti Semerkandilere Arap Sezar. Hem kaç kez evlatları olduğunu söylemişti şimdi okundan kaçmaya çalışan şu oğlan…
Kendi ya da Sezar’ın hayatı için acele karar vermesi gerekiyordu yaşlı kadının.
Bostan Hatun, tuttuğu nefesini gürültü bir şekilde boşaltırken, yayını yavaşça indirdi. Öylesine bıraktığı oku birkaç adım ötesinde toprağa saplandı.
-Neden vurmadın onu, hayatın kurtulacaktı kadın? İstesen vurabilirdin eminim…
Yayı fırlatıp atan yaşlı kadın yanındaki çocuğu gösterdi.
-Bunun gibi o da benim evladımdı. Nasıl kıyabilirdim?
-Hata ettin, anladığım kadar o senin gerçek balan değildi. Vurmalıydın bence. Senin vurmaman onun hayatını kurtarmış olmadı halbuki. Tercih senin tabii…
Şövalye’nin işareti üzerine arkadaşı Gürcü, kendi yayını kurup okunu fırlattı hemen. Birkaç nefes sonra Sezar da kapaklanmıştı toprağa…
-O işe yaramaz adamın benim için hiç önemi yok. Senin için önemliydi. Vursaydın kurtulacaktın. O yüzden ona ne olduğuna bakmaya gerek duymuyorum. Ama haramiye arkadaşımı göndereceğim eğer gerçekten vurduysan çocuğun hayatı kurtulacak, değilse ikiniz de öleceksiniz!
Torununu kucaklayıp öpen Bostan Hatun cevap vermedi. Bundan sonrası takdir ne ise oydu! Yapılacak bir şey kalmamıştı çünkü.
Atını son sürat Karatuman’ın düştüğü yere süren Gürcü, az sonra elinde kanlı bir okla geri döndü. Bostan Hatun adamların konuşmalarından, esirin öldüğünü anlamıştı. Frenk,
-Gerçekten yaman okçuymuşun, diye takdir etti.
-Adı ne senin balanın? diye sordu sonra.
-Alparslan Civanbeg!
-Türkmen Sultanı’nın adı değil miydi o?
-Beli.
-Ama o pek cengâvermiş, senin balan hiç öyle olacak gibi gözükmüyor. Baksana, korkudan titriyor!
Kadın adamın alayını duymazdan geldi.
-Sözünde duracak mısın?
-Elbette. Ama onu bağışlayacağımı söyledim unutma! Seni değil! Eğer genç olsaydın senin gibi usta bir okçu hatunu kendime almak isterdim. Ama çok ihtiyarsın.
-Beni boşver, kendim için olan yarışı kaybettim zaten. Sana hayatımı bağışlaman için de yalvarmayacağım. Torunuma kendi evladın gibi sahip çıkmanı istiyorum. Eğer gerçekten yiğit bir kişiysen, sözünde durur, kendi balalarından ayırmazsın onu!
Adam kederle sustuktan sonra,
-Benim balam yok ki! diye söylendi.
-İyi ya, bu sana bala olur, daha ne istersin? Mevla sana bir çocuk verdi bunca kanın ortasında!
Şövalye, kadının yüzüne söylediklerinde samimi olup olmadığı anlamak ister gibi baktı.
-Söyle torununa benim atıma binsin. İleride boş bir at var. Ona bindiririm az sonra.
Sıkı sıkıya sarıldığı ninesinden ayrılmak istemeyen çocuk, gözyaşlarına boğulmuştu. Ninesi torununu öptü kokladı, öptü kokladı. Doyamamıştı yavrusuna…
-Alparslan Civanbeg’im, dedi şefkatle.
-Gözümün nuru evladım. Yalan dünyadaki son meyvem, Alparslan’ım. Sen soyumuzun tek temsilcisisin! Son Semerkandisin Civanbeg yavrum! Bunu unutma. Soyumuzu sen sürdüreceksin. Sen yaşarsan biz de yaşarız seninle, yeter ki atalarını unutma! Biz aklında olduğumuz sürece hep yanında olacağız! Şimdi bu adamla git, sakın arkana bakma! O artık senin atan, senin ağan, ne isterse onu yap ki, canına kıymasın! Kötü birisine benzemiyor. Bana söz verdi, iyi davranacak sana. Haydi, benim balam, haydi kınalı kuzum!
Nine ile torun gözyaşları içindeyken, adamın sabrı taşmıştı.
-Haydi, uzatmayın artık! diye uyardı.
Frenk oğlanı çekip aldı. Şövalye oradan uzaklaşırken, adamına Bostan Hatun’u işaret etti. Alparslan Civanbeg’in de geride olanı görmemesi için çenesine sertçe tutup ileriye baktırdı.
O gün kerpiç evlerin arasından geçerken gül suyunun kokusunu almak için havayı istemsiz içine çekmişti Stefan Temirok. Dediklerine bakılırsa, kentteki evleri yapmakta kullanılan kerpiçlerin çamuruna, gül suyu katmıştı sahipleri. Evlerinin gül gibi kokmasını istemişlerdi herhalde? Stefan ne zaman gelse bu kente, o kokuyu duyardı burnunda ancak kent gerçekten gül mü kokardı, yoksa bunu bildiği için mi kendisine öyle gelirdi, orası meçhuldü işte!
Kendi şehrini, Maria’yı özlemişti adam. Yorgunluktan her an atının üstünden düşecek durumdaki Alparslan Civanbeg’e bakıp,
-Bu mu Alparslan? diye alay etti kendi kendine.
Küçük çocuğun dikkatini çekmek için gülerek Kale’yi gösterdi.
-Bak bu tepeye Kale diyor buranın halkı. Aslında yığma toprak!
Güçlükle dikkatini toplamaya çalışan oğlan anlamsız baktı tepeye. Onun için öyle ya da böyle olması fark etmiyordu ki!
-Bir tanıdığımın evi var az ilerde. diye konuşmasını sürdürdü adam, Alparslan Civanbeg’den ses çıkmayınca. İyi bir Hristiyan! Irmak kenarında gecelemekten iyidir hem. Yarın erkenden yola çıkarız, Gürcü de öyle istiyor zaten.
Oğlandan beklediği şirinliği göremeyen Stefan, “Eğer şu çocuk olmasa, Frederick’in ordusuyla şimdiye çoktan dönüş yoluna düşmüştüm. Çocuğu öldürmeyeceğim diye söz vermekle acaba hata mı yaptım?” diye düşündü pişmanlıkla.
O gece uzun zamandan beri ilk kez karnı iyice doyan Alparslan Civanbeg, rahat bir uyku çekti.
Sabah erkenden yola düştüklerinde, ağaçsız, otsuz bozkır, sabah kırağısıyla kar yağmış gibi beyazlamıştı. Stefan Temirok, “Maria yanımdakini görünce çok şaşıracak,” diye düşündü.
BİR TÜRKOPOL
-Andiyo, diyen Stefan Temirok, şefkatle sarıldı kadınına. Mermer döşeli avluda öbek öbek insanlar mırıltılı bir sesle dua eder gibi konuşmaktaydı o sıra. Matem havasına tezat, çocuklar ortalıkta neşe içinde koşuşturuyordu. Yas elbisesine benzer koyu renk elbiseler giyinmiş kadınların yanındaki erkeklerden bazıları asker kıyafetliydi. Askerler gözyaşı döken kadınlarını teselli etmeye çalışıyordu belli ki.
Küçük Ayasofya Kilisesi’nden çıkanlar, vedalaşan bu insanlara anlayışla göz attıktan sonra, sessizce yanlarından geçip gitmişti. Soğuk görünüşüyle demir adama benzeyen Stefan bile, kollarında hıçkıran Maria yüzünden, boğazına düğümlenen yumruktan kurtulmak için bir kaç kez yutkunmak zorunda kaldı. Onca ayrılıp kavuşmalarına rağmen, ikisi de veda etmeye bir türlü alışamamıştı. Hele Maria, her seferinde bir daha kavuşamayacakları korkusunu yaşıyor, gözyaşlarına bir türlü hâkim olamıyordu. Stefan’ın fikrince, asker karısının gözyaşı kurumazdı ki! Ya kocası cenge giderken ayrılık acısıyla ya tekrar kavuşmanın sevinciyle ağlardı. Daha kötüsü, onun dönemeyeceğini öğrendiği andan itibaren ölene kadar ağlardı asker kadınları…
Bu sırada biraz ötede insan azmanı Gürcü, üstündeki ağır zırhtan çok, sıkılmış olmanın rahatsızlığıyla iri atının sağrısına astığı kalkanına vurmaktaydı sabırsızca. Kiliseden çıkan Rumlar, Gürcü’nün yanından geçerken aynı anlayışı dev adama göstermediler. Küçük kilisenin cemaatinin küçümseyen bakışlarına aldırmadı Gürcü, Rumların her zamanki kabalığına verdi bu saygısızlığı. Ne de olsa, kimse bir Gürcü kadar incelik sahibi olamazdı…
Rumların ayrılık ayinine de alışamamıştı Gürcü. Karada, denizde yolculuk yapanlara uzun uzun dua ediyordu adamlar.
-Ne kadar uzatıyorlar vedalaşmayı? İyi ki insanlar kuş gibi uçmuyor. Bir de onun için dua ederlerdi, diye kendi dilinde söylendi.
Peşinden Rumca,
-Neymiş, asker uğurluyorlarmış, diye sızlandı.
Gürcü tecrübesine göre, asker adam evlenmemeliydi, evlendiyse de karısını çok sevmemeliydi. Asker dediğin, sürüldüğü her meydanda vuruşur, sarıldığı her kadınla sevişirdi. Hayatı böyle yaşayan insan, kederlenmezdi hiç. Hem bir asker eğer bir yerlerde ayağı kayıp Cehennem’i boylamazsa, döner gelirdi mutlak evine. Bunda abartacak ne vardı ki?
Üstelik kadınlar cenkten anlamazdı, erkek dediğin de savaştan anlamayan birine fazla değer vermezdi. Ama bu Türkoğlu olacak Stefan, duygusal adamdı. Bir türlü erkek gibi ayrılmasını bilmiyordu işte!
-Türkoğlu da Rumlarla kala kala onlara benzedi, diye güldü.
Aklına Stefan oğlanın kaplan gibi dövüşmesi geldi sonra.
O günkü kavgada, Trabzonlu Rumlarla savaşmışlardı. Stefan’la karşı karşıya gelmeden önce oğlanın, en az dört Gürcü askerini iki parça halinde Cehennem’e gönderdiğini kendi gözleriyle görmüştü. Başındaki subayı, bu azgın Rum çerisiyle dövüşmeyi göze alamayınca, kendisini oğlanın üstüne göndermişti. Ne de olsa dev bir cüssesi vardı, gelirse kendisi gelirdi o çerinin hakkından. Ama göründüğü gibi olmadı, Gürcü’nün tüm hamlelerini boşa çıkarıverdi Stefan. Pire gibiydi oğlan, dev Gürcü, bir türlü ortalayıp indiremiyordu kılıcını yılan gibi oynak gövdesine. Her seferinde savuşturuyordu Stefan. Gürcü, koşturmaktan yorulduğunda, bu kez Rum çerisi peşine düştü adamın. Hem de inatçı bir arı gibi takılmıştı ardına. O kaç-göçte en son, atından düşerken başındaki miğfere şiddetle yediği darbeyi hatırlıyordu Gürcü. İmansız Stefan, açığını bulduğunda, kılıcı tepesinden indirmişti boydan dilimlemecesine… Gürcü’nün başındaki miğfer eğilmiş ama yine de korumuştu adamı. Aksi halde, boydan iki parça olarak meyve kesiminde dilimlenecekti! Gözünü açtığında çevresinde tek bir Gürcü çerisi kalmamıştı. O sırada tabansız Rum’un biri, yüzüne kırbadan su boca etmekteydi. Boğulacak gibi olunca ayağa kalkmaya davrandı ama o Rum’u yana iterek başına dikilen Stefan’ın kılıcı boynuna battı, en hain tarafından. Oğlan, tepesinde kayıtsız bir şekilde sırıtıyordu, yalın.
-Kıpırdama Gürcü Ayısı, canını kurtarmışken, kellenden olma şimdi!
Öylesine, havadan sudan bahsedercesine yansızdı. Gürcü, Rum’un Türkçe konuşması üzerine, Türkçe cevap verdi.
-Sen Rum değil miydin karı kılıklı kişioğlu?
Stefan kılıcı geri çekti, avucunda topaç gibi birkaç kez çevirdi, alaycı.
-Ben Uz soyundanım. Oğuzcakım! Peki, sen Türkçe’yi nereden belledin, Gürcü Köle?
-Selçuk Beylerine çok çerilik yaptım vakti zamanında.
Kılıcı yeniden sertçe adamın boğazına dayayan Stefan,
-İyi, Efendinin dilini bilirsen, başın rahat eder. Uysal olursan ömrün uzun olur. Yok, ben katlanamam dersen, hemen kurtulmalığını verir, kuş gibi uçarsın yuvana. Bilmez değilsin ya?
Gürcü gönülsüz sırıttı.
-Esirin kendisi gibi sözü de değersizdir, sen bilmez misin?
Stefan kılıcını çekip omuz silkti.
-Hiç esir düşmedim, bilmem öyle şeyleri. Ama sana bir şey öğreteyim, bundan sonra senin sahibin benim. Ya itaatli bir köle olursun ya da canın elimde kıymetsiz bir oyuncak olur.
Oğlanın mavi gözleri çelik gibi ince ve keskindi. Gürcü, efendisinin şaka yapmadığını hemen anladı, çaresiz iç çekti. Kurtulmalık olarak ayırdığı altınları, kumarda kaybetmesinin acısını duyuyordu şimdi derinden. “Çek bakalım cezanı akılsız,” diye hayıflanıp kendine sövdü.
Ondan sonraki aylarda, Rumların yeni başkenti Nikaia’da Stefan ve karısına hizmet edip durdu. Asker adamın nesine gerekse efendisi Türkoğlu, Konstantinapolis’ten kaçırmıştı bu tombul Rum kadınını. Kadın iyiydi de, kadındı işte! Vuruşmaktan da, can sıkıntısından da anlamıyordu. Efendisine çok dırdır ettiğini görüyordu kadının. Cenkte kaplan gibi yırtıcı olan Stefan oğlan, evinde uysal bir köpekti, nereye çağırsan, oraya seğirten…
Gürcü, efendisinin katıldığı birkaç vuruşmada yanında yer almıştı. Sonuncusunda, efendisini bir Türkmen çerisinin amansız darbesinden kurtarmıştı ki, ölüm kaçınılmazdı o anda. İşte o cenk, Gürcü’nün kurtuluşunun beratı olmuş, efendisi azat etmişti gözünü kırpmadan. O günden beridir iki beden bir can gibiydi Türkoğlu ile Gürcü.
Kırlangıçların ıslığıyla kaldırıp başını gökyüzüne bakan Gürcü, er sabahta kül rengi bulutların pamuk gibi yere yumuşacık inmekte olduğunu gördü.
-Yağmur yağacak galiba, diye düşündü sıkkın.
Çiftçi değildi ki sevinsin, asker adam için yağmur zahmet demekti. Çamur çaylakta koştur, zırhı ayrı kurut, çul çaputu ayrı… Atla uğraşmak da cabasıydı tabii ki…
Tombul Maria, hıçkırıklar içinde,
-Eğer bir çocuğumuz olsaydı daha kolay katlanırdım yokluğuna, diye yakındı.
Stefan, kadınının omuzlarını sıktı.
-Olmadı işte, ben ne yapayım?
Kocaman elleriyle gözünde pırıldayan yaşları silerken kadını küskündü.
-Sana dedimdi, ne olur birisini alsaydık?
Adam gözlerini havaya dikip duymazdan geldi önce,
-Olmaz! Ben Rum çocuk istemem! diye kestirip attı.
-Ama ben de Rum’um!
-Sen başkasın!
Kadın umutla adama baktı.
-Öksüz bir çocuğun ne zararı olabilir ki?
İnatçı Stefan cevap bile vermedi. Efendisi ile hatununun uzatmalı vedalaşması nihayet bitince bir bölük Rumla birlikte yola çıktılar. Maria hâlâ arkalarından bağırmaktaydı:
-Gürcü, Stefan sana emanet! Onu canından fazla koru!
Oğlan yüzünü ekşitti. “Bilmez ki bu kadın, o benim için canım kadar değerli,” diye düşündü.
Nikaia’dan çıktıklarında geniş zeytin bahçeleri kısa süre yağıp geçen yağmurla yıkanmış, hoş bir toprak kokusu yayılmıştı etrafa.
Daha ilerlerde Nikaialıların oluşturduğu bu küçük lejyon, Stefan’ın arkadaşı General Frederick’le buluşacaktı. Selçuklu’nun çeriye ihtiyacı vardı yine…
TÜRKÇE TARİH NOTU:
Gazeteci-Yazar Mustafa Yörü, 2011 yılında Kurgan Edebiyat’tan çıkan İshak Kuşu-Yitik Çulun Peşinde romanında Ön Asya’da yaşanan kanlı Moğol işgalinin başlangıç sürecini işler. Romanda Kara Tatar olarak geçen Moğollardan kaçan Tebrizli Semerkandi ailesinin macerası çevresinde, bir dönem resmedilir. Haramiler ve soygunların, isyanlar ve savaşların, köleler ve sultanların maceralarına yer verilen eserin kahramanlarından biri de Stefan Temirok adlı bir Türkopol’dür…
Bilindiği gibi Türkopoller, Bizans emrinde paralı askerlik yapan Hristiyan Türklerdir. Kaynaklarda içlerinde Müslümanların da olduğu belirtilmekle beraber genel olarak Hristiyan oldukları bilinmektedirler. Bu gruptan Türkler kimi zaman Haçlı ordusuna bazen de Müslüman ırktaşlarına hizmet vermiştir.
Romanda adı geçen Stefan Temirok kuzeyli bir Hristiyan Türk’tür ve zamanında Bizans’ın emrine girmiştir. Olaylar esnasında Anadolu Selçuklu ordusunun ücretli askerlerindendir. Ve Selçuklu ile isyancı Babailer arasındaki savaşa karışmıştır. Anadolu Türk tarihinde önemli bir yeri olan isyanda (1240) art arda zaferler kazanan Türkmen Babailer neredeyse Selçuklu devletini çökertmek üzeredir ki, son savaş Kırşehir’in Malya ovasında yapılır. Selçuklular bu savaşa kiralık asker takviyesi ile girer… Cenk çok kanlı bir şekilde Selçuklular lehine sonuçlanır. Roman kahramanları ise bu savaşa çeşitli şartlarda katılmıştır.
Mustafa Yörü’nün İshak Kuşu-Yitik Çulun Peşinde romanından derlenen bu hikâye, tarihimizden acı bir sayfayı tasvir eder.
Anadolu Türklerinin sözkonusu iç çekişmesi ise pusuda bekleyen Moğolların bu coğrafyayı istilasını kolaylaştıracaktır.