Türkçe Tarih

Dünyanın ve İnsanların Yaradılışına Dair Efsaneler

Font-de-Gaume'de resim yapan Cro-magnon sanatçıları, 1920, Charles R. Knight

Yazar: Prof. Dr. Abdülkadir İnan

Her kavmin kozmogonisi olduğu gibi eski Türklerin de kendilerine mahsus yaradılış efsaneleri olmuştur; fakat, türlü türlü dinlerin getirdikleri yabancı kozmogonilerin tesirleri altında, Türk kozmogonisi kendi özelliklerini kaybetmiştir.

Gök-Türk yazıtlarındaki “yukarıda mavi gök, aşağıda yağız yer kılındığı zaman ikisinin arasında kişioğlu yaradılmış” cümleleri, “Manas” destanındaki “yer yer olduştı zaman, su su olduğu zaman” mısraları eski Türk kozmoginisinden kalmış izler ve hâtıralardır.

yüzyılın ortalarında Verbitski ile Radloff tarafından Altaylı ve Yeniseyli Türk boylarından tesbit edilen dünya yaradılışı hakkmdaki efsaneler Hint-Iran ve Yahudi efsanelerinden müteessir olmuşlardır.

Bu efsanelerdeki Meyterc ve Mang- daşire tanrıları Hint, Huday, Körmös yahut Kurbüstan tanrıları Iran, yasak meyveden yedikleri için Törüngey ile karısı Ejc’nin tanrı diyarı olan orunsüdün’den koğulmaları hakkındaki efsane yahudi unsurları sayılmaktadır.

Şamanist Yakutların da dünya yaradılışı hakkındaki tasavvurları çok karışıktır; bazı efsanelerinden anlaşıldığına göre eski Yakutlar kâinatın ezelî ve kadim olduğuna inanmışlardır. Onlara göre yaratıcı (ayısıt) denilen tanrıların ödevleri ebedî ve ezelî göklerde hazır olan nesneleri yere indirmekten ibarettir. Umumiyetle şamanist Türklerin kozmogonisi “yaratıcı tanrılar” (ayısıt, yayuçu) tanıyorsa da “yaratma” mefhumunu “yokdan var etme” olarak anlamaktan çok uzaktır, ilk akla gelen tanrıların bile dayanacak yerleri, o veya bu nesneyi “yaratmak” için ellerinin altında ezelden beri mevcut maddeleri bulunmuştur. Yakutların kendi menşelerine dair söyledikleri rivayetlere göre, ilk Yakut (Salja), yani ilk insan, gökten inen bir yaratıktan türemiştir; bu yaratık yarı at, yarı insan şeklinde idi. Altaylara göre yer yaratılmadan önce su vardı. Kuday (yahut Ülgen) yer yaratmak için, kendisiyle arkadaşlık eden “kişi”ye emrederek de-nizin dibinden “toprak” çıkarttı… ilk insanlar da bir ağaç dalında meyve gibi bitti… Bu efsanelerden anlaşılıyor ki tanrıların yaratıcılıkları mevcut maddelere şekil vermekten ibarettir; hiç yoktan yaratma mefhumu Türk kozmogonisine samî dinlerden girmiş olsa gerektir.

W. Radloff tarafından tesbit edilen Altay efsanesinde yerin yaradılışı (yeriding pütkeni) şöyle anlatılıyor :

Evvelce ancak su vardı; yer, gök, ay ve güneş yoktu. Tanrı (Ruday) ile bir “kişi” vardı. Bunlar kara kaz şekline girip su üzerinde uçuyorlardı. Tanrı hiç bir şey düşünmüyordu. “Kişi” rüzgâr çıkarıp suyu dalgalandırdı ve tanrının yüzüne su serpti. Bu “kişi,, kendisinin tanrıdan büyük olduğunu sandı ve suyun içine dalıverdi. Su içinde boğulacak oldu; “Tanrı, bana yardım et!” diye bağırmağa başladı. Tanrı “yukarı çık!” dedi, o da sudan çıkıverdi. Tanrı şöyle buyurdu: “sağlam bir taş olsun!” suyun dibinden bir taş çıktı. Tanrı ile “kişi” taşın üzerine oturdular. Tanrı “kişi”ye: “suya dal, oradan toprak çıkar!” dedi. “Kişi suyun dibinden toprak çıkarıp tanrıya verdi. Tanrı bu toprağı suyun üzerine atarak “yer olsun (yer bütsün)!” dedi. Bpylece yer yaradılmış oldu. Bundan sonra Tanrı yine “kişi”ye: “suya dal, toprak çıkar” dedi. “Kişi„ suya daldı ve “ben kendim için de toprak alayım” diye düşündü, iki eline toprak aldı; bir elindeki toprağı, kendi başına iş gürmek düşüncesiyle, ağzına söktü. Tanrıdan gizlice yer yaratmak istiyordu. Bir elindeki toprağı tanrıya verdi. Tanrı bu toprağı saçıverdi, katı yer meydana geldi. Deminki “kişi”nin ağzında gizlediği toprak da büyümeğe başladı. Nefesi tıkanıp boğulacak, ölecek oldu. Tanrıdan kaçmağa başladı. Fakat nereye baksa tanrıyı yanında buldu. Boğulmak üzere iken “A tanrı, gerçek tanrı, bana yardım et!” diye yalvardı. Tanrı ona “ne yaptın? ağzına toprak saklayım diye mi düşündün? Bu toprağı ne için gizledin?” diye sordu. O “kişi” cevap verdi: “yer yaratayım.diye bu toprağı ağzımda gizlemiştim”. Tanrı ona “at ağzından o toprağı!” dedi. “Kişi” toprağı atıverdi. Bu topraktan küçük küçük tepeler meydana geldi. Bundan sonra Tanrı şöyle dedi: “imdi sen günahlı oldun; bana karşı fenalık düşündün. Sanaitaat eden halkın (sanga bakkan albatıng) düşünceleri dahi fena olacaktır. Bana itaat eden halkın düşünceleri arı, temiz olacaktır; onlar güneş görecekler, aydınlık görecekler. Ben gerçek Kurbustan adını almışımdır. Senin adın ise Erlik olsun; günahlarını benden gizliyenler senin halkın olsun; günahlarını senden gizliyenler benim halkım olsun!” dedi.

“Dalsız, budaksız bir ağaç bitmişti. Bu Ağacı Tanrı göldü ve “dalları olmıyan ağaca bakmak hoş bir şey değil; buna dokuz tane dal bitsin!” dedi. Ağaçta dokuz dal bitti. Tanrı yine şöyle dedi: “dokuz dalın kökünden dokuz kişi türesin ve bunlardan dokuz ulus olsun!” Bu sırada Erlik bir kalabalığın gürültüsünü işitti ve “bu gürültü nedir?” diye sordu. Tanrı “sen de bir hakansın, ben de bir hakanım. Bu gürültü yapan kalabalık benim ulusum- dur” dedi. Erlik bu kavmin kendine verilmesini istedi. Tanrı ona “hayır, sana vermiyeceğim. Sen kendine bak!” dedi. Erlik, “dur, bakalım. Tanrının şu ulusunu bir göreyim” dedi ve kalabalığa doğru yürüdü. Bir yere geldi. Burada insanlar, yabani hayvanlar, kuşlar ve başka birçok canlı yaratıklar gördü ve “tanrı bunları nasıl yaratmış? Bunlar ne ile besleniyorlar?” diye düşündü. Burada bulunan insanlar bir ağacın meyvesiyle besleniyorlardı. Ağacın bir tarafındaki meyveyi yiyiyorlar, diğer tarafındaki meyvelerden ağızlarına almıyorlardı. Erlik bunun sebebini sordu. İnsanlar ona cevap verdiler: “Tanrı bize bu dört dalın meyvesini yemeyi yasak etti. Güneşin doğduğu yanda bulunan beş dalının meyvelerinden yemeği buyurdu. Yılan ile köpeğe bu ağacım dört dalından yemek istiyenleri bırakma diye emretti. Bundan sonra tanrı göğe çıktı. Beş dalın meyveleri bizim aşımız oldu.”

Erlik Körmös bunları duyduktan sonra Törüngey denilen bir kişiyi buldu ve ona “tanrı yalan söylemiş, siz bu dört dalın meyvelerin ide yiyiniz!” dedi. Bekçi Yılan uyuyordu. Erlik onun ağzına girdi ve “bu ağaca çık!” dedi. Yılan ağaca çıktı, yasak meyveden yedi. Törüngey ile karısı Eje beraber geziyorlardı, Erlik onlara “bu meyvelerden yiyiniz!” dedi. Törüngey istemedi. Fakat karısı yedi, meyve çok tatlı geldi. Meyveyi alıp kocasının ağzına sürdü. O anda her ikisinin tüyleri dökülüverdi,utandılar. Ağaçların altına saklandılar. Derken tanrı geldi. Bütün ulus tanrıdan gizlendi. Tanrı haykırdı: “Törüngey, Tö- rüngey! Eje, Eje! neredesiniz?” Onlar “ağaç altındayız, sana varamayız” dediler. Yılan, köpek, Töröngöy, Eje kabahati hep birbirine attılar. Tanrı yılana dedi: “şimdi sen Körmös (şeytan) oldun. Kişiler sana düşman olsun, vursun, öldürsün, “bundan sonra Eje’ye: “yasak meyveyi yedin. Körmös’ün sözüne uydun, fundan böyle sen gebe olacaksın, çocuk doğuracaksın, doğum sancıları çekeceksin, sonra öleceksin”. Törüngey’e şöyle dedi: “Körmös’ün aşını yedin, beni dinlemedin, şeytanın sözüne kandın, onun sözüne kananlar onun ülkesinde yaşıyacaklar, benim nurumdan mahrum olacaklar, karanlık dünyada bulunacaklardır. Şeytan bana düşman oldu; sen de ona düşman olacaksın. Beni dinlemiş olsaydın benim gibi olurdun. Şimdi senin dokuz, oğul, dokuz kızın olsun. Bundan sonra ben kişi yaratmıyacağım. Kişileri sen doğuracaksın”. Tanrı, şeytana “adamlarımı ne için aldattın?” dedi. Şeytan “ben istedim, sen vermedin. Ben de hırsızca almağa karar verdim. Ben alacağım: Atla kaçarsa düşürerek alacağım, rakı içip sarhoş olursa döğüş- türeceğim, suya girse, ağaca çıksa yine alacağım” dedi. Tanrı şöyle dedi: “üç kat yerin altında, ay ve güneşi olmıyan karanlık bir dünya vardır. Ben seni oraya atıyorum”. İnsanlara da şöyle dedi: “Bundan sonra size yemek vermiyeceğim. Kendinizi kendi gücünüzle kazanarak besleyiniz. Sizinle konuşmıyacağım. Size Mayteri’yi göndereceğim” dedi.

May tere geldi; insanlara birçok şeyler öğretti. Araba yaptı. Aş olarak ot köklerini, ısırgan vesaire otları tayin etti.

Erlik, Maytere’ye yalvardı: “Ey Mcytere, sen benim için Tanrıya başvur, müsaade etsin de ben Tanrının yanma çıkayım”. Maytere, Erlik’in kabul edilmesi için Tanrıya altmış yıl yalvardı.

Tanrı şeytana şöyle dedi: “Bana düşman olmazsan, insanlara fenalık etmezsen yanıma gel!”. Şeytan göklere Tanrının yanına çıktı; Tanrıya secde ederek “beni takdis et, müsaade et de ben kendim için gökler yapayım” dedi. Tanrı müsaade etti. Erlik gökler yaptı. Erlik’in avenesi göklere yerleşip çok kalabalık oldu. Tanrının öz kişisi Mangdaşire şöyle düşündü:“Bizim öz kişilerimiz yer yüzünde, Erlik’in kişileri göklerde. Bu çok fena bir şey”.

Mangdaşirc, Tanrıya darılıp, Erlik’e karşı savaş açtı; Erlik karşı geldi, ateşle vurup Mangdaşire’yi kaçırdı, Mangdaşire Tanrı huzuruna geldi. Tanrı “nereden geliyorsun?” diye sordu. Mangdaşire “Erlik’in avenesi yüksek göklerde, bizim kişilerimiz ise yerde bulunuyorlar, bu çok fena bir şey. ^en Erlik’in avenesini yere indirmek için savaştım. Fakat gücüm yetmedi, indire- medim” dedi. Tanrı benden başka kimse ona dayanamaz; Erlik’in gücü senden fazladır. Fakat bir zaman gelecek ki sana “var!” diyeceğim. İşte o zaman senin gücün Erlik’in gücünden üstün olacaktır” dedi. Bunun üzerine Mangdaşire rahat rahat yattı.

Birgün Mangdaşire şöyle düşündü: “Tanrının ‘var, diyeceği gün yaklaştı”.

Tanrı Mangdaşireye dedi: “Ey Mangdaşire, bugün var, Erlik’i göklerden süreceksin, maksadına erişeceksin, ondan çok güçlü olacaksın. Benim gücüm, kudretim, takdisim (alkışım) sana yetsin,,. Mangdaşire sevindi, bir kahkaha attı “tüfeğim yok, yayım, okum yok, kargım (çıdam) yok, yatağanım yok. . . ancak yalın bileğim, kolum var. Nasıl ben Erlik’e karşı varayım ?” dedi. Tanrı ona kargı verdi. Mangdaşire kargıyı alıp Erlik’in göklerine çıktı. Erlik’i yendi, kaçırdı. Göklerini kırıp parça parça etti. Erlik’in göklerinin parçaları yere döküldü. O zamana kadar yer yüzü dümdüz idi. Bu parçalardan dağlar, kayalar hasıl oldu. Güzel Tanrının güzel yarattığı dümdüz yer böylece eğri-büğrü oldu. Erlik’in bütün avenesi yere döküldü, kimi suya düştü, boğuldu, kimi ağaca, kimi taşa çarptı, öldü, kimi hayvanlara çarptı öldü.

İmdi Erlik Tanrıdan yer istedi. “Benim göklerimi kırdın. Şimdi benim barınacak yerim yok” dedi. Tanrı onu yerin altına, karanlık dünyasına sürdü, üzerine kat kat kilitler koydu. “Üzerinde sönmez ateş olsun, güneş ve ay ışığı görmiyesin! tekrar ediyorum: iyi olursan yanıma alırım, fena olursan daha derinlere sürerim!” dedi. Erlik “ben, ölmüş adamların canlarını alacağım” dedi. Tanrı “Ben onları sana vermiyeceğim. Kendin yarat” dedi. Erlik eline çekiç, körük, örs aldı. Bir vur-du —kurbağa çıktı; bir vurdu —yılan çıktı; bir vurdu —ayı çıktı; bir vurdu —domuz çıktı, bir vurdu —albıs (fena rtıh) çıktı; bir vurdu —şulmus (fena ruh) çıktı; bir vurdu —deve çıktı.

Tanrı geldi. Erlik’in körük, çekiç ve örsünü alıp ateşe attı. Körük bir kadın, çekiç de bir erkek oldu. Tanrı bu kadını yakalayıp yüzüne tükürdü. Kadın bir kuş olup, uçtu; bu kuş eti yenmez, tüyü yelek olmaz “kurday” denilen kuştur. Tanrı erkeği yakalayıp yüzüne tükürdü, o da bir kuş oldu; bu da “yal- ban” denilen kuştur.

Bütün bunlardan sonra Tanrı halka hitaben :

“Ben size mal verdim, aş verdim, yerin üzerinde iyi, güzel ve arı sular verdim; size yardım ettim. Siz de iyilik yapınız. Ben göklerime döneceğim; çabuk gelmiyeceğim” dedi.

Sonra yardımcı ruhlarına hitaben:

“Şal-yime, sen rakı içip aklını kaybedenleri, körpe çocukları, kısrak yavrularını, inek buzağlarını koru, iyi sakla. İyilik yapmış olan ölülerin canlarını yanma al, kendi kendini öldürenleri alma! Zenginlerin malına göz dikenleri, hırsızları başkalarına düşmanlık edenleri de alma, benim için ve hakanı için savaşıp ölenleri al, benim yanıma götür! İnsanlar, size yardım ettim, sizden fena ruhları uzaklaştırdım. Fena ruhlar (körmös’ler) insanlara yaklaşırlarsa onlara yemek versinler. Körmöslerin aşlarını yemeyiniz, yerseniz onlardan olursunuz. Benim adımı söylerseniz himayemde bulunacaksınız. Şimdi ben uzaklaşıyorum; fakat tekrar geleceğim; beni unutmayınız, beni gelmez sanmayınız. Şimdi uzaklara gidiyorum. Tekrar geldiğim zaman sizin iyilik ve fenalıklarınızın hesabını göreceğim. Şimdilik benim yerimde Yapkara, Mangdaşire ve Şal- Yime kalıyorlar. Onlar size yardım edeceklerdir. Yapkara, sen iyi bak! Erlik senin elinden ölmüşlerin canım çalmak isterse Mangdaşire’ye söyle; o kuvvetlidir. Şal-Yime, sen iyi bak! albıs, şulbus yerin altından çıkmasınlar; çıkarlarsa derhal Maytere’ye haber ver! o kuvvetlidir. Onları kovsun! Podo-sünku ayı ve güneşi beklesin. Mangdaşire’ye söyle yeri ve gökleri muhafaza etsin! Maytere iyilerden kötüleri uzaklaştırsın. Mangdaşire, sen fena ruhlarla savaş! Sana güç gelirsebenim adımı çağır! İnsanlara iyi şeyleri, iyi işleri öğret. Olta ile balık avlamak, sincap (tiyin) vurmak, hayvan beslemek sanatlarını öğret!”

Bunları söyledikten sonra Tanrı uzaklaştı. Mangdaşire olta yaptı. Balık avladı, tüfek, barut icat etti. Sincap vurdu. Tanrının buyurduğu gibi insanlara birçok, şeyler öğretti.

Mangdaşire bir gün şöyle dedi: “Bugün beni rüzgâr uçuracak ve götürecektir”. Rüzgâr geldi. Mangdaşire’yi alıp götürdü.

Yapkara insanlara şöyle dedi :

“Mangdaşire’yi Tanrı yanına aldı. Onu bulamazsınız, ben Tanrının elçisiyim, ben de gideceğim. Tanrı nerede durdursa orada kalacağım. Siz öğrendiklerinizi unutmayınız. Tanrının yargısı budur” dedi. İnsanları kendi hallerine bırakıp o dâ gitti.

Verbitski tarafından tesbit edilen yaradılış efsanesi Rad- loff’un tesbit ettiği yukarıdaki efsaneden epeyce farklıdır.

Bu efsanenin özeti şöyledir (Altayskie inorodtzl, (s. 89-100) :
Gök ve yer yoktu. Uçsuz bucaksız deniz vardı, tanrı Ülgen (yahut Aakay, Kurbustan) bu deniz üzerinde uçuyor, konacak katı yer arıyordu. Fakat bulamıyordu. O zaman gönlüne bir ilham oldu: “önündeki nesneyi yakala Ülgen bu sözleri tekrarlıyarak ellerini öne uzattı; birden bire su yüzüne çıkıveren bir taşı yakaladı ve bunun üzerine oturdu. Böylece oturacak yer bulduktan sonra dünyayı yaratmak istedi. Fakat “ne yaratayım, nasıl yaratayım” diye düşündü. Birden bire su içinde Ak ana (Ak ene) karşısına çıkıverdi ve “bir nesne yaratmak istersen “yaptım, oldu” de, “yaptım, olmadı” deme! “Ak ana bunları söyledikten sonra kayboldu. Bundan sonra kimseye görünmedi.

Ak ananın buyruğu üzerinedir ki Ülgen insanlara şu emri verdi :

“Varı yok demeyiniz. Varı yok diyenler yok olur.”

Ülgen “yer yaradılsın!” dedi, yer yaratıldı; “gökler yaradılsın” dedi, gökler yaradıldı. Böylece bütün dünyayı yarattı. Uç büyük balık yaratıp onların üzerine yeri koydu. İkisini yerin kenarlarına ve birini yerin tam ortasına koydu. Ortada bulunan balığın başı kuzey yönündedir. Bu balık başını aşağı eğerse kuzeyden tufan (yayık) olur. Eğer başını çok aşağı eğerse bütün dünyayı su basar. Bu balık büyük bir zincirle büyük bir direğe bağlanmıştır. Onu Mangdaşire idare ediyor. Bir gün Mangdaşire bu balığın başını çok aşağıya indirdiği için cihan tufanı olmuştu.

Dünyayı yaratırken Ülgen “ay güneş dokunan altın dağ” (ay, kün tiygen altın tü) üzerinde oturdu. Bu dağ gökle yer arasında idi. Yere o kadar yakındı ki ancak bir adam boyu kadar aralık bulunuyordu. ,Dünya yaradılışı altı gün sürdü, yedinci gün Ülgen yatıp uyudu; sekizinci gün kalktı…

Bizim ay ve güneşimiz dünyasından başka 99 dünya vardır. Bunların hepsinde birer yer ve cehennem (tamu) vardır. İnsanlar da bulunur. En büyük dünya Han Kurbustan ten- gere’dir. Bu âlemin idaresini Ülgen kendi yardımcılarından Mangizin Matmas Burkan adlı ruha vermiştir. Bu dünyanın yerinin adı Altın telegey, cehennemi de Mangiz Toçiri tamu’dur. Bu cehennemin müdürü Matman Kara’dır. 99 âlemin ortancası Ezre Kurbustan tengere’dir. Bu âlemin idaresi Bclgein keratlu Türün Musıkay Burkan’a verilmiştir; yerinin adı Altın Şarka’dır, cehennemi Tüpken Kara tamu’dur. Bu cehennemi Matman Karakçı idare eder. K-işioğullarının bulunduğu bizim dünyamız en küçük dünyadır. Buna Kara tengere dünyası denir; Maytere idare eder. Cehennemi Tcpten karaTcş’dir. Bu cehennemi Kcrey Han idare eder. Bizim dünyamızın üzerinde otuz üç kat gök vardır.

Birgün tanrı Ülgen denize bakarken su üzerinde yüzen bir toprak parçası gördü. Bu toprağın üzerinde insan vücuduna benziyen kil tabakası vardı. “Nedir bu cansız nesne? kişi olsun!” dedi. Toprak derhal kişi oldu. Olgert buna Erlik adını verdi ve bunu orada bıraktı. Erlik, tanrı Ülğeni arayıp buldu. Tanrı onu kendisine küçült kardeş yaptı. Erlik bir müddet geçtikten sonra ülgen’den daha büyük vc daha kuvvetli olmak istedi “ah, bende Ülgen gibi yaradıcı olsam!” diye düşündü. Nihayet Ülgen’e düşman oldu. Ülgen bunun yerine Mangda- şire’yi yarattı. Bunlardan başka yine bizim dünyamızda yedi kişi yarattı. Bunların kemikleri kamıştan, etleri topraktandı Kulaklarına üfledi —can verdi, burunlarına üfledi —akıl verdi, yine bir “kişi” yarattı ve buna Maytere adını verdi ve “sen insanları idare et” diye buyurdu.

Türklerin ilk babasının yaradılışı hakkındaki bir efsane Ebubekir b. Abdullah b. Aybek cd-Devadarî adlı Mısırlı bir Türk tarihçisi tarafından nakledilmiştir. Bu efsane gûya “Ulu Han Ata Bitikçi” adlı türkçe bir kitabın, hicri 211 senesinde Cebril b. Bahteşyu adlı tabip tarafından farsçaya tercüme edilmiş nüshasından alınmış imiş. Bu efsaneye göre ilk çağda yağmurdan hasıl olan seller Karadağcı denilen bir dağdaki mağaraya çamur sürükleyip getirdi ve bu çamurları insan kalıbına benziyen yarıklara döktü. Su ile toprak bir müddet bu yarıklarda kaldı. Güneş Saratan burcunda idi ve sıcaklığı çok kuvvetli idi. Güneş, su ve toprak döküntülerini kızdırdı, pişirdi. Mezkûr mağara kadının karnı (batnı) vazifesini gördü. Su, toprak ve güneşin harareti (ateş) unsurlarından ibaret olan bu yığın üzerinden dokuz ay mütedil rüzgâr esti. Böylece dört unsur birleşmiş oldu. Dokuz ay sonra bu yaratıktan insan şeklinde bir mahlûk çıktı. Bu insana Türk dilince “Ay Atam” denildi ki “ay baba” demektir. Bu “Ay Atam” denilen kişi sağlam havalı ve tatlı sulu yere indi [metinde “çıktı” denilmiyor indi” deniliyor]. Kuvvet ve neşesi günden güne arttı, orada kırk yıl kaldı.

Sonra seller bir daha aktı, yukarıda zikredildiği gibi mağa­radaki yarıklara toprak dolduruldu. Güneş Sünbüle yıldızında idi. Binaenaleyh bu toprağın pişmesi zamanı güneşin aşağı indiği devre tesadüf etti ve bundan dolayıdır ki bu topraktan yaratılan kişi dişi oldu. Bu dişi kişiye “Ay-va” adı verildi ki “ay yüzlü” demektir. A y Atam ile Ay-va evlendiler. Bunlardan kırk çocuk dünyaya geldi. Yarısı erkek yearısı dişi idi. Bunlar birbiriyle evlendiler. Ana ve babaları öldükten sonra çıktıkları mağaraya gömüp ağzını attın kapı ile kapadılar ve kapının yanma çiçekler koydular. Davadarî’nin naklettiği efsanenin hulâsası budur. Bu müellif Oğuz menkıbeleriyle Moğol dev­rinde söylenen muhtelif rivayetleri birbiriyle karıştırmış ve bun­lara Iran ve Yunan rivayetlerini de eklemiş olsa gerektir.

Kaynak:

Abdülkadir İnan, Tarihte ve Bugün Şamanizm – Materyaller ve Araştırmalar,  Türk Tarih Kurumu Basımevi – Ankara, 1986, s. 13-21

Exit mobile version