Miladı 1071 yılında Malazgirt Meydanı’nda Selçuk Türkleri Tanrı’ya yalvardıktan sonra atlarının kuyruğunu bağlayıp “ya gazi, ya şehit” diyerek gazaya atıldılar ve tehlikeli bir serhad fethettiler. Bu tehlikeli serhad bizim vatanımız oldu. Yabancı milletlerle çevrelenmiş yabancı akınlara yabancı fikir cereyanlarına açık maddi ve manevi istiklalinin muhafazası zor olan bir vatın filhakika Orta Çağ’da Anadolu Türk illerinin bir devamı idi. O zamanlar Türkistan’a “Büyük Türkiye” adı verilirdi. 1069’da Melik Şah’ın Karahanlılara galibiyeti neticesinde “Büyük Türkiye” Selçuk İmparatorluğu’na ithal edildi. Selçuk İmparatorluğu Doğu’da Kaşgar’a kadar uzanıyor ve Batı’da Antakya’ya varıyordu. 1081’de Süleyman bin Kutulmuş Türk dünyasının hududunu Batı’da İznik’e kadar getirdi. Böylece Kaşgar’dan İznik’e kadar Türk illeri birleşti. Karadeniz’in şimalinde de Türkler yaşıyordu. Türk dünyasının batı kısmına yani bugünkü Türkmenistan, Azerbaycan ve Anadolu’dan ibaret kısma, “Türkmen illeri” denirdi. Netice olarak şöyle denebilir:
Orta Çağ’da Anadolu, Türk illerinin en batıdaki serhaddi olmakla beraber, Türk dünyasına ve onun kültürel tesirlerine bağlı idi.
Yine de dış çevreye mensup olması hasebiyle Selçuk kültürü Türk dünyasının merkezinde kurulan Karahanlı kültürüne nisbetle ecnebi tesirleri daha fazla kaydetmişti. 960 etrafında Buddha dininden İslamiyete geçerek Türk-İslam medeniyetinin banisi olan Karahanlı Türkleri Türk diline ve harsına Selçuklulardan daha sadık kalmışlardı. Selçuklular ise Gazne, Horasan ve Irak üzerinden İran ve Arab kültürünün içinden geçerek Anadolu’ya vardılar. Böylece Karahanlı Türklerinin büyük şair ve velisi Hoca Ahmed Yesevi onbir ile onikinci yüzyıllarda Türkçe yazarken onüçüncü yüzyılda Anadolu Türklerinin büyük şair ve velisi Celaleddin-i Rumi bilhassa Farsça ve Arapça kün kaynaştığı ve birbirinin kültürünü zenginleştirdiği bu devirde müşterek isam hümanist kültürü de ayrı bir destekti. Nitekim ebedi sahada Arab ve İran alemi Türklere tesir icra ederken plastik sanatlar alanında Türk tesirleri İslam mimarisinin ve resim sanatının veçhesini değiştiriyor ve İslam plastik sanatları Hıristiyan Bizans uslubundan çıkıyor ve İç-Asya uslubunun geleneğine giriyordu.
Onüçüncü ve ondördüncü yüzyıllarda Türk göçlerinin Anadolu’ya akışının devamı sayesinde Türk dili Anadolu’ya da hakim oldu. Türk düşüncesine şekil veren üçüncü büyük şair ve veli Yunus Emre Anadolu Türklerine kendi dillerinde hitab etti. Türk – İslam medeniyetinin batıdaki kalesi kuruldu. Bu kuruluş öyle muhkem oldu ki üçyüz yıl İslam medeniyetine öncülük etti. Topraklarında yaşadığımız kadim Hellenistik ve Hıristiyan Bizans medeniyetleri kültürümüzü kemiremedi. Kendi edebiyatımız, mimarimiz, resim sanatımız, musikimiz velhasıl öz kültürümüzün içinde ecdadımız yaşadı.
Diğer Türk devletleriyle muharebelerimiz Timurlenk istilası Karakoyunlu ve Akkoyunlu Türkmenlerle kavgalarımız maddi kuvvetimizi sarsabildi fakat Türk kültürüne zarar vermedi.
Onaltıncı yüzyılda Türk ufuklarında karanlık bulutlar gözüktü. İlk darbe Fars’tan geldi. Şah İsmail Safevi Osmanlılara karşı tam manasiyle bir kültür harbi açtı. Kullandığı silah kültür harbinin en öldürücü silahı oldu. Şah İsmail Türkleri birbirine düşman etti aralarında kardeş kavgası açtı. Şiiliğin Türkler arasında geliştirilmesi Hatai Divanı gibi edebı eserler ile yani kültür silahları ile yapıldı. Neticede Batı Türkleri ikiye ayrıldı ve bir kısmı Osmanlı kültürüne bir kısmı Fars kültürüne bağlandılar. 1514’te Çaldıran’da Osmanlılar galebe çalarken kültür politikası alanında Türklük büyük bir hezimete uğramıştı. Bu acıyı duyan Kırıklı Afşar Türklerinden Nadir Şah, 1736’da bu kardeş kavgasını durdurmak istediğini Osmanlılara söyledi ve bir anlaşma teklif etti. Fars aşırı Şiılikten vazgeçecek Caferı mezhebine girecek ve İslam aleminin ve Türklerin en büyüğü olan Osmanlı halifesini tanıyacaktı. Türk olduğunu ileri sürerek Nadir Şah’ın, bütün Batı Türklerinin başına geçmesinden korkan Osmanlılar Sünnilik gayretini bahane ederek bu teklifi reddettiler (bak. Samı Tarihi, 1149 yılı vak’aları). Böylece İslam alemini ve batı Türklerini bölen ikilik devam etti.
Halbuki hem Turan’ı hem İran’ı yıkabilecek bir kuvvet şimalde yükselliyordu. İvan IV (1530-1584), Rus imparatorluğunu kurmak üzere sefere başlamıştı. Türk – İslam medeniyetinin ilk hezimeti Kazan’ın düşmesi ve şimal Türk merkezlerinin birer birer yıkılmağa başlaması oldu. I. Petro 1724’te Derbent ve Baku’yu aldı. 1768-1783 arasında Rusya bizden Kırım’ı aldı. Rusya’nın bundan sonraki hedefi İstanbul oldu. 1869 ve 1884 arasında Rusya Türkistan’daki ve şimalı Asya’daki Türk illerini baştanbaşa aldı ve Türk illerinden müteşekkil büyük bir müstemleke sahası kurdu. Rusya’yı durdurabilen tek kuvvet Çin’in de aynı niyetle kendi müstemlekelerini genişletmek için ilerlemesi ve 1877’de Doğu Türkistan’ı alması oldu. Rusya ve Çin anlaştılar ve muahedelerle Türk illerini paylaştılar. Orta Asya’nın cenup kuşağında bulunan ve Afganistan ile Fars hudutları içinde kalarak Müslüman kültürü sahası dahilinde bırakılan birkaç Türk memleketi (Hindikuş’un şimal yamacı, Hazer bölgesi, Azerbaycan) talihli sayıldı.
Yirminci yüzyılda Rusya komünist olunca Türk illerini mistemlekelikten azad edeceği ümidini verdi. Fakat gerek Rus kominizmi gerek Çin komünizmi Rus ve Çin milliyetçiliği yolundan ayrılmadılar. Bir fark oldu; Kılıç ile alınan ve kılıç ile tutulan müstemlekelere karşı kültür kılıcı da çekildi. Rusya ve Çin, Türk illerinden müteşekkil müstemlekelerinde, kültür savaşı açtılar. Maksat, Türk boylarının kendi din ve millı kültürlerine olan hissı ve fikrı bağlarını kesip, onları avare bırakmak ve artık boş kalan gönüllerini komünizm mefkuresine bağlamak idi.
Böylece Türk illeri arasında akan ve kültürümüze hayat veren fikir cereyanlarının şahdamarı tıkandı ve biz Batı Türkleri Türklüğün son yıkılmayan kalesi olarak yalnız kaldık.
Batıya dönersek, kültür tarihimizin bu cephede şöyle geliştiğini görürüz. Türk kültürü Bizans kültürüne galip gelmiş ve bu galebeyi muhafaza edebilmişti. Bunun sebebi Orta Çağ hıristiyan dünyasının kültür gelişmesine mani olan taassubu ve insanlar arasında eşitsizliği bir müessese haline getiren ve insanları irsı sınıflara ayıran feodal “caste” sistemi oluşmuştu. Bu duruma isyan eden Avrupa münevverleri Katolik papazların ve asiller sınıfının tahakkümüne karşı koymağa başlayınca o devre kadar zemmedilen Türk – İslam medeniyetinin hakikatte daha çok insanı olduğunu farkettiler. İslam cemiyetlerine karşılık bir cizye ödemekte ve kendi inanış ve hayat tarzlarında serbest bırakmakta idiler. Üstelik “caste” sistemi yoktu. Böylece, müslim veya gayrimüslim serbest veya köle, erkek veya kadın veya çokucu, her insanın bazan asgari dereceye dahi düşse elinden büsbütün alınamayan insan hakları vardı. Böyle insani bir cemiyetin dünyada mevcut oluşunun onbeşinci ila onsekizinci yüzyıllar Avrupa münevverleri için nasıl bir ümid kaynağı olduğunu Luther’in mektuplarında okuruz. Voltaire muasırı olduğu Avrupa medeniyetinin bazı cephelerine meydan okurken “Mahomet” trajedisini yazıyordu. Goethe Kur’an okumak için Arapça öğrenmeğe gayret ediyor ve West-Östlicher Diwan’ı neşrediyordu.
Bu arada Avrupa’da nisbet ilimler yükseldi, endüstri doğdu ve hümanist kültürün yanında bir de teknik medeniyet kuruldu. Avrupa böylece ilerlerken biz, atıl bir şekilperestlik içinde kalarak bu hamlelere ayak uyduramadık. Maddi kuvveti artan Avrupa gittikçe gerileyen Osmanlı cemiyetine artık “hasta adam” diye baktı ve kendisine bir müstemleke sahası olarak gördü. Rusya’nın İstanbul’u hedef tutan ilerlemesine ilaveten Batı Avrupa’da da “drang nach Osten” başladı. Avrupa dahi Osmanlı imparatorluğuna hem silah hem de kültür harbi açtı. Osmanlı İmparatorluğunu aralarında paylaşmak isteyenler kültür haribini iki koldan yürüttü. Bir koldan Türk olmayan ekalliyetlerin milli kültürü destekleniyor tebarüz ettiriliyordu öbür koldan da Osmanlı İmparatorluğu’nun mirasını gözetleyen her devlet göz koyduğu Osmanlı İmparatorluğunun parçasında kendi kültürünü evvelden yaymağa ve tesis etmeğe çalışıyordu.
Ondokuzuncu ve yirminci yüzyıl Türkleri için ümid kendi hümanist kültürümüzü muhafazaya gayret etmek fakat maddı tecavüzlere karşı koyabilecek kuvveti elde etmek için, teknik sahada ilerlemeğe çalışmak oldu. Bu ikinci çaba ancak Avrupa’dan ders almakla mümkündü. Böylece bizi parçalamak isteyenler ile uzlaşmak mecburiyeti hasıl oldu. Avrupa’dan ders almak için iki çare vardı. Bunun biri taklid diğeri Avrupa metodlarından faydalanarak kendi şartlarımıza göre içtihada kalkışmak idi. Cevdet Paşa’nın müdafaa ettiği bu ikinci yol “Mecelle” gibi İslam medeniyetini muasır dünyaya intibak ettirebilen ve bazı memleketlerde hala yürürlükte olan (Kıbrıs, İsrail) kültür abideleri vücuda getirilmesini mümkün kıldı. Hümanist bilgiler sahasında içtihad tek yoldur. Fakat teknik alanda taklitten başka çare yoktu. Böylece metot ve teknik bilgi edinmek ümidi ile Türk çocukları Avrupa mekteplerine yollandı. Bu mekteplerin bazısı Türk – İslam kültürünü yıkmayı hedef edinmiş memleketlerde idi. Bu sebepten bazan teknik sahada elde ettiğimiz kazancı hümanist kültür kıymetlerinin kaybolması ile ödedik. Türk gençlerinin az bir kısmı ecnebı kültüre gönlünü kaptırdı bir daha bize dönmedi. Bir diğer zümre aramıza dönmekle beraber tahsil gördükleri ecnebi kültür merkezini özlediler. Bu sebepten tenkid kuvvetlerini Türk cemiyetine çevirdiler ve yapıcı olarak değil yıkıcı olarak amil oldular ve eser veremediler. Fakat gençlerimizin çoğunluğu tahsil gördükleri memleketlerden faydalı teknik bilgilerle geri geldiler. Bu bilgileri memleketlerinin yükselmesine adadılar ve bugünkü muasır teknik medeniyete intibak eden Türkiye’yi bina ettiler. Yine de bir istihale devrinin tehlikeli safhaları başladı ve yabancı hümanist kültür akınları millı hümanist kültürünün kalesine hücuma geçmiş bulundu.
Elbette ki Türk kültürü müdafaasız değildir. Baş kuvvetimiz kadim hümanist kültürümüzü milletin vicdanına kadar işleyen eski mütefekkirlerimizin himmeti sayesinde milli kültüre vefalı olan yabancı cereyanlara sessizce dayanan Oğuz nameler şivesiyle konuşan Türk köylüsüdür. Türk hümanist kültürünün kadrini bilen ve Türkiye’nin müstakil yaşamasının ancak Türk hümanist kültürünün istiklali ile mümkün olabileceğini düşünen Türk münevverleri ve onların yetiştireceği genç kuşaklar istikbal için ümidimizdir.
Maamafih bütün milletlerin kültür politikasını ilmı bir metod ile kullandığı bu zamanda kültürel kuvvetlerimizi değerlendirerek metodik şekilde çalışmak hakikaten hayatı bir mecburiyettir. Diğer kadim hümanist kültür sahibi memleketlerin mesela Almanya’nın, Fransa’nın kendi hümanist kültürlerini ne şekilde kıymetlendirdiklerini tetkik edebiliriz.
1- İlk önce, millı Hümanist kültür mefhumunun açıklanması gerekir. Bu soruya cevap vermek için, millet mefhumunu hangi umdeye bağladığımızı tayin etmek lazım gelir. Ondokuzuncu yüzyıl içinde milliyetçilik cereyanları başladığından beri, üç ayrı umde teklif edildi.Bunlardan ikisi materialist’tir ve aşırı cereyanların öncüsü oldular. Üçüncüsü ise idealisttir ve batı demokrasileri tarafından umumiyetle kabul edildi. Aşırı cereyana öncü olan ve faşist memleketlerde revaç bulan ilk umde ırkçılıktır. Türklerin ekseriyetinin görüşüne göre, bu hayal mahsulü bir umdedir. Dünyanın en ıssız yerlerinde dahi, hiç karışmamış ırktan bir millet hatta bir fert bulunmasa gerek halbuki Çin sınırından Avrupa’ya kadar uzanan Türkler, elbette ki bir çok başka milletlerle karıştılar. Kaldı ki, Türk – İslam kültürünün hümanist görüşü başkalarına zulmeden ırkçılık gibi ideolojilere karşı cehdeder:
“Kendi kavminin, kendi boyunun tarafını (haksızca) başkalarına karşı güdüp gözeten… bizden değildir”.
Zamanımızda ileri sürülen ikinci milliyet umdesi komünist mütefekkirlerin müdafaa ettiği mevzii vatanperverlik umdesidir. Bu fikre göre insan maddeten yaşadığı topraklara bağlıdır başka bir şeye bağlı değildir. Bu materyalist fikir de bizde yayılamamıştır. Tarihi boyunca göç eden kadim Eurasia göçebelerinin evladı Türkler için böyle bir tasavvura gönül bağlamak imkansızdır. Mensup olduğumuz Türk-İslam hümanist düşüncesi de maddi vatana bağlı olmayı tabii bulmakla birlikte asıl ehemmiyeti manevi ilgilere vergi göze almıştı. Vatan bir tarladan ibaret değildir. Manevi kıymetler de vatan mefhumuna girer. Tang devrinde Türklük hissini yok etmek isteyen Çin mütefekkirleri onları Çin’de iskan ederek Çin’e bağlamağa teşebbüs etmiş durdurmağa muvaffak olamamışlardı.
“Bunlar, yüzyıllarca aramızda yaşasalar da, bizden olamaz. Türklük yok olsun istenirse bunları öldürtmek veya aralarına nifak sokup birbirlerini öldürtmek tek çaredir” neticesine varmışlardı.
Asıl vatan, asıl milli umde fikir hayatı ile kaimdir hakikati herkesçe zımnen kabul olunmuştur. Nitekim her müstemlekeci devlet yok etmek istediği mazlum milleti ilk önce öz dilini, tarihini yani milli mevcudiyetinin idrakinin köklerini unutturmak ister. Kendi milli varlıklarına yüksek kıymet veren batı demokrasileri de ırk ve toprak birliğine hak tanımakla beraber milliyet umdesini bilhassa kültür kıymetlerinde görürler ve kültürlerini yayarak milli nüfuzu yaymağa uğraşırlar.
Türklük de tarih boyunca, onu yok etmeğe çalışan muhtelif gayretlere rağmen hümanist kültür birliği sayesinde yaşayabilmiştir. Doğu Türkistan’dan, Sibirya’dan, Yakut illerinden Azerbaycan’a, Anadolu’ya, Edirne’ye kadar uzanan Türk boylarını tarih boyunca birbirine bağlamış ve bugün de bağlayan ne ırk, ne toprak birliğidir; ancak kültür birliğidir. Kendini Türk bilen Türkçe konuşan her toplumun vücuda getirdiği eserlerin Türk kültür eseri olduğunu kimse münakaşa etmez. Böylece bizim kültür tarihimiz Asyanın öbür ucundan da olsa bin ikiyüz yıldır “Türk budunu işit” diyenlerin kültür eserleriyle başlar. Kırgız, Uygur, Karahanlı, Selçuklu, Timuroğlu, Türkmen, Osmanlı Türk toplumlarının kültür eserleriyle devam eder. Binikiyüz senedir göç ettiğimiz topraklardaki akraba veya yabancı yerli milletlerin kültürlerinden aldığımız ve bizim kültürümüzü zenginleştiren ve yıkmayan kıymetler de elbet kültürümüzün bir parçası olmuştur.
2- Türk hümanist kültürünün çerçevesini tayin ettikten sonra, bu kültürü tetkik etmek gayretiyle dikkatimizi üzerine teksif etmek faydalı olur. Herhangi bir kültür eserini milliyet gözetlemeden ihya etmek muhakkak ki insanlığa hizmettir. Fakat Türk kültür eserleri, bugün hududumuz dışında olan büyük bir saha üzerine yayılmış olmaklığı hasebiyle ihmal edildiği ve bugün tehlikede olduğu için her Türk münevverinin çalışmalarını millı kültüre adaması milli kültürü ihya etmek bakımından şart oldu.
3- Milli kültür mirası neden ibarettir? Bunu bilmek için bir kültür tarihi arşivi yapmamız lazımdır. Eserler ihtisas sahalarına ayrılarak kronolojik şekilde, arşiv halinde toplanacaktır. Bu çalışma esnasında mimarı eserlerin fotoğrafları planları, mühim yazmaların tıpkıbasımı toplanır. En nihayet arşivlerin temin ettiği vesikalara dayanarak müteaddit uzmanların kollektif eseri olan kültür tarihi yazılır. Muhtelif memleketlerde kültür tarihi muhtelif şekillerde tahakkuk etmiştir. Fransız alimleri hem arşivlerden alınan analize elverişli bilgileri hem de kültür tarihinin geniş hatlarını anlatan ve bir sentez teşkil eden neticeleri bir arada neşrettiler. İspanyol kültür tarihi bir ansiklopedidir. Arşivlerin verdiği bilgi alfabetik sıraya sokulmuştur. Diğer memleketler bunlara mümasil veya az farklı metodlar kullandı.
4- Gençlere vatan toprağı yanında bir de manevi sıla vermek için milli kültür tarihi ilk mekteplerden beri okutulur. Milli kültür tarihinin hususiyetlerini bilmek ecdat yadigarı fikri mirastan nasip almak herkesin hakkıdır.
5- Hümanist millı kültürün istikbalini emniyete almak için mütahassıs hümanist münevverler yetiştirmek gayreti kadım hümanist kültür sahibi memleketlerde müşahade edilir. Yeni teşekkül eden ve hümanist kültürü olmayan memleketler buna mecbur değildir. Onlar teknik sahada münevverler yetiştirmekle iktifa edebilirler. Kendini koruyacak maddi kuvveti komşularına nisbetle az olan fakat hümanist milli kültüre sahip bulunan memleketler hümanist milli kültüre tabiatiyle ehemmiyet verir. Bu hümanist kültür memleketlerinde mesela Almanya’da, İspanya’da, Fransa’da, İtalya’da hümanist münevverlerin yetişmesi lise sınıflarında başlar ve lise tahsili hümanist ve teknik olmak üzere iki kısma ayrılır. Gençler istidatlarına göre iki disiplinden birini daha lise sınıflarında hatta bazan ortaokulda intihap ederler ve üniversiteye hazırlıklı olarak gelirler. Amerika ve Avrupa tahsil metodları arasında yapılan bir mukayese neticesinde genç yaşta başlanan bu ihtisasın Avrupalı gençelre üç sene kazandırdığı neticesine varılmıştır (Conant Raporu). Avrupa hümanizmi milli dil ve kültür yanında Hıristiyan aleminin müşterek kültür mirası olan ve Avrupa dillerine karışan latinceye ve Yunanca’ya da yer verir. Diğer kültür dillerinden de biri veya ikisi öğretilir.
Bizim hümanist tahsil programımız ise tabiatiyle kendi kültürümüzü takip ettiği seyre uyacak ve Avrupa’nınkinden mevzuat itibariyle ayrılacaktır. Hümanist tahsilimiz Orkun kitabelerinden bugüne kadar Türkçenin ve hümanist Türk kültürünün geçirdiği istihaleleri öğretecektir. Türkçenin muhtelif safhalarını ve ona karışan dillerin bilhassa Arapça ve Farsça’nın hiç olmazsa gramerini programa ithal edecektir. Zamanımızda beynelmilel mütefekkirlerin kullandığı dilleri de ihmal etmiyecektir. Böylece Türk hümanist münevverleri hümanist kültürümüzün her safhasını yakından bilecek ve mazide ve istikbalde milli kültüre sahip çıkacak ve meşaleyi kendilerinden sonra gelen kuşaklara parlak ışık saçarak geçirebileceklerdir.
6- Kadim kültür sahibi milletler milli kültürü dünyaya tanıtmağa bilhassa gayret ederler. Çünkü milli kültürün hususiyetlerini ve yüksek kıymetlerini tebarüz ettirebilen milletler insanlığın öncüleridir ve muhabbet ve hürmet telkin ederler.
Türk milletinin kadım hümanist kültürünü ihya edecek nesil İstiklal Harbi’ni kazanan nesil kadar hizmet görmüş olacaktır. Çünkü toprak bütünlüğü ve refah bir milletin eti ve kemiği yerinde ise hümanist kültür yani fikrı hayat milletin canıdır.