Kalonoros’un fethinden dönüyorlardı, zafer kazanmanın sarhoşluğu vardı üstlerinde. İntikâllerini bile ağır adımlarla ve gevşek yapmaktaydılar. Giderken dikkat bile etmedikleri manzaranın şimdi rahatça tadını çıkarıyorlardı…
Alâeddin’in canı av yapmak çekmişti işte bir ara. Beylere durum vaziyeti mâlum olunca, derhâl konaklamak için uygun bir yer arandı. Toroslar çepeçevre sarmıştı dört bir yanlarını. Ortada, kuzeye doğru uzanan vadi, bunun gibi birkaç orduya daha yatak olurdu elbet. Ordu, düzenini kurarken, Sultan av kıyafetlerini çoktan giymişti bile. Yanında her zamanki maiyeti toplanmış, Keykubad’ın emirlerini beklemekteydi. Atına binen Alâeddin, ordusunun yerleşmesini seyretti bir süre, kıpırtısız duruşuyla evvel zaman hükümdarlarını andırıyordu. Azametli ve kibirli! Kendisi de farkında olacaktı ki, dudaklarından,
-Zaferler fani, onca cihangir hani? Can bırakınca teni, unutmazlar mı seni? sözleri dökülüverdi. Sultan’ın sözleriyle hüzünlenen koca koca beyler, dertlenip “Ah!” ettiler.
-Sultan’ım neden böyle söylersiniz? Siz unutulmaz eserler bıraktınız şimdiye dek!
-Bunca memlekete Sultan olacağıma, bir gönüle sultanlık etmek isterdim Atabeg’im!
-Sultan’ım siz gönüller de fetheden bir cihangirsiniz aynı zamanda!
Alâeddin ses etmedi, dağlara baktı yansız.
-Haydi, Bismillah! diyerek atını sürdü peşinden.
Az gittikten sonra,
-Buralarda ceren olmaz değil mi? diye sordu bildiği hâlde.
-Olmaz Devletlim! Daha aşağılarda olur ama geyik, ayı, tilki, kurt vardır elbet.
-Av işi, nasip işidir der Türkmen, doğru mudur beylerim?
-Beli, Sultan’ım! İsabet buyurdunuz. Nasipte ne varsa, o gelir okun önüne!
Alâeddin ile maiyeti yavaş yavaş Torosları tırmanırken, kızılçamlar sonra sedir ağaçları, muhafız alayı gibi kıpırdamadan durmaktaydı. Ne kadar tırmandılar, zaman ne kadar geçti bilemeseler de, hem yorulmuş, hem de artık avdan ümidi kesmişlerdi.
Kayaların arasından seken geyiği gördüklerinde ise hayvandan çok kendileri şaşırmıştı. Birbirlerine gerçek bir zafer kazanmış gibi gülerek baktılar. İşte buydu! Bunca zahmet, bunun içindi işte! Alâeddin kendinden emin indi atından.
-Siz kendi avınıza bakın, ben bunun peşinden gideceğim, iki muhafız yeter bana!
İki keskin çeri düştü Sultan’ın peşine, çelikten ince bakışları vardı civanların. Amansız oldukları yürüyüşlerinden, kayadan kayaya pars gibi sekişlerinden belliydi. Av izine düşen Alâeddin şimdi hiç acele etmiyor, çıtırtı bile çıkmayacak yerlere basmaya çalışıyordu. Rüzgârın yönünü denetlemek gibi bir sorunu da yoktu. Çünkü hava durgundu, hayvanın avcıların kokusunu alması zordu. Geyik yukarı kayalıklara doğru kaçmış olmalıydı. Alâeddin kayaları tırmanmaya başladı, çerilerin tek derdi ise Sultan’dı elbette! Sultanlarına bir zarar gelmesindense, kendilerini kayalardan aşağıya yuvarlamaya hazırdılar. Sultan Alâeddin son kayayı tırmanıp başını uzattığında, kaya üstündeki düzlükte otlanan geyik, birden sıçrayarak kaçıverdi.
Bu sırada bir çığlık duyuldu!
-Geyik kayadan mı düştü? diye hayretle sordu kendisine Sultan. Eliyle geriden gelen çerilere beklemelerini işaret etti. Çağırmadıkça gelmeyin der gibiydi. Geyik yakınlarda olmalıydı mutlak! Sırtındaki yay ile altın işlemeli sadağını yokladı. Yerindeydi. Belindeki mücevherli hançeri kavradı, her şeyi tamamdı.
Yavaşça kendini kayanın üstüne çekti. İlk hızıyla birkaç adım emekleyerek ayağa kalkmak isterken bu kez önünde bir gürültü duydu. Doğrulmaya daha fırsat bulamadan birkaç adım önünde bir çift ayak beliriverdi. Pek yakışıksız bir hâlde olmuştu bu iş! Sultan yerde iken, tepesinde birisi dikilmekteydi. O haldeyken mecburen başını kaldırmak zorunda hissetti. Çerilerle birlikte çıkmadığına pişman olmuştu şimdi.
Tam önünde ve haliyle tepesinde öylece bir çift yeşil göz bakmaktaydı kendisine. Şaşkın! Alâeddin hâlinden utanarak ayağa kalkarken, bir yandan da ellerindeki toprak parçalarını çırpınmaktaydı farkında olmadan. İkisi karşı karşıya durup kaldılar öylece. Bu dağ başında karşılaştığı güzellik karşısında hayret içinde kalan Sultan’ın dudaklarından istemsiz olarak,
-Hani buralarda ceren olmazdı? sözleri dökülmüştü.
Alâeddin’in gönlü er baharın ilk çiçeğini görmüş gibi genişleyip açılmış, içi yavru kuzu neşesinde kıpır kıpır olmuştu o anlarda! Çiçek açmış tazecik bir bahar dalı, sanki insan suretine bürünmüş de bir çift göz olup tam karşısına geçip durmuştu! Sultan’ın içi titredi.
-Bu hal nedir ey Sultan? diye kendine sormadan edemedi.
Öylece bakıp duran kızın yüzünde ise inanmaz bir ifade vardı. Sanki bir masal kahramanıyla karşılaşmış gibiydi. Gösterişli giysili, asil yüzlü adam,
-Kimsin sen, ay kız? diye sormaktaydı.
Kız aslında korkmuş değildi, şaşkınlığını da çabuk atmasını bildi.
-Ben benim! Burası benim yurdum, peki sen kimsin yabancı?
-Sizde eloğlu böyle mi karşılanır Yörük kızı?
-Önce tartarlar, batmanına göre uygun bir yere koyarlar elbet eloğlu.
Bu gencecik kızın kendine güveni, olgunluğu şaşırttı Sultan’ı.
-Bu sıra benim tartılma vaktim midir ki ay kız?
Kız cevap vermedi, çekinmeden gözlerinin içine baktı yalın. Alâeddin Keykubad ne yapacağını bilemeden birkaç adım attı öylesine.
-Sen buralarda tek başına gezmekten korkmaz mısın ay kız? Misâl benden sana bir kötülük erişmesin sakın?
-Niçin korkayım, Konya’nın Sultanı, gidin bu dağlara oturun demiş! Koca Sultan, koruyamayacağı tebâsını ateşe atmaz ya? Biz Sultan’ın sözüne güvenip gelmişiz buralara… Söz veren, güvence olarak canından ya da malından pay ayırmış değil midir?
Alâeddin yüreğinin ortasına bir ok yemiş gibi sarsıldı. Konuşurken sesi titriyordu:
-Tanımadığın, Sultan denilen o herife nasıl güvenirsin?
-Eğer İslamlara güvenilmeyecekse, geriye nesi kalır ki bu ümmetin?
Alâeddin’in başı döndü, gözü karardı, olduğu yerde sendeledi adeta.
-Sen bu okkalı sözleri nerden bulursun Yörük kızı? Düşünmez misin ki, Sultan dediğin de aciz bir âdemdir nihayetinde. Her şeyden haberi olmaz. Olsa da hata yapar, senin canını düşünmek aklına gelmez… Niye onu böyle büyük vebal altına sokarsın?
-Benim canım aklına gelmezse, Allah’ın bir gün hesabını soracağı da mı gelmez onun aklına?
Alâeddin eliyle yeter anlamında işaret etti, nefesi kesildiğinden neredeyse olduğu yere çöküp kalacaktı.
-Geyik avına gelmiştik bu dağ başına ama sen can evimizden vurup avladın bizi ay kız!
-Av işi, nasip işidir, yabancı! Duymadın mı hiç, nasıl avcısın sen?
Alâeddin başını salladı.
-Duydum, duydum…
Kız bu kez çıkıştı:
-Senin yüzünden keçim kayadan uçtu, şimdi bulmama yardım et bakalım!
-Benim yüzümden mi? Ben ne yaptım ki?
-Sen geyiği ürküttün, o da benim keçimi…
Sultan Alâeddin cevap veremedi, söz dinleyen uslu bir çocuk gibi kızın peşinden gitti. Kız amirane konuşmayı sürdürdü:
-Sen bu tarafa bak, ben de şuraya bakacağım!
Alâeddin yine ses çıkarmadan, istenileni yapmak için kayanın kenarını dolanmaya başladı. Bu sırada kendi tırmandığı tarafa kadar geldi. Orada yarıya kadar tırmandıktan sonra sinmiş çerilerini gördü. Onlara yerlerinde kalmalarını bir kez daha işaret etti.
-Keçim burada, gel de kurtaralım yabancı! diye seslendiğini duyup seğirttiğinde kızı kayadan aşağıya sarkmış olarak buldu.
Kayadan düşen keçi, ulaşması zor bir çıkıntının üstünde yatmaktaydı ölü gibi. Yaralandığı yarı baygın yatmasından belliydi.
-Ben uzanamadım, sen ister aşağıya in, istersen uzanmaya çalış, kurtar keçiyi oradan!
Alâeddin hayretle kıza baktı. Bu kadar zarif, bu kadar genç bir kızda bunca irade olsundu! Sultan, aşağıya kaygıyla baktı. Keçinin düştüğü yar, amansız bir uçurumdu çünkü! Hayvanı kurtarmak isterken, tatlı candan olmak da vardı hesapta! Alâeddin kıza kalkmasını işaret etti. Yine göz göze karşılıklı durdular. Kız onun bir an önce keçiyi çıkarması için harekete geçmesini beklemekteydi, Sultan ise kızın duru, yalın ve keskin gözlerine hapsolmuştu o sıra…
-E, haydi seni bekliyorum, keçiyi çıkaracaksan, çıkar artık! Hayvan acı çekiyor görmüyor musun?
Sultan Alâeddin çaresizlikle etrafına bakındı.
-Görmesine görüyorum da, sana bir diyeceğim var.
-Fazla uzatma da kurtarmanın bir çaresine bakalım!
Alâeddin azar yemenin şaşkınlığıyla güldü. İki eliyle yukardan aşağı bedenini tarayıp kendi cismini gösterdi kıza.
-Bak ben Sultan’ım! Konya Sultanı Alâeddin Keykubad’ım!
Kız adamı tepeden tırnağa süzdü. Fazla etkilenmediği tavrından belli oluyordu, yansız konuştu.
-Tamam, doğru söylüyor olmalısın Sultan’ım! Zaten sıradan bir kimseye hiç benzemiyordun! Ama senin sultan olman benim keçimi kurtarmaya yetmiyor ki! Eğer keçimi kurtaracaksan acele etsen iyi olur!
Sultan yeniden güldü.
-Ay kız, belki iyice anlamadın. Ben gerçekten Sultan Alâeddin’im! Hem biliyor musun, Kalonoros Kalesi’ni fethetmekten dönüyorum. Aşağılarda deniz kenarında önemli bir yer burası… Yani büyük bir zafer kazandım!
Koca Sultan yeni yetme kızdan aferin ummaktaydı ki, kanatlanan yüreğinin pır pır etmeyi bırakıp da enginlere süzülebilmesi için… Bu halini sonra kendisi de ayıpladı: “Sultan oldun Rum’a ama bir küçücek kıza ferman yürütemedin. Hatta fermanı ona kaptırdın sayılır! Bir kızdan aferin almak için o kaleyi fethettin, öyle mi?” diye içinden geçirmekteydi.
Kız meraklı ama muzır bakışıyla bir süre süzdükten sonra omuz silkti.
-Kale fethetmişin ama benim keçimi hâlâ kurtaramadın Sultan’ım!
Alâeddin anlayışla gülümsedi.
-Tamam, kurtarayım da, görüyorsun tehlikeli bir yerde kalmış keçin. Şimdi ben bu keçiyi kurtarırken düşüp ölsem, memleket sultansız kalır. Sana ben parasını vereyim en iyisi…
Kız aldırmadı.
-Olmaz! Para keçimin canına bedel olmaz… Keçim orada acı çekerek ölecek! Kabul etmem.
Sultan bir kere daha yenilmiş hissetti.
-Peki, anladım. O zaman bak şu yarın altında iki tane çerim bekliyor, onları çağırayım, kurtarsınlar keçini!
Kız iyice somurttu bu kez.
-Keçiyi çeriler mi düşürdü ki, onlar kurtarsın? Sen bir koca Sultan olarak düşürdüğün keçinin sorumluluğundan kaçıyorsan, bizim sana canımızı emanet etmemiz nasıl bir meseledir?
Kızın sitemi gayretine dokunan Sultan Alâeddin “Ah!” çekti:
-Ben’im diyeni bende eylersin, âlimi sen talebe eylersin! Avcı bile sana av olur ah! Seni gören gonca kav olur vah! Şol sultana taç taht attırırsın, cihanı göğ göze sattırırsın!
Kız Sultan’a hınzır baktı.
-Tebâsın unutan sultan olur mu? Tatlı söze kanan canan olur mu? Bir âdem şol cihana sultan ise, keçi ölse, sözü ferman olur mu?
Düşünceye dalan Alâeddin, elini düzgün kesilmiş, pırıltılı sakalından geçirdi. Yarın kenarına gelip keçiye yeniden baktı. Hayvan hızlı hızlı solumaktaydı orada hâlâ.
-Beni müşkülde bıraktın Yörük kızı! Tamam, kurtaracağım ama sen de yardım edeceksin!
-Tabii keçim için yapmayacağım yoktur… Hınzır!
Suratı asılan Sultan Alâeddin hayretle baktı kıza, ne diyeceğini şaşırmışa benziyordu.
-Hınzır mı dersin bir koca Sultan’a?
Kız pek tatlı gülümsedi.
-Hayır Sultan’ım, keçimin adı Hınzır, ben çok severim onu. Kendi elimle besledim doğduğundan beridir… Benim arkadaşım gibidir o!
-O zaman kurtaralım şu Hınzır’ı! Ama eğer Hınzır’ı kurtarmaya çalışırken düşüp ölürsem, cihandaki namımım keçi uğruna ölen sultan olmasından korkarım…
Kız bu kez inci dişlerini göstererek güldü. Alâeddin Keykubâd, gece çakan şimşeğin ışığıyla gözleri kamaşmış bir âdem gibi bakakaldı öylece!
-Bari adını söyle, öyle ineyim aşağıya Yörük kızı!
Kız geri kaçtı.
-Hele siz Hınzır’ı da alıp çıkın, o zaman söylerim Sultan’ım! Şimdi olmaz…
Sultan elini iki yana açıp yakındı:
-Koca orduları dize getirdim de, bir Yörük kızına söz geçiremez oldum, bu nasıl bir müşküldür acep?
Alâeddin önce yarın kenarına yatıp aşağıya uzandı. Olmadı. Keçiye erişmesi için bir kol boyu daha gerekmekteydi. Kızın bacaklarından tutması halinde aşağıya daha fazla sarkabileceğini düşündü ama gücü yetmezse baş aşağı uçuruma düşebilirdi Keykubâd. Tek yol vardı, yardan aşağı, çıkıntıya inmeye çalışmak. O yol ise kayalarda yeterli boşluk olmadığından tehlikeliydi.
“-Sen,” dedi.
“-Bu kayanın başında hazır bekle, ben keçiyi uzatınca yakalayıp yukarı çek!”
Kız başıyla onayladı Sultan’ı.
Yarın başına çömelip, sırtı uçuruma dönük ilk adımını besmeleyle attı aşağıya Keykubâd. Ayağıyla sağlam bir yer aradı, bulunca sıkıca bastırıp aşağıya baktı. Aşağısı amansız bir derinlikteydi. Elleriyle kayanın kenarından tutunurken ikinci adımını attı bu kez. Onu da bulunca biraz daha yaklaştı Hınzır’a. Bir sonraki adımını eğer sağlam atarsa, kayanın kenarından çıkan çalıya tutunabilirdi. Oradan keçiye uzanıp alması kolaydı bir yerde! Tek güçlük çalının bir insanla bir keçiyi çekip çekemeyeceğini bilememekti.
-Keşke çerileri çağırsaydım, diye söylendi. Kız yukardan,
-Sizi duydum, bir sultan sözünün eri, güvenilir biri olmalıdır, dedi.
Alâeddin başını kaldırıp kıza hayran baktıktan sonra,
-Eğer buradan sağ kurtulursam seni sarayıma ilk hatun atabeg olarak alacağım. Bunca akılı, bunca bilgiyi bu dağın başında bırakamam, diye şaka yapmaktan geri durmadı.
-Bir sultan, bir cahil Yörük kızına muhtaç değildir elbet! Tebaanın ışıltısı, sultanın saf ışığındandır. Siz güneş olmadıkça, ayna ışığını nereden alsın ki?
-Tövbe, seninle laf yarıştırılmaz ay kız!
Kızdan iltifat alan Keykubâd, bu kez damarlarında yırtıcı bir aslanın gücünü duydu adeta. Sağ eliyle uzanıp çalıdan tutundu, sol eli bu arada bir kaya parçasını yakalamıştı. Çalıyı birkaç kez çekip bıraktı, sağlam görünmekteydi… Kendini yeniden geriye çekip dengesini sağladıktan sonra yeni bir çıkıntıya adımını attı. Ancak taş parçası birden kopup uçuruma düşünce, Alâeddin bir ayağı boşta asılı kalmıştı öylece. Kız, Sultan’ın düşmek üzere olduğunu görünce çığlık attı:
-Sultan’ım dikkat edin!
Bütün ağırlığının, kayadan tutunan sol elinde toplanması, Alâeddin’in yüzünün acıyla kasılmasına sebep olmuştu. Hayata, sol elinin gücü, sol ayağının ucuyla bastığı kaya parçasının sağlamlığı derecesinde bağlıydı o anda! Yüzü acıyla kasılmasına rağmen, başını kaldırmış, kendisine dehşetle bakan kıza gülümsemeye çalışmaktaydı bir yandan. O an fark etti ki, burada düşüp ölmekten değil, bir işi beceremediği için kıza rezil olmaktan korkuyordu. Düşüp ölse, kızın aklında beceriksiz olarak kalacağına üzülecekti! Alâeddin ne yapacağını o kısacık anda hesap etmeye çalışırken, yukarda bir gürültü oldu. Muhafız çerilerin kızı yakalayıp geriye attığını, dehşetle Sultan’ı kurtarmak için telaşlandıklarını gördü.
-Sultan’ım, dayanın! Sizi hemen kurtaracağız, Allah aşkına bırakmayın kendinizi!
Sultan durumunda bir değişiklik olmamakla birlikte adamlarına sakince seslendi.
-Korkmayın çerilerim, ben iyiyim! Kızı rahat bırakın! Sakın bana da yardım etmeye de kalkmayın, bu benim has emrimdir!
Adamlar iyice aptallaştı.
-Sultan’ım, Allah aşkına Sultan’ım! Bırakın yardım edelim, bizi de halkı da başsız bırakmayın! Siz burada ölürseniz biz de peşiniz sıra geliriz!
Sultan derin bir nefes aldı daha fazla böyle tutunamayacaktı, ne yapacağına da karar vermişti zaten!
-Olduğunuz yerde kalın! Benim çıkmamı bekleyin… sözünü bitirmeden harekete geçti bile çünkü eliyle daha fazla tutunamıyordu.
Sağ elini hızla çalıya atarken sol elini bırakıverdi! Eliyle çalıyı tuttuğunda hayatla tek bağı, o dal parçasıydı! Vücudu hızla aşağıya düşerken yukarıdaki çığlıkları duyabiliyordu.
Kız,
-Sultan’ım, Sultan’ım! diye bağırıyor, çeriler,
-Allah, Allah! Ya Cabbar! Sultanımızı sen koru!” diye feryat ediyordu.
Alâeddin Keykubâd sağ eli çalıda, sırtı kayalara çarpmış, sol eli havada asılı kaldı öylece! Düşme sırasında tüm yük dal parçasına binmişti bir anda. Alâeddin dalın tel tel çıtırdamasını duydu ki, bu kopma sesi olmalıydı. Aklına şehadet getirmek geldi, yapamadı çünkü dili tutulmuştu. Bir zaman gözleri kapalı öylece asılı kaldı, her an dalın kopmasını bekleyerekten… Dalın kopmadığını fark ettiğinde bir ömür mü yoksa bir an mı geçmişti onu kavramakta zorlandı. Sonra usulca olduğu yerde dönüp sol eliyle de çalıyı yakaladı. Artık dalın kopmayacağından emin olmuştu. Göz ucuyla aşağıya baktığında keçinin yattığı kayanın hemen üstünde durduğunu fark etti. Sağ ayağını uzatıp kayaya dokunduktan sonra, hafifçe kendini bırakıverdi. İki ayağı sağlam kayaya bastığında dizleri titriyordu, oysa bir yandan da başını kaldırmış yukarıdakilere gülümsemeye çalışmaktaydı. Kendine kızdı bu sıra, hâlâ kime yaranmaya çalışıyordu ki, koca bir sultan olarak? Derin bir nefes aldı, göğsünü cenk davulları gibi şişirerek.
-Ben iyiyim, derken hâlâ gülümseme çabasındaydı Keykubad.
İşte o an da, yeniden kızı gördü, kızın eşsiz yüzünü gördü, kızın heyecandan sararan yüzündeki gözlerini gördü, kızın yeşil gözlerindeki korkuyu gördü, kızın kendisini gördüğünü gördü, kendisindeki korkuyu gördü, korkusunun rezil olmaktan geldiğini gördü, gördüğüne sevindi, sevindiğine sevindiğini gördü Alâeddin Keykubad! Sonra ayakları dibindeki keçiye baktı, baktığı keçinin keçi olmadığını anladı, keçinin kaderin bir cilvesi, hayatının düğümü olduğunu fark etti! Keçiyi şefkatle okşadı! Artık ölüm korkusunu atlatmış, iyice kendine güveni gelmişti. Bu kez içten gülmekteydi yukarıdakilere…
Çeriler,
-İzin verin, yanınıza inelim Sultan’ım, diyordu.
Eliyle istemediğini bir sultan edasıyla bildirdi.
-Siz karışmayın bu işi ben ve o kız halledecek! Yörük kızı bana bir ip bul!
Kız tatlı gülüyordu, keçi sevimli gülüyordu, çeriler kaçamak gülüyordu, ağaçlar sessiz gülüyordu, Sultan’ın içi gülüyordu aslında! Derin uçuruma baktı, ölüm kadar uzak, ölüm kadar yabancı geldi Alâeddin’e! Sultan Keykubâd hiç bu kadar hayatı sevmedi, hiç bu kadar yaşama isteği duymadı yüreğinin bir yerlerindeki can çekirdeğinde… Eğer sultanlık ağırlık gerektiren bir meslek olmasaydı, durduğu kaya parçasında öyle bir nara atacaktı ki, içindeki ateşi âleme püskürtebilmek için! Lakin bu sultanlık donunu bir kere giyen, kendi gönlüyle de olsa, canı istediği zaman sıyırıp atamazdı elbette! Sultansan eğer, istediğini değil, senden bekleneni yapardın çoğu kez! Şu anda yaşadıkları öyle bir şey değildi, yukarıdaki Yörük Sultanı isterse, Konya Sultanı, dünyayı önüne sermeye hazırdı. Yörük Sultanı’nın yürüttüğü hüküm ferman, gönül ülkesindeki geçerli tek iradeydi fikrince.
-Yaşadığına inanan bir hiçi, hayret, yola getirdi bir keçi! Kaderin ortasında sanki bir düğüm, keçi kazasından çıkar inşallah bir düğün! sözleri döküldü dudaklarından.
Alâeddin Keykubâd’ın bir şeyler söylediğini duyan çeriler,
-Bir emriniz mi var, Sultan’ım? diye sordular.
Sultan güldü, hâlinden memnundu ki!
-Emrim yok ama bırakın bu işi ben kendi yolumla halledeyim…
Keçiyi severken, üzerine doğru bir ip düştü. Başını kaldırdığında Yörük kızının çömeldiği yerden ipi salladığını gördü. Göz göze geldiklerinde, kendini kızdan alamadı Sultan!
-Sultan’ım, ipin ucunu tutacak mısınız?
Alâeddin, koca Sultan Alâeddin, utandı hâlinden de yavaşça başını salladı “tamam” anlamında…
Önce keçiyi sağlamca bağladı iple.
-Sen bunu yukarı çekebilecek misin ay kız?
-Merak etmeyin Sultan’ım, ben Hınzır’ı çıkarırım, asıl siz çıkabilecek misiniz?
Sultan çıkacağını biliyordu.
-Sen keçiyi çıkar, ben kendim çıkarım. Haydi, şimdi çek!
Keçiyi kucaklayıp kaldırdı, kayadan duvara dayadı, kızın yavaş yavaş yukarı çekmesini seyretti. Nihayetinde hayvan, sahibinin kucağına ulaşınca, Alâeddin Keykubâd kendine sıra geldiğine karar verdi. Dala uzanarak sıkıca tutunduktan sonra, birkaç kez sağa sola salladı, sağlamdı! Kendini duvara çekti yavaşça, sağ ayağını bir çıkıntıya basıp oradan yükseldi. Sol eliyle bir kaya parçasını yakaladı, sonra sol ayağıyla daha yukarı bir yere bastı, tekrar yükselip yeni bir kayadan tutundu. Çıkışı inişi gibi sıkıntılı olmadı, son hamlede kendini kayanın üstüne çekiverdi. Bir an düzlükte sırt üstü yatıp birkaç kez derin nefes alıp verdi. Kucağında keçisiyle kız ile çerileri başına toplanmıştı o sıra. Kaygıyla Sultan’a bakıyorlardı.
-Merak etmeyin bir şeyim yok!
Kızın yüzündeki aydınlığı görmesi, canına can katmıştı Alâeddin’in… Amansız çeriler bile, saygı ve hayranlık duymaktaydı Sultan’a ama her şeyden önemlisi kızın bakışlarındaki hayranlıktı tabii ki!
Sultan, yerden adeta gençleşerek çevik bir hareketle kalktı, yüzü gülüyordu. Hemen çeriler Alâeddin’in üzerine yapışmış kuru otları temizlediler, o ise kızı süzmekteydi. Kız, utangaç ama çekinmeden bakmaktaydı adama.
-Şimdi gözünde sultan olabildik mi Yörük kızı?
Kız başını eğip neredeyse fısıldadı:
-Zaten sultandınız, benim dememle olmadınız ki!
Artık iyice kendine gelen Alâeddin tam bir sultan gibi konuştu:
-Az önce bana bir adamı önce tarttığınızı batmanına göre münasip bir yere yerleştirdiğinizi söylemiştin, benim ağırlığım, benim yerim neresidir şimdi?
Kız, kucağındaki keçisini okşarken muzip güldü, gözlerinde yanıp sönen ışıltılar, Sultan’a Beyşehir Gölü’nün dalgalarını hatırlattı.
-Siz, Uluğ Sultan’sınız efendim!
Bir anda gururla başı dikilen Alâeddin Keykubâd, Kalonoros’un fethinden daha büyük bir sevinç duydu içinde! Demek kız için Uluğ Sultan’dı!
Bir keçi, bir gönül kazandırmıştı Sultan Alâeddin Keykubâd’a! Kızın kucağındaki keçiyi istediğinde, çeriler araya girip kendileri almaya çalıştı. Uluğ Sultan eliyle engelledi adamlarını, kendisi kucağına alıp sevdi Hınzır’ı.
-Bir keçinin bu kadar kıymetli olduğunu bilmezdim! Bu hayvan bana ne çok şey öğretti?
Kız minnetle baktı.
-Sizin için keçi, benim için dosttur o Sultan’ım!
Sultan, divanda konuşur gibi ağırdan aldı.
-Artık benim için de bir dost o!
-Sizi çadırımıza davet etmek isterim efendim.
-Yalnız biz üç kişi değiliz Yörük kızı, aşağılarda bir yerde başka beylerim de var, bilesin!
-Çadırımız dardır ama yüreğimiz otağ kadar geniştir Sultan’ım!
Alâeddin kıza bir kez daha hayretle baktı.
-Ay kız, bunca sözleri nereden bulup çıkarırsın? Tahsil yapmışlığın var mıdır?
-Tahsil istekle, gayretle olur, ariflik içten gelir, Allah vergisidir efendim.
Sultan bir kez daha şaşırmaktan kendini alamadı.
-Eğer burada bu sohbeti daha fazla sürdürecek olursak, tacı tahtı sana devretmemiz gerekecek Yörük kızı!
Kız nezaketle,
-Bizim gibi kul her yerde var ama sizin gibi Uluğ Sultan bir yerde var efendim! dedi.
-Nerdeymiş o?
Kız başını eğdi, cevap vermedi.
-Bunca laf edip bizi talebe eyledin de bir ismini deyivermedin ay kız!
-İsmim Akkız’dır Sultan’ım!
-Pek güzel! İsminle müsemma imişin…
Kucağındaki keçiyi çeriye veren Sultan diğerine,
-Sen de aşağıdaki emirlerimi topla buraya getir! diye emretti.
Bir bölük çadırın yerleştiği yaylaya vardıklarında, Sultan’ın geldiği hemen duyulmuştu. Yörükler şaşkın bir sevinçle karşıladı misafirlerini. Öyle bir telaş yaşandı ki o sıra, kimisi Sultan’ın ayaklarına kurban kesmekte, kimisi eline kapanmakta, kimisi de kendi çadırında ağırlamak için diller döküp, davetler etmekteydi. Kadınlar tef, kazan, tencere, kaşık, zil çalıp türkü söylüyordu:
-Sultan gelmiş obaya, canan gelmiş buraya, oturuverse şuraya, şeref verir tebaaya…
İki sıra halinde dizilen Yörüklerin arasında ilerlerken, Sultan’a yol gösteren Akkız, kendi çadırlarına yönlendirmekteydi.
Direklere kondurulmuş, ön tarafı açık, kara bir çadıra geldiler ki, yoksulluğu apaçık ortadaydı. Tam önüne serilmiş keçenin üstünde oturan kadının misafirleri karşılamak için bir çabası yoktu. İyice yaklaşınca kız mahcup konuştu:
-Annemdir oturan efendim!
Alâeddin keçiyi kurtardıktan sonra kızda ortaya çıkan çekingenliğe şaştı. Önce dobra dobra konuşan kızın şimdi yüzü kızarıyor, efendimsiz hitap etmiyordu. Sultan kadından bir hareket beklerken, kız fısıldar gibi açıkladı:
-Kendisi hiçbir şey görmez efendim, yıllardır.
Bu sırada kadın seslendi:
-Akkız’ım gelen misafirler kimlerdir?
Kız birden canlandı, sanki bu soruyu bekliyordu.
-Anneciğim, Türkmen’in Uluğ Sultan’ı misafirimiz oldu bugün!
Alâeddin Keykubâd’ın gözleri ışıladı. Akkız’ın annesi seslendi.
-Kızım, yardım et de görmeyenin gözü, duymayanın kulağı, Türkmen’in dayanağı, Uluğ Sultan’ı ayakta karşılayayım öyleyse!
Alâeddin duygulandı.
-Demek ki kızının arifeliği anasından gelmededir, diye söylendi.
Sultan hızla yürüyerek kızın kaldırmaya çalıştığı kadını, nezaketle yerine oturtuverdi.
-Türkmen anası, ayağa kaldırılmaya değil, ayakta karşılanmaya layıktır!
Bundan sonrası toy düğün gibi geçti. Ballar, şerbetler, şekerli-şekersiz kımızlar, ayranlar, etler, otlu börekler yenildi, içildi…
Bir ara Alâeddin Keykubâd, Akkız ve anasıyla konuşmak istemişti. Çadırda yalnız kaldıklarında ise, doğrudan muradını söyleyiverdi:
-Ben isterim ki yüce Allah’ın emriyle, ol Resul-ü Zişan Efendi’mizin kavliyle, kızınız has hatunum olsun…
Toros Dağlarına düşen o koyu gölgeler gibi kızın yüzünün hüzünlendiğini görünce, nerede yanlış yaptığını anlayamadı Sultan Alâeddin. Akkız, annesine bakıyordu, bir şeyler söylemesi için. Bir süre susan kadın konuştuğunda, sesi titriyordu:
-Ey Uluğ Sultan, kızımı kendine eş olarak istemen bize öyle büyük bir şeref verdi ki, tarif etmem imkânsız! Ama kızım sözlüdür…
Sultan hiç beklemediği cevap karşısında akrep avulamış gibi irkildi. Farkında olmadan,
-Nasıl, kiminle? diye isyan etti o anda.
-O bizim obadan bir delikanlıyla sözlü. Oğlan, kazanç sağlamak için çıkıp gitti ama üç yıl beklemesini istedi kızımdan, o da kabul etmiştir. Daha iki yıl var verdiği sözün hükmünden çıkabilmesi için…
Alâeddin Keykubâd kızın gözlerinde aradı duyduklarını yalanlayabilecek bir iz. Lakin hüzünle başını eğen kız, bir şey söylemedi. Keykubâd birkaç adım atmaya çalıştı mecalsiz, yürüyemediğini görünce öylece orada kalakaldı. Sonra,
-Ama? diye başladı söze. Akkız’ın anası girdi araya.
-Beni bağışlayın, bir Sultan’ın sözü kesilmez bilirim elbet! Sözü verilmiş bir kızın yolu kesilmez, onu da siz bilirsiniz! Kaldı ki, verilmiş bir sözün aması olmaz!
Kadın susup Sultan’ı dinledi, Alâeddin’den cevap gelmeyince yansız konuşmasını sürdürdü:
-Söze uymayan, cihana sultan olsa, sözüne sadık çoban evladır elbet! Hele bu sultanoğlu sultan ise, kendisi sözünde durmakta emsal olduğu gibi başkasının da sözüne uymasını emretmez mi? Bir sultanın sözünden daha geçerli senet olur mu yalan dünyada?
Alâeddin, çadırın ortasında budanmış ağaç gibi elsiz, kolsuz, yalın bir yalnızlıkta kalakaldı. İsterdi ki kör kadın şu anda yaşadığı çaresizliği görsün de, söylediği çelik gibi yansız sözlerden pişman olup açık kapı bıraksındı. Yeniden Akkız’a dönüp medet umdu, annesinin dediğini yalanlasın istedi ancak kız kaldırıp başını bakmadı bile, ordular bozmuş koca Sultan’a! Boğazı düğümlenen Sultan hiçbir şey diyemedi, beklemek için iki koca yıl varken, kavuşmak için küçük bir yol yoktu önünde…
Veda etmeye hazırlanırlarken, Alâeddin, içine çöreklenmiş engerek soğukluğundaki derin kederi görmezlikten gelerek sahte bir neşe gösterdi.
-Nerde Hınzır? Nasıl oldu, durumu iyi mi bari?
-Beli, Sultan’ım! Bacakları incinmişti, sardık, şimdi keyfi yerine geldi.
-Akkız, bu keçiyi yani Hınzır’ı bana satar mısın?
-Hayır Sultan’ım!
Kız durup adamın gözünün içine bakarken orada bulunan herkes susmuş, Sultan’ın hiddet göstermesini bekliyordu. Kız soğukkanlılığıydı hâlbuki.
-O benim arkadaşım, satamam! Ama size hediyem olsun!
Sultan olgunlukla gülümsedi.
-Bundan sonra benim has arkadaşlarımdan olacak.
Küçük obadan ayrılırken, Sultan Ferraş namındaki hizmetlisini yanına çağırıp bir şeyler emretti.
Alâeddin Keykubâd, Konya’ya döndüğünde, Ferraş, koca bir sürü keçiyi Akkız ve annesine hediye olarak çoktan göndermişti bile. Hınzır ise çok yemekten çatlayıp ölene kadar, dünyanın en rahat hayatını sürmüştü Sultan Sarayı’nda…