O güne kadar yalnızca kâğıt üzerinde bir fikirden ibaret olan ama sadece bu savaşı değil, bundan sonra yaşanabilecek bütün savaşları daha başlamadan bitirebilecek güçte bir bomba.
Onun yapımında bulunan pek çok bilim insanının ortak görüşü az çok bu yöndeydi.
Atom Bombasının ardında yatan bilimsel başarı, yarattığı yıkıcı etkinin gölgesinde kalmış sırlarla dolu bir öyküye sahip.
Sadece Atom Bombası üretmek için bilimsel keşiflerle dolu olan bir yarışın hikayesini değil, insanlığa ait etik değerlerin ve kendi doğasının da sınandığı tarihi bir konuyu ele alacağız.
İkinci Dünya Savaşı’nda Atom bombası üretmek için girişilen yarışı, Oppenheimer ve Manhattan Projesi’nin heyecan dolu hikayesini konuşmaya başlamadan önce, kanalın daha çok kişiye ulaşabilmesinde bana yardımcı olmak için, videoyu şimdiden beğenmeyi ve yorum yapmayı unutmayın!
Birinci Dünya Savaşı’ndan yenik ayrılmış olmasına rağmen, Almanya yıllardır bilimsel ve teknolojik gelişmelerin başını çektiği bir ülkeydi.
1920’li yıllarda ülke genelinde bulunan pek çok üniversitenin Doğa bilimleri ve matematik bölümlerinde, Albert Einstein, Max Born, Max Planck ve Niels Bohr gibi sadece o zamanların değil ama belki de tüm zamanların en iyi bilim adamları ders veriyorlardı.
Bu dersleri alanlar arasında ise geleceğin başarılı isimleri olacak olan Julius Robert Oppenheimer, Werner Heisenberg ve Enrico Fermi gibi genç beyinler bulunuyordu.
Heisenberg 1922’de Göttingen Üniversitesi Fizik Bölümü Başkanı olan Max Born’un asistanı olarak çalışmaya başlamış, 3 yıl sonra birlikte kuantum mekaniğinin matris mekaniğini formülize eden bilimsel makaleler yayınlamışlardı.
Oppenheimer 1921’de 17 yaşındayken Harvard Kolejine girmiş, burada fizik ve kimya çalışmanın yanında, tarih, edebiyat ve felsefe konularıyla da ilgilenmiş, Latince ve Yunanca öğrenmişti. Dört yıllık eğitimi üç yılda başarıyla tamamlayarak parlak bir öğrenci olduğunu ispatladı.
1946 yılında yüksek basınçları konu alan araştırmaları sebebiyle Nobel Fizik Ödülü’ne layık görülecek olan deneysel fizikçi Percy Williams Bridgman’dan okulda aldığı bir termodinamik dersi sonucunda kendisinden oldukça etkilenmiş olarak, deneysel fiziğe ilgi duymaya başlamıştı.
Bunun sonucunda eğitimini İngiltere Cambridge’de bulunan Christ’s Kolejin kadrosuna geçerek, Atomik ve Nükleer Fiziğin babası olarak adlandırılan ve 1908 yılı Nobel Kimya Ödülü sahibi olan Ernest Rutherford’un yanında sürdürmek istemişti ama Rutherford onu reddetmişti.
Yine de okula girmeyi kafasına koyan Oppenheimer şansında ısrar etmiş, sonunda elektronun kaşifi olarak bilinen, 1906 Nobel Fizik Ödüllü Rutherford’un hocası J. J. Thomson kendisini kabul etmişti.
Ancak tüm istek ve arzusuna rağmen burası kendisi için hayal kırıklığı olmuş ve depresyona girmişti.
Deneysel fizikte pek başarılı olamayan Oppenheimer 1926’da İngiltere’den ayrılarak, doktorasını yapmak için Almanya’ya Max Born’un yanına geldi. Oppenheimer İngiltere’deki kötü deneyimini arkasında bırakmış ve Göttingen Üniversitesi’nde yaptığı doktora süresi boyunca 15’e yakın bilimsel makale yayınladı.
1927’de Leipzig Üniversitesi fizik profesörlüğüne getirilen Heisenberg de bu süre zarfında çalışmalarını ilerletmiş, kuantum mekaniğine olan katkılarından dolayı 1932 yılında, Nobel Fizik Ödülü’ne layık görülmüştü.[1]
1930’lu yıllar işte bu şekilde özellikle teorik fizik alanında çalışmalar yapan başarılı bilim adamlarının, atomun derinliklerine yaptıkları çalışmalarla sürdü ancak; bir süre sonra işler değişecekti.
1933 senesinin 30 Ocak tarihinde, Adolf Hitler, Almanya’da iktidara gelmişti.
Mart ayında, Hitler’e parlamentonun müdahalesi olmaksızın kanun çıkarma imkanı veren “Yetki Kanunu” çıkarıldı.
Nisan ayında Hitler hükümeti ilk yahudi karşıtı yasayı yürürlüğe koydu.[2]
Profesyonel Kamu Hizmetinin Yeniden Yapılandırılmasına İlişkin Kanun’un amacı açıktı:
“Aryan ırktan gelmeyen devlet memurları emekliye sevk edilir; fahri devlet memuru olmaları halinde görevlerine son verilir.”
Çıkarılan bu kanundan, devlet kurumu olan üniversitelerde çalışan pek çok bilim insanı etkilenmiş ve ülkede bulunan fizikçilerin en az %25’i işten atılmışlardı.[3]
Ülkeden kesin olarak ayrılanlardan birisi bilim dünyasının en ünlü fizikçisi Einstein’dı. Bir diğeri kendisinin bir dostu ve iş ortağı olan fizikçi Leó Szilárd’dı.
Szilard’ın hayatındaki en önemli olay, hiç kuşkusuz Berlin’den kaçarak gelmiş olduğu İngiltere’de gerçekleşti.
O zamana kadar elementlerin atomları içerisinde bulunan enerjiyi açığa çıkarabilmenin imkansız olduğu düşünülüyordu.
Henri Becquerel’in uranyum üzerinde yaptığı çalışmalarla keşfedilen, Pierre ve Marie Curie’nin radyum üzerinde yaptığı çalışmalarla da kanıtlanan radyoaktivitenin ilk başlarda aslında pasif bir süreç olduğu düşünülmekteydi.
Çekirdeği kararsız radyoaktif elementler içerisinde bulunan atomların, hiçbir dış etkiye bağlı kalmaksızın, rastgele olarak kendiliğinden ışımalar yapması yoluyla başka çekirdeklere dönüşmesi olarak açıklanan ve doğal bir süreç sonucunda oluştuğu kabul ediliyordu.
Her ne kadar gelecekteki teknolojik gelişmeleri anlattığı kitaplarıyla bilim kurgu dalında eserler yazmış olan H. G. Wells, 1914 yılında The World Set Free isimli romanını yayınlamış ve kitapta atom bombasının kullanılması tasvir edilmiş olsa da, atom bombası yapabilmek için gereken zi̇nci̇rleme reaksi̇yonu kontrol edebilmenin henüz hiçbir yolu yoktu.
Nükleer fi̇zi̇ği̇n babası kabul edilen Rutherford, 11 Eylül 1933 tarihinde Britanya Bilimsel İlerleme Kurumu yıllık toplantısında yaptığı konuşmasında “Şu anda elimizde bulunan araçlarla ve mevcut bilgilerimizle atom enerjisinden yararlanabileceğimizi söyleyenler boş konuşuyor” demişti.[4]
Sonuçta Wells bir bilim kurgu yazarıydı.
Rutherford ise 1911 yılında atom çekirdeğini keşfeden nobel ödüllü bir bilim adamı…
Szilárd Rutherford’un konuşmasına bizzat giderek dinlemek istemişti ama o gün hasta olduğu için ancak ertesi gün gazetede çıkan haberi okumakla yetinmek zorunda kalmıştı.[5]
Atomun içerisinde barındırdığı enerjiyi açığa çıkarmanın bir yolunu bulmak üzere düşünen Macar bilim adamı, bir iki hafta sonra, karşıdan karşıya geçmek için trafik ışıklarında beklerken ve nihayet yeşil ışık yanıp karşıya geçtiğinde “eğer nötronlar tarafından parçalanabilen ve bir nötron soğurduğunda iki nötron yayan bir element bulabilirsek, böyle bir element yeterince büyük bir kütlede bir araya getirilirse, zincirleme bir reaksiyonu sürdürebilir” diye düşündü.
Sorun o ki, böyle bir elementin var olup olmadığını kendisi dahil henüz kimse bilmiyordu.
Ta ki, Aralık 1938’e kadar…
Alman kimyager Otto Hahn ve asistanı Fritz Strassmann, bir Alman Doğa Bilimleri dergisinde uranyum atomunu nötron bombardımanına tuttuktan sonra başarıyla baryum elementi elde ettiklerini bildiren bir makale yayınladılar.[6]
Nükleer fisyonun keşfi haberi bilim dünyasında hızla yayılmıştı.
Avrupa’daki Yahudi karşıtı ırkçı yasalar sebebiyle farklı ülkelere göç edenler arasında İtalyan fizikçi Enrico Fermi de bulunuyordu.
Fermi, ki kendisi de Göttingen Üniversitesi’nde Max Born’un yanında bir yıl eğitim görerek, burada Werner Heisenberg ve Pascual Jordan ile tanışmıştı, yaptığı araştırmalar sonucunda, 37 yaşındayken 1938 yılı Nobel Fizik ödülüne layık görüldü.
14 Temmuz 1938’de kabul edilen İtalyan Irk Manifestosu’nun Yahudi eşi Laura’yı etkilemesi nedeniyle ailesi ile birlikte 2 Ocak 1939’da New York’a taşınmıştı.
Columbia Üniversitesi’nde ders verecekti.
Bu sırada Haziran ve Temmuz aylarında Alman Profesör Heisenberg de Amerika’ya giderek bazı üniversitelerde dersler vermiş, buradaki bilim adamları, kendisinin Almanya’yı terk etmesi ve Amerika’da kalması yönünde ikna etmeye çalışsalar da, Heisenberg bu düşünceye sıcak bakmamıştı.
1939 yazında Szilárd ve Fermi yaptıkları deneylerde, doğru element ile zincirleme nükleer reaksiyonun mümkün olduğunu kavradılar.
Bilim adamları, eğer Hitler ve Mussolini’nin atom bombası üretmeyi başaracak olurlarsa, ortaya çıkabilecek tehlikeden çok korkmuşlardı.
Korkmakta da haklıydılar!
Alman bilim adamları, nükleer fisyonun keşfedilmesinden sadece birkaç ay sonra, Nazi Ordusunu geliştirilebilecek nükleer silahlar hakkında bilgilendirmişlerdi.
Fermi ve Szilárd’ın konuyla ilgili Washington ile temasları pek bir sonuç getirmemişti.
Szilárd sonunda konuyu Einstein’a bildirdi. Onun dünya çapında tanınmışlığını kullanarak işlerin daha hızlı yürüyeceğine inanıyordu.
Einstein, 28 Aralık 1934 tarihinde yaptığı konuşmada atomları nötron bombardımanına tutmayı karanlıkta kuş avlamaya benzetmişti[7] ama bundan yıllar sonra Amerikan Başkanı Roosevelt’e hitaben Szilard ile birlikte bir mektup kaleme aldılar.
Fizikte elde edilen son gelişmelerin, zincirleme nükleer reaksiyon oluşturmayı mümkün hale getirdiğini ve bunun bomba yapımına yol açabileceğini, Almanya’nın ele geçirdiği Çekoslovakya madenlerinden uranyum satışını fiilen durdurduğunu yazıyordu.
Naziler muhtemelen işin kokusunu almışlardı.
Ağustos’ta yazılan mektup, Almanya’nın 1 Eylül 1939 tarihinde Polonya’yı işgal etmesi ile başlayan İkinci Dünya Savaşı’nın sıcak gelişmeleri yüzünden, Amerikan Başkanı Roosevelt’e Ekim ayında ancak ulaştırılabilmişti. Roosevelt mektuptan etkilenmiş, bunun sonucunda Uranyum Danışma Komitesi (Advisory Committee on Uranium) kurulmuştu.
Böylece Almanya’dan sonra Amerika da Atom Bombası yarışına katılmıştı ama bahsetmemiz gereken bir ülke daha vardı: Japonya!
Diğer ülkelere nazaran Japon Nükleer Silah Programı hakkında daha az bilgimiz bulunuyor.
Japon Atom Programının önde gelen ismi, Niels Bohr’un yakın çalışma arkadaşı ve Albert Einstein’ın çağdaşı olan bilim adamı Yoshio Nishina’ydı. 1949 yılında Nobel Ödülü alan ilk Japon fizikçi olacak olan Hideki Yukawa da daha sonra ona katılacaktı.
Asya’nın 20. yüzyıldaki endüstri ve bilimsel gelişmenin lideri olan bu ülke, bir atom bombası geliştirmek için gerekli olan şartları sağlayabilmek için kendisine has sorunları barındırıyordu.
İlk olarak atom bombası geliştirebilmek için görevlendirilebilecek, Amerikan, İngiliz veya Avrupa’dan kaçarak mülteci olarak gelen bilim adamı ve mühendisler kadar, sayıca yeterli eğitimli kişilere sahip değildi.
Bu nükleer silah üretiminde teknik yetersizliğe sebep oluyordu. Mesela, sadece uranyum zenginleştirmek için termal gazla çalışan bir ekipman oluşturmaları 18 ay sürmüştü. Benzer bir ekipmanı Amerikalılar sadece birkaç hafta içinde geliştirildi.
Yine de Nisan 1941’de RIKEN Enstitüsü’nde kurulan Nükleer Araştırma Laboratuvarında 100’den fazla araştırmacı bulunuyordu.
Japonya’nın en büyük sorunu aslında bu bile değildi.
Coğrafi olarak bir ada konumunda bulunan Japonya’nın atom bombası yapabilmek için çok az miktarda uranyum kaynağı vardı. Japonlar Kuzey Kore’deki Konan’da uranyum madenciliğine başlamışlar ama Ağustos 1945’te maden ve araştırma tesisi Sovyetler tarafından ele geçirilmişti.
Atom Bombası için yarış başlamıştı başlamasına ama savaşın her iki tarafında da işlerin gerçekten çok yavaş yürüdüğü söylenebilir. Hem Almanların hem de Amerikalıların atom bombası ve nükleer enerji çalışmaları daha çok bilim adamlarının bireysel uğraşları olarak ilerlemeye bırakılmıştı.
7 Aralık 1941’de Japonlar Pearl Harbor’a baskın yapmış ve sadece 4 gün sonra Hitler Amerika’ya savaş ilan etmişti. Amerika olası bir atom bombası üretme fikrini bir kez daha düşünmeye başlamıştı.
Bilim adamları ancak 1942 yılının başlarında çalışır bir reaktör inşa edebildiler ve başarılı bir şekilde kontrollü zi̇nci̇rleme reaksi̇yon oluşturabildiler.
Reaksiyon sadece bir ampule güç verecek kadar enerji üretmiş olsa da, bu an tarihte ileriki yıllarda nükleer enerji üretimi için bir model sunan ve kendi kendine devam eden bir nükleer reaksiyonun ilk örneği oldu.
Haziran 1942’de Alman Silahlanma Bakanı Heisenberg’den rapor istediğinde, bombanın 1945’ten önce yapılamayacağını, çünkü bunun önemli miktarda parasal kaynak ve personel gerektirdiğini söylemişti.
O sırada Alman ordusunun yürüttüğü nükleer silah programında yaklaşık 70 bilim adamı çalışıyordu ama Heisenberg’in gerçekçi tahminleri sonrasında, ordu finansmanının çoğunu geri çekmiş, projedeki bilim adamları da daha acil işlere yönelerek, uygulamalı nükleer fisyon üzerinde çalışan bilim adamlarının sayısı önemli ölçüde azalmıştı.
Yine de Amerikanlar Almanların atom bombasına ne kadar yakın olduklarını bilmedikleri için, giriştikleri bu yarışta öne geçebilmek adına durmaksızın çalışmaya devam ettiler.
Ağustos 1942’de proje Amerika Birleşik Devletleri Ordusuna devredilerek, New York’ta Manhattan Bölge Mühendisleri Birimi kuruldu.
Birimin başına Pentagon’un inşası da dahil olmak üzere bir dizi büyük ölçekli projeyi yönetmiş Amerikan Ordu Mühendislerinden Tuğgeneral Leslie Richard Groves getirilmişti.
Projenin başına getirildikten sonra pek çok üniversiteden bilim adamı ile konuştu ve gerekli yerleri tespit etti fakat anlaşılacağı gibi Groves aslında mühendis bir askerdi.
Dünya tarihinde daha önce görülmemiş bir bomba yapmak için son derece gizli bir projeye dahil olacak bilim adamlarının, sadece konuyu bilmesi yetmiyordu.
Projenin bir de politik ve güvenlik yönü de vardı.
Mümkünse az konuşan, çalışması kolay, diğer dahi bilim adamlarına söz geçirebilecek ve yüzlerce kişinin çalıştığı bir laboratuvar yönetebilecek bir bilim adamı seçmeliydi…
Pek çok tavsiyenin aksine, Groves Julius Robert Oppenheimer’ı seçti!
Generalin bu seçimi pek çok kişiyi kaygılandırmıştı. Oppenheimer’ın eşi ve baldızı komünistti. Kariyerinde daha önce bir proje yöneticiliği bulunmuyordu. Hatta bir Nobel ödülü bile sahip değildi!
Buna rağmen Oppenheimer’da kimsenin görmediği bazı şeyler sezmiş olmalı…
Oppenheimer’ın derin fizik bilgisinin yanında, sahip olduğu bu bilgileri başkalarına aktarmasındaki başarı Groves’u etkilemişti.
Oppenheimer projenin bilim liderliğini üstlenecekti.
28 Aralık 1942’de, Başkan Roosevelt projeyi onayladıktan sonra Manhattan Projesi de resmen başlamış oldu.
Yapılacak ilk iş, elbette projenin yürütüleceği konumları belirlemek olacaktı.
P.O. Box 1663
Santa Fe’ye bağlı bu posta adresi aslında gizli bir yerin adresiydi.
Oppenheimer projenin silah araştırmalarının yapılacağı yer için, çocukluğunda ata binerek bir süre geçirmiş olduğu New Mexico’nun uçsuz bucaksız arazisini seçmişti.
Harita üzerinde bulunmayan Los Alamos’a projede çalışanların aileleriyle yaşayabilecekleri gizli bir şehir inşa edildi.
Groves uranyum zenginleştirmesi için yapılacak olan tesis için Oak Ridge, Tennessee’yi, U-238 uranyum izotopundan plütonyum üretmek için ise son olarak Hanford, Washington’u seçmişti.
Projede yer alanların büyük bir gizlilikle çalıştığını söylememize gerek yoktur sanırım.
Basitçe anlatmak gerekirse, bir atom bombası yapmak istiyorsak, yeterli miktarda zenginleştirilmiş uranyum veya plütonyum elementini, nötron kaynağı olarak kullanılabilecek örneğin berilyum elementi ile bir araya koyarız. Böylece kararsız bir malzeme ortaya çıkar ki, berilyum elementinden ayrılan nötronlar diğer elementlerin atomları ile rastgele etkileşime girmeye başlar.
Sorun şu ki, bombayı patlatmak istediğimiz ana kadar, kritik kütleyi sağlayacak miktarda malzemeyi bir araya getirmek istemiyoruz.
Yapacağımız bomba bir şekilde yeterli miktarda kritik kütleyi içerisinde barındırması gerekiyor ama biz istediğimiz yani bombayı patlatacağımız ana kadar birbirleriyle etkileşime girmelerini engellemeliyiz.
Peki bunu nasıl yapabiliriz?
Bilim adamları bunu gerçekleştirebilmek için iki farklı teori ortaya attılar.
Bunlardan ilki bombayı bir top şeklinde tasarlamak.
Topun bir ucunda bulunan az bir miktardaki uranyum veya plütonyum, diğer uçtaki malzemeye doğru giderek çarpacak ve kritik kütleyi oluşturarak atom bombasını patlatacak.
İkinci teori ise biraz daha karmaşık.
Küre şeklinde hazırlanmış olan uranyum veya plütonyum elementlerinden bir çekirdek, patlayıcılar yerleştirilmiş bir diğer katman içerisine konacak. Patlayıcılar infilak ettiğinde, içeride bulunan malzemeyi sıkıştırarak kritik kütleyi oluşturacak ve sonunda atom bombasını patlatacak.
Bu iki bomba tasarımından herhangi birisi teoride çalışabilir gibi olsa da, pratikte hangisinin gerçekten işe yarayacağı yapılana kadar bilinemezdi.
Takvim yapraklarında günler geçtikçe, Oppenheimer ve Manhattan Projesi atom bombasında sonuca doğru başarıyla ilerlerken, İkinci Dünya Savaşı da bütün hızıyla sürmekteydi.
6 Haziran 1944’te Amerika Alman işgali altında bulunan Fransa’nın Normandiya bölgesine çıkarma yapmış, Müttefik Kuvvetlerin Almanya’ya karşı savaşta başarılı olacağı az çok belli olmaya başlamıştı.
Eğer mutlak kötülüğün temsili görülen Hitler ve Nazi Almanya’sı savaşta yenilirse, atom bombası kullanmaya gerek kalmayabilirdi.
Bazı bilim adamları, Amerika’da geliştirilen atom bombasına ihtiyaç olmamasına rağmen kullanılırsa eğer, bundan sonra tüm dünyada nükleer silahlanmaya yol açacağı düşüncesiyle karşı çıkmışlardı.
Bu düşünceyle, bir zamanlar Amerikan Başkanına mektup yazmış olan Einstein ve Hollandalı bilim adamı Niels Bohr, Roosevelt’e giderek, geliştirilecek olan silahın kullanımının uluslararası düzeyde denetlenmek ve dünya barışını koruyabilmek adına konuyu Müttefik Devletlerle paylaşmasını istediler.
Roosevelt’in aklına yatmıştı. Konu Birleşik Krallık Başbakanı Churchill ile konuşulduğunda ise, bu fikri kabul etmemişti.
Einstein ve Bohr bir girişimde daha bulunmuşlardı ama Roosevelt’in 14 Nisan 1945’te ani bir şekilde ölümü, bu girişimleri sonuçsuz bırakmıştı.
30 Nisan 1945’te Hitler intihar etti.
7 Mayıs günü Almanya teslim belgesini imzalayarak, koşulsuz teslim oldu.
Müttefikler Avrupa’da zafer ilan etmişlerdi.
Naziler yenilmişti…
Ama atom bombasının yapımı, gizli bir şekilde devam ettirildi.
Temmuz ayına gelindiğinde, ilk bombanın yapımı bitmişti.
New Mexico Los Alamos’un birkaç yüz kilometre güneyinde bulunan ve İspanyol sömürge askerlerinin Ölü Adamın Yolu (Jornada del Muerto) dedikleri yer, insanlık tarihinde ilk atom bombasının patlayacağı yer olarak belirlendi.
Trinity Testinin yapılabilmesi için en iyi hava tahminleri 18-21 Temmuz tarihleri arasını gösteriyordu ama Başkan Truman neticeyi 17 Temmuz’da başlayacak olan Potsdam Konferansından önce bilmek istiyordu.
Testin 16 Temmuz 1945 günü Amerika saatiyle sabah 4’te yapılması planlandı.
Çalışanların “The gadget” yani alet olarak isimlendirdikleri bomba, 30 metre yükseklikte bir kulenin tepesine yerleştirildi.
9 kilometreden biraz daha fazla uzaklıkta 3 gözetleme barınağı inşa edilmişti.
Kuzey barınağında ölçüm cihazları bulunuyordu.
Batı barınağı patlama anını kaydedecek olan fotoğraf ve hareketli resim kameralarıyla donatılmıştı.
Güney barınağında ise projenin geliştiricileri, bilim adamları ve elbetteki Oppenheimer bulunuyordu.
Saatler 4’ü gösterdiğinde yağmurlu hava yüzünden deney ertelenmişti.
5’i 10 geçe 20 dakikalık geri sayım başladı.
Nefeslerini tutmuş, olacakları merak eden herkes mutlak bir sessizlik içerisinde beklemeye başlamıştı.
Bomba 5’i 29 geçe infilak ettiğinde, bir süre daha devam eden bu sessizlik çok fazla sürmedi.
Atom bombası artık gerçekti…
Trinity Testinin direktörü Bainbridge, Oppenheimer’a yaklaşarak “Şimdi hepimiz o*** ç****” demişti.
Ertesi gün Almanya’da toplanan Potsdam Konferansı, Üç Büyükler denilen Amerika, İngiltere ve Rusya liderlerini bir araya getirdi.
Amerikan Başkanı Truman, 24 Temmuz akşamı Stalin’e tercümansız bir şekilde yaklaşmış ve ellerinde “olağanüstü yıkıcı güce sahip yeni bir silah” bulunduğunu söylemişti.
Stalin Truman’ın söylediklerine aşırı bir ilgi göstermemişti.
Bunun sebebi sonradan anlaşıldı.
Sovyet istihbaratı, 1941 sonbaharından beri Amerika’nın Atom bombası programı hakkında bilgi sahibiydi!
Atom bombasının Japonya’ya karşı kullanılmasına ilişkin kesin karar, bu konuşmanın ertesi günü 25 Temmuz’da verildi.
Üzerinde karar verilemeyen tek konu ise bombanın hangi şehire atılacağıydı.
Bombalar hazır olur olmaz, Hiroşima, Nagasaki, Kokura ve Niigata’dan oluşan hedeflerin, hava tahminlerinin elverişli gösterdiği 3 Ağustostan sonra, hangi şehrin bulutlar tarafından gizlenmediğine bağlı olarak saldırı gerçekleştirilecekti.
Oppenheimer emri altındaki bir grubu birinci tasarımı yapmak için, bir diğer grubu ise ikinci tasarımı yapmak için harekete geçirdi.
6 Ağustos 1945 günü Amerika saatiyle saat 2’de Pasifik okyanusundaki Tinian adasından kalkan uçak, Uranyum içeren Little Boy – Küçük Çocuk isimli bombayı taşıyordu.
Bomba 6 saatlik bir yolculuğun sonunda Japonya Hiroşima kenti üzerine bırakıldı.
On binlerce kişi o an, buharlaşarak yaşamını yitirdi.
On binlerce dahası ise günlerce can çekişerek, aylar sonra hayatlarını kaybettiler.
Amerikan hükümeti, Japonya’dan koşulsuz teslim olmasını istedi.
Japon Ordusu bunu reddetti.
Sonraki hedef olarak Nagasaki seçilmişti.
Plütonyum içeren Fat Man – Şişman adam 9 Ağustos 1945 tarihinde Nagasaki’ye atıldı.
Yüz binlerce insan daha yaşamını yitirdi…
Ordunun reddetmesine rağmen Japon İmparatoru teslim olduğunu açıkladı.
Atom bombası, İkinci Dünya Savaşı’nı bitirmişti.
Ama ne pahasına…
Bombanın üretilmesi ve kullanılmasının insanlık tarihinde yeni bir sayfa açtığı muhakkak.
Oppenheimer dahil pek çok bilim adamı nükleer silah kullanımının doğurduğu yıkıcı sonuçları görmüş, yeni silahların geliştirilmesine karşı cephe almıştı.
Dahası Sovyetler Birliği beklenenden çok daha önce, 1949 yılında ilk atom bombası denemesini yapınca, daha önceden komünist olmasıyla fişlenmiş olan Oppenheimer, “Soğuk Savaş” yürüten FBI tarafından olası bir ihanet suçlamasıyla, sürekli soruşturmaya tabi tutulmuştu.
Savaşı ve küresel çapta bundan sonraki olası savaşların hepsini daha başlamadan durdurabileceği düşünülen Atom Bombasının yıkıcı gücü, 1950’lerde kendisinden binlerce kat daha güçlü olan Hidrojen Bombasının yapımı ile aşılmıştı bile.
Evet! “Atom Bombasının babası” Oppenheimer Hidrojen Bombasının yapımına karşı çıkmıştı.
Savaş sonrasında Oppenheimer yeni kurulan Birleşik Devletler Atom Enerjisi Komisyonu’nun Danışma Komitesi Başkanlığından istifa etmeye zorlanarak, güvenlik izinleri iptal edildi.
Oppenheimer’ın ulusal bir kahraman olarak öne çıkan geçmiş kariyeri ve geleceği tehlikeye girmişti.
İsmini temizlemek adına bir duruşma talep etti.
Daha sonra ortaya çıkan kayıtlarda görüldü ki, mahkeme adaletli bir yargılamadan çok, bilim adamının kariyerini bitirmeye yönelik bir düzmeceden ibaretti.
Oppenheimer 1965 yılı bir televizyon programında, kutsal sayılan bir Hindu metni olan Bhagavad Gita eserinden alıntılar yaparak, atom bombası üzerine olan düşüncelerini, şöyle açıklayacaktı:
“Şimdi ben, dünyaların yok edicisi ölüm oldum.”
Kısa bir süre önce gösterime giren Oppenheimer filmini izlemeye gittiyseniz ya da gidecekseniz, bu içeriğin, filmi anlamanıza olan katkılarını yorumlara yazmaya unutmayın!
Kaynakça:
[1] Werner Karl Heisenberg. The Nobel Prize in Physics 1932
[2] Gesetz zur Wiederherstellung des Berufsbeamtentums, Reichsgesetzblatt vom 7. April 1933, s. 175
[3] Alan D. Beyerchen, Nazi Döneminde Bilim – 3. Reich’da Üniversite, çev: Haluk Tosun, Alan Yayıncılık, İstanbul, Ekim 1985, s. 53
[4] “Rutherford Cools Atom Energy Hope”, by Waldemar Kaempffert (Special Cable to The New York Times; Dateline September 11), 12 Eylül 1933, New York Times, s. 1
[5] William Lanouette ve Bela Silard, Genius in the Shadows: A Biography of Leo Szilard, the Man Behind the Bomb, Prentice Hall & IBD, Birinci Basım, 1992, s. 132
[6] O. Hahn ve F. Strassmann, “Über den Nachweis und das Verhalten der bei der Bestrahlung des Urans mittels Neutronen entstehenden Erdalkalimetalle”, Naturwissenschaften, Cilt 27, Numara 1, 6 Ocak 1939, s. 11-15
[7] “Atom Energy Hope is spiked by Einstein”, The Pittsburgh Post-Gazette, 29 Aralık 1934, s. 1