Yazar: İbrahim Kafesoğlu
26 Ağustos 1071’de Malazgirt ovasında cereyan eden büyük muharebenin ehemmiyeti herkesçe malumdur. O zamana kadar Orta doğuda yenilmez bir kuvvet olarak bilinen Bizans’ın çıkarabildiği en kalabalık ordunun çöküşü ile sonuçlanan muharebenin Türk, İslam ve dünya tarihi yönlerinden değeri birçok araştırmalarda belirtilmiştir. Ancak bunlar daha ziyade savaşın neticelerini tespit noktasında toplanmaktadır, Gerçek amiller iyi anlaşılmadıkça da tam bir değerlendirmenin yapılamayacağı aşikardır. Bilindiği üzere, milletler arası savaş münasebetlerinde bütün insan kütleleri için geçerli olan umumi sebepler (üstünlük kazanma, büküm yürütme, şan ve şeref sahibi olma veya bir inanç, felsefi düşünce vb…) vardır ve bunun yanında birtakım hususi: şartlar da yer alır. Malazgirt muharebesinin hususi şartları olarak, Selçuklu imparatorluğunda başarı ile tatbik edilen Türkmen göçleri meselesi ile, Anadolu kıt’asının bilhassa bozkırlı Türkler için taşıdığı hayati imkanlar tarafımızdan açıklanmaya çalışılmıştı. [1] Fakat bütün tarihimiz için karakteristik siyaset ve fütuhat telakkisi bakımından yorumlanamaması bu büyük Türk hamlesinin asıl kıymetini takdirde güçlük yaratmıştır. Bunun en iyi belirtisi savaşın bir tesadüf neticesi vuku bulduğu yolundaki yanlış görüştür.
I
Bu görüşe daha o çağ Bizans tarihçilerinden bazılarında rastlanır. Mesela N. Bryennios’un bir kaydında, zaferi müteakip Türkmen kuvvetlerinin Anadolu’yu fethe başlamaları dolayısıyla, Alp Arslan-Diogenes antlaşmasının Türkler tarafından bozulduğu iddia edilmektedir [2] ki, bunda savaşın Anadolu için yapılmadığı düşüncesi gizlidir. Diğer Bizans tarihçisi Anna Koronena’nın, babası imparator Aleksiyos I Komnenos adına yazdığı Alexiad isimli eserinde de Anadolu’nun Türkler yönünden bir kıymet ifade etmediği fikrini uyandıracak mahiyette iddialar ileri sürülmüştür. Ona göre, Anadolu fethini fiilen gerçekleştiren Büyük Sultan Melikşah, İznik’te bulunan Ebu’l Kasım’ın[3]siyasi emellerine yardım etmediği takdirde imparator Aleksiyos’a bütün “Asya”yı ve Antakya’yı terk edebileceğini, hatta imparator uygun görürse Komnenoslarla Selçuklu hanedanı arasında sıhriyet kurulmasının Türk-Bizans dostluğuna alamet sayılacağını bildiriyordu [4]. Yani Anadolu, Marmara kıyısında oturan bir kumandanın Büyük Selçuklu imparatorluğuna karşı cephe almasını önlemek için feda edilmeye hazır bir ülke idi!
Malazgirt zaferinin bir tesadüf eseri olduğu ve muharebenin Anadolu kıt’ası ile ilgisi bulunmadığı hususunda zamanımız Batılı tarihçileri de fikir birliği halindedirler. Şimdiye kadar aksi görüşte olan bir araştırıcı çıkmamıştır. Daha 1913’de, Türk-Bizans münasebetlerini, meşgul olduğumuz devre ait bütün Doğu ve Batı kaynaklarını gözden geçirerek tespite çalışan J. Laurent Malazgirt savaşı dolayısıyle Bizans’ın Türklere arazi terk ettiğine inanmadığını söylemiş ve bu kanaatini takviye etmek üzere kendinden önce gelen birçok tarihçi bulmuştu [5] . Ünlü Bizans tarihi araştırıcısı A.A. Vasiliev de “Bizans’ın Türklere toprak vermesi ihtimalinin zayıf olduğunu” kaydettikten sonra şöyle demiştir: “Gerek Türkler, gerek Bizans kendilerini antlaşmaya bağlı saymadılar. Türkler Anadolu’daki Bizans vilayetlerini yağmalamak için her fırsattan faydalandılar» [6]. P. Wittek aynı görüşü daha açık şekilde ifade etmiştir: “Oğuzları yarımadanın (Anadolunun) tamamını aşarak Konstantiniye’nin karşı yakasına götüren bu ilerleme Selçuklu sultanınca ne tahmin, ne de arzu edilmişti. Sultan Malazgirt seferine Bizans imparatorluğu üzerinde herhangi bir emel beslemeden girişmiş ve zaferden sonra derhal barış yapmakla yetinmişti ve başlangıçta, kendiliğinden meydana gelen duruma hiç de ehemmiyet vermedi» [7] Yine zamanımızda. Selçuklu tarihi tetkikleri ile tanınmış olan Cl. Cahen Malazgirt muharebesine ayırdığı eski bir makalesinde Alp Arslan’ın Anadolu cephesindeki Türk akıncılarını başıboş bıraktığını, Bizans ile ilgilenmediğini iddia ederek, zaferden sonra sultanın Türkistan’a doğru uzaklaşmasını buna delil göstermiş ve ayrıca o çağlarda İslam Halifeliği yanında, “ebedi varlık” olarak Bizans imparatorluğu’nun mevcudiyetinin Doğu dünyası zihniyetinde yaşadığını ileri sürmüştü [8]. Son eserinde de ayın görüşü tekrarlayan yazara göre: “Romanos Diogenes’i fidye, ittifak vaadi ve son yarım yüzyıl içinde Bizansa geçen sınır kalelerinin iadesi şartları ile serbest bırakan Alp Arslan bir müslüman için büyük bir ehemmiyet taşımayan bir ülkeyi (Anadoluyu) zapt etmek işi ile alakalanmamıştır. Herhalde o, “Roma”nın da, İslam gibi, ebedi varlık olduğunu hatırlamıştır” [9]. Yazar bu arada “Malazgirt’in gerçek manası, Türkmenlerin zorluk çekmeden Rum’a girebilmelerini sağlamış olmasıdır. Fakat Selçuklular’ın böyle bir maksadı yoktu” mülahazasını da ilave etmiştir [10]. Buraya kadar büyük Malazgirt zaferi hakkında Batı’nın neler düşündüğünü belirtmeye çalıştık. Fakat Malazgirt muharebesi .gerçekten gayesi olmayan, bir tesadüfün neticesi midir, yoksa Türk milletinin üç bin yıllık siyasi telakki ve fütuhat felsefesinin yarattığı fetihler dizisinde yer alan, aynı zamanda çok büyük sonuçlar vermiş bir savaş mıdır?
II
Türkler tarihte harpçi ve fatih millet olarak tanınır. Hayatı başka hiçbir millette görülmeyen ölçüde hareket halinde geçmiş ve tarihi, dünyanın çeşitli bölgelerindeki savaşları ve mücadeleleri ortamında gelişmiştir. Hemen her tarihçi, edebiyatçı ve filozofun dikkatini çeken bu karakter çizgisi türlü tarzlarda tefsir edilmiştir. Meseleye dıştan bakanlar veya Türk’ün savaş severlik şeklinde akseden bu hususiyetim iyice kavrayamayanlar durumu, bir sosyal yapı olarak hukuki ve ekonomik yönden hala kesinlikle ortaya konamamış olan göçebelikle açıklamak yoluna sapmışlardır. Böyle düşünenlere göre, rastgele harp etmek, mamur ülkeleri yağmalamak, çalışmadan servete konmak, çapul, öldürme, tahripkarlık göçebeliğin tezahürleridir ve Türklerin bütün fütuhat temayülü ve savaşlardaki şiddeti de göçebe oluşlarından ileri gelir. Bu izah da dünya ilim adamları arasında yaygındır. Mesela Asya Türk tarihi üzerindeki araştırmaları ile meşhur V.V. Barthold bu fikirdedir. Ona göre, mesela Gök-Türk kitabelerinde zikri gereken noktalardan biri “Türklerin muharebelerde gösterdikleri vahşiyane kan dökücülük olmalı idi [11]. Avrupa Hunlarını bahis konusu eden tarihçilerden çoğu Türklerin keyfi saldırışlarından, hazır serveti çarpma ihtiraslarından ve bir barbar olarak Attila’nın “altuna susamışlığı”ından söz etmişler [12] , fakat onun normal ölçüleri aşan büyük bir devlet adamı olduğunu unutmuşlardır. Gök-Türk bakanlarının Çin’e karşı askeri harekatının “medeni ülkeleri tahrip etmek için yapıldığı [13] ve Hakanların bütün rolünün yağma ve çapul seferleri tertiplemekten ibaret olduğu” ileri sürülmüş [14] , ancak devlet telakkisi, edebiyatı, milli yazısı ve yetiştirdiği Tonyukuk gibi dünya çapındaki şahsiyetleri ile üstün bir kültüre sahip Gök-Türklerin bu seferlerinde esas maksadın kalabalık Çin’i daima tehdit ve baskı altında tutarak Türk birliğini korumak olduğu [15] düşünülmemiştir. Gazneli Sultan Mahmud’un Hindistan’daki savaşları ganimet toplamakla açıklanmak istenmiş, onun aynı zamanda bu ve benzeri putperest diyarlarda İslamiyeti yaymak gibi bir gaye güttüğü hesaba katılmamıştır [16]. Misalleri çoğaltmak herhalde lüzumsuzdur.
Yalnız, Türk tarihine kısmen nüfuz etmeye muvaffak olmuş bazı araştırmacılar hükümlerinde daha insaflı davranmaktadırlar. Bunlardan biri W. Eberhard’dır. Şöyle demektedir: “Tarih malzemesi gözden geçirilecek olursa Türklerin bilhassa kabiliyet gösterdikleri şeylerden birinin şu olduğu görülür: Çok çeşitli ve medeniyetçe yüksek devletleri siyasi yönden kurmak ve teşkilatlandırmak” [17]. Büyük bir Hun tarihi yazmış olan B. Szasz da Türklerin “Umumiyetle seçkin atlı kavimler gibi, devlet kurucu ve fatih” olduklarını söylemiştir [18]. Nihayet büyük sosyolog ve mütefekkirimiz Ziya Gökalp, Türkçede “devlet” manasına gelen “il” kelimesinin aslında “barış” (krş. elçi) demek olduğuna işaretle: “Türklerin bütün harpleri daimi ve geniş bir sulh dairesi tesis etmek maksadı iledir” [19] demek suretiyle bir gerçeğe parmak basmıştır. Hakikaten Türk savaşları tesadüf, kan dökücülük, servete susamışlık gibi iptidai, ve yüksek görünme, şan ve şeref arzusu gibi basit içgüdülere değil, fakat doğrudan doğruya insanlıktan kaynak alan bir felsefi düşünceye dayanıyordu.
Bu felsefenin temeli “güneşin doğduğu yerden battığı yere kadar” dünyayı Türk idaresine almak ideali şeklinde özetlenebilir. Tarihimizin çeşitli bölge ve devirlerinde bütün sayılı başbuğ, bakan ve sultanlar tarafından gerçekleştirilmeye çalışılmasından, Türklerde binlerce yıldan beri umumi bir fikir halinde mevcut olduğu anlaşılan bu düşünceyi, belirli yönleri ile, destanlarımızda ve tarih kaynaklarımızda müşahede ve tespit etmek mümkündür.
Çok faal bir tarihin neticesi olarak zengin bir destan edebiyatına sahip Türk milletinin çağlar boyunca işlediği Oğuz Hakan destanı, bilhassa 13. yüzyıl başlarında Türk çevresinde ve Uygur yazısı ile zapt edilen, İslami tesirlerden uzak metni ile [20] , eski Türk hayat ve telakkilerini muhafaza etmektedir. Destanda anlatıldığına göre, Oğuz büyük bir ziyafet tertipleyerek beylere ve halka şöyle hitap etmiştir: “Ben sizin bakanınızım. Yay ve kalkan alalım, damgamız (alametimiz) uğurlu, bozkurt savaş parolamız olsun, demir kargılar orman gibi dolsun, daha çok denizlere, daha çok ırmaklara doğru atlarımız yürüsün. Güneş bayrağımız, gökyüzü otağımızdır” [21]. Semanın kapladığı ve güneşin aydınlattığı her yeri iliata eden bu fütuhata elçileri vasıtası ile her tarafa gönderdi. Şöyle yazıyordu: «Ben Uygurların Hakanıyım [22]. Yeryüzünün dört yanına hakan olmam gereklidir. Sizden itaat istiyorum. Sözümü dinleyenleri dost tutarım, dinlemeyenleri düşman sayar, üzerlerine ordu yollarım [23]. Bundan sonra, Çin hükümdarının tabiyeti kabul ederek hediyeler gönderdiğini, itaat etmeyen “Rum” hükümdarına karşı yürünerek ülkesinin zapt edildiğini, Slavların tabiiyet altına alındığını ve arkasından Hind ve Suriye taraflarının Türk idaresine girdiğini nakleden destan bir rüyadan bahis eder. Oğuz Hakan’ın nazırı Uluğ-Türk rüyasında bir altın yay ile, kuzeye doğru uçan üç gümüş ok görmüştü. Altın yay “gün doğusundan gün batısına kadar” uzanmakta idi. Uluğ-Türk hakana şöyle dedi: “Gök Tanrı düşümü gerçek kılsın, dünyayı sana bağışlasın [24]. Anlaşılıyor ki, dünya hakimiyeti Oğuz’a (Türk hükümdarına) Tanrı tarafından bağışlanan bir hak idi. Oğuz ömrünün sonlarına doğru şöyle söylemektedir: “Oğullarım! Ben çok yaşadım, çok savaşlar gördüm, çok kargı ve ok attım, çok at koşturdum, düşmanları ağlattım, dostları güldürdüm. Ben Gök Tanrıya olan borcumu ödedim, şimdi yurdu size bırakıyorum” [25]. Bütün fütuhat sırasında ilahi hüviyetteki bir kurt rehberlik etmiş, Oğuz Hakan’a gideceği istikameti ve takip edeceği yolu göstermişti… Gerektiği zaman orduların önünde peydahlanan bu kurt da, “gök yeleli ve gök tüylü” olarak Tanrı’nın “gök” vasfını başlama kararı gereğince, Oğuz tebliğler hazırlatıp taşıyordu.
Orhun bölgesinde, Gök-Türk bakanlığı yerine, bir devlet kuran Uygurlar’a (744-840) ait destanda da aynı telakki yer almıştır. Uygur hükümdar ailesinin menşei hakkındaki bir efsanenin devamı olan bu destana göre, Buku Han rüyasında evinin penceresinden içeri giren bir kız görmüş, üç gece tekrarlanan bu hal karşısında nazırına danışmış ve onun tavsiyesi ile, kızla konuşmuş ve birlikte gittikleri “Aktağ” da bu konuşmalar 7 sene, 6 ay, 20 gün devam etmiş ve son gece kız ayrılırken Han’a şöyle demiştir: “Doğudan batıya kadar her yer senin emrine girecek. Çalış!” [26]. Bunun üzerine hakan kalabalık ordularla bir kardeşini Moğollara ve Kırgızlara, diğer kardeşi’ni Tangut’lara, üçüncü kardeşini Tibet’e karşı gönderdi, kendisi de 300 bin kişilik bir kuvvetin başında Çin’e yöneldi. Her tarafta zaferler kazanıldı. Bütün “doğu, batı” yı hükmü altına alan Han, yine rüyasında beyaz elbiseli ve beyaz asalı bir adam gördü. Adam ona çam kozalağı biçiminde bir yeşim taşı vererek şöyle dedi: “Bu taşı muhafaza edebilirsen cihanın dört yanı senin bayrağının altında birleşin [27] Ertesi gün ordularını hazırlayan Han Türkistan’a yürüdü ve orada kurduğu Balasagun şehrinden etrafa kuvvetler sevk ederek 12 yıl süren fetihleri sonunda “insanlarca meskun yerlerde biç asi ve serkeş kalmadı. Tabi hükümdarlar huzura geldiler. Han onlara iyi muamele etti, ikramlarda bulundu ve her birini kendi ülkesinin başına gönderdi [28] Böylece Türk hükümdarı uhdesine verilen ilahi vazifeyi tamamlamış oluyordu. Destanlardaki fetihler daha ziyade varılması arzu edilen hedef olduğu için dünya hakimiyeti Türk düşüncesinde bir ülkü vasfını haiz bulunuyordu.
Bu ülküye yalnız destanlarda değil, Asya Hunlarından Osmanlılara kadar çeşitli Türk topluluklarına ait tarihi kaynaklarda da tesadüf edilmektedir. Asya Hunlarında devleti idare etme salahiyetinin Tanrı tarafından bağışlandığını belirten kayıtlar eski Türk devlet başkanının üniversal bir iktidarla donatıldığını ortaya koyar. Asya Hun imparatoru Mo-tun (m.ö .. 209-174)’un unvanı: Tanrı kut’u Tan-hu idi [29] Avrupa Hunlarında da aynı fikir mevcuttu. Attila cihanı kendi hükmü altına alacağı ümidinde idi. Çünkü elinde “savaş tanrısının kılıcı” vardı. 448 yılında, Bizans elçilik heyetine dahil olarak, Hun başkentine giden tarihçi Priskos bu hususta oldukça aydınlatıcı bilgi verir. Onun naklettiğine göre, uzun zamandan beri kaybolan harp ilahı Ares’e ait kılıç, bir Hun çoban tarafından bulunup Attila’ya getirilmişti. Büyük Hun hükümdarı hakimiyet sembolü olan kılıcı tanımış ve kendisinin cihanı idareye davet edildiğini anlamıştı [30]Kılıcın Attila’nın eline geçmesi hadisesi Batı kavimleri arasında paniğe sebep oldu, çünkü Hun imparatorunun dünyayı zapt edeceği kanaati umumileşiyordu. VI. yüzyıl Got tarihçisi Jordanes şöyle diyor:
Attila’nın batı seferi (Campus Mauriacus)nden maksadı, Romalılarla Gotları mağlup ederek kendine bağlamak, böylece dünya hakimiyetini kurmaktı. [31]
Romalılar da aynı düşüncede idiler. Priskos Hun sarayında karşılaştığı Batı Roma elçileri Romulus ve Promotus’dan bu mesele hakkında dikkat çekici bilgi almıştı. Romalı elçiler Hunların dünyaya hakim olacağını söylüyorlardı. Onlara göre, büyük kudreti sayesinde geniş fetihler yapmış olan ve devletinin sınırları Okyanus (Atlas denizi)a ulaşmış bulunan Attila her iki Roma imparatorluğunun karşı koyacak güçte olmadığını biliyor ve planı gereğince, evvel İran’a yürüyerek Pers imparatorluğuna hakim olmayı, arkasından bütün Batıyı hükmü altına almak suretiyle cihan hakimiyeti kurmayı tasarlıyordu. Konuşma esnasında diğer Romalı Konstantiolus şöyle demişti :
Attila savaş tanrısının kılıcına sahip bulunuyor. İktidarının Tanrıdan geldiğine inanan Attila için dünya üzerinde hüküm süreceğini gösteren o kılıçtan daha açık bir delil yoktur. [32]
Diğer Hun başbuğları da benzer fikirler taşıyorlardı. 409 senesinde, Hunlar henüz Avrupanın doğusunda iken, Hun “kıralı” Uldız tertiplediği Balkan seferinde kendisi ile barış görüşmeleri yapmak isteyen Bizans’ın Trakya magister militum’una gökyüzünü işaret ederek : «Gün ışığının ulaştığı yere kadar her tarafı zapt edebilirim» demişti [33].
Gök-Türklere gelince, bu büyük Türk topluluğunda cihan hakimiyeti düşüncesi daha da sürekli görünmektedir. Orhun kitabelerinden Kül Tegin’e ait olanın doğu cephesi şöyle başlar: « Yukarıda mavi gök, aşağıda yağız yer yaratıldıkta, ikisi arasında insan oğlu yaratılmış. İnsan oğlunun üzerine atalarım Bumin Kağan ve İstemi Kağan tahta oturmuş .. » [34]. Dikkat edilirse burada yeryüzündeki insan cinsleri ve ülkeler arasında herhangi bir ayının yapılmamış, bütün dünyada insan topluluklarını ve topraklan içine alan idare ve hükmetme salahiyeti Türk hükümdarına tevdi olunmuştur. Buna göre, yeryüzü bir bütündür ve insanlar tek bir kütleden ibarettir. Hepsinin üzerinde bir hükümdarın bulunması ve Tanrı bağışına mazhar olmuş bu hükümdarın töre’ye göre cihanı idaresi lazım gelmektedir. Şüphesiz bu maksadın gerçekleşmesi için Türk hükümdarının otoritesi bütün topluluklarca tanınacak ve töre cihanın her yerinde yürürlükte olacaktır. Kitabelere kadar geçen bu eski Türk fütuhat görüşü Gök-Türkler çağında tarihi şahsiyetlerin kanaatleri ile de perçinlenmektedir. ‘576 yılında Orta Asya’da İsterni’yi ziyarete gelen Bizans elçisi Valentitıos’a Gök-Türk sınır kumandanı Türkşad şöyle demiştir: “Güneşin doğduğu yerden battığı yere kadar yeryüzü bize diz çökmüştür. Roma’nın yolunu da iyi bilmekteyiz” [35]. 581 yılında ikiye ayrılan Gök-Türk imparatorluğundan batı kanadının bakanı olup, yüzyılın sonlarına doğru; kısa bir müddet için de olsa, imparatorluğu birleştirmeyi başaran Tardu, Bizans imparatoru Mauriacus’a yazdığı 598 tarihli mektubunda kendini “Yedi ırkın ve yedi iklimin hükümdarı” olarak takdim ediyordu [36]. Orhun kitabelerinde cihana hakim olma ideali Tanrı fikrine dayanmakta idi. Doğu Gök-Türk bakanı Işbara da Çin imparatoruna 585 yılında gönderdiği bir mektupta: “Gökte nasıl bir Tanrı varsa, yerde de dünyayı idare eden bir tek hükümdarın olması icap eder” diyordu [37]. Diğer taraftan “Dünya nizamı” için kanunlar hazırlayan Uygur hükümdarı vardı [38].
Osmanlı padişahları da benzer tasavvurlara yabancı değildiler. Bu devletin kurucusu Osman Gazi’nin uykusunda göbeğinden çıkan bir ağacın dallarının dünyayı kapladığına dair olan meşhur rüya [39] buna delalet ettiği gibi, Fatih Sultan Mehmed de cihan padişahı olmak emelinde idi. İstanbul’un fethini takip eden yıllarda orada bulunan J. Langushi şöyle der :
« Fatih’in iddiasına göre, dünyada bir tek imparatorluk, bir tek iman· ve bir tek hükümdar olması gerektir. O İstanbul şehri sayesinde bütün Hıristiyanları da hükmü altına alabileceği düşüncesindedir». [40]
Kendisini «Allah’ın kılıcı» sayan Fatih bu dünya hakimiyetinin şahsı için mukadder olduğuna dair inancına Kemal Paşa Zade “Fatih tedbir-i cihangirlik zikrindedir” şeklinde temas etmiştir. Bu sebeple, Grek tarihçisi Kritovoulos’a göre, Fatih Sultan Mehmed bir dünya haritası yaptırıyordu [41]. Buna Yavuz Sultan Selim’in Piri Reis tarafından hazırlanan dünya haritası karşısındaki davranışını da ilave edebiliriz. Bu büyük ve güçlü padişah haritaya bakarak “Dünya ne kadar küçük! Bir hükümdara bile yetmez” demişti [42]
lll
Cihana hükmetme düşüncesi yalnız Türk topluluklarına veya Türk bozkır kültürünün tesirinde kalan kavimlere (mesela Moğollar [43]) mahsus değildir. Dünyaya hakimiyet fikri Roma imparatorluğunda vardı. Büyük semavi: dinlerin gayesi de itikatlarını cihana yaymak suretiyle dünyayı kendi iman sistemlerinin: kadrosuna almaktır. Günümüzde Marksizm ideolojisi bile böyle bir hedefe yönelmiş görünmektedir. Fakat bunlardan her biri ile Türk arayışı arasında telakki ve gerçekleştirme metotları itibariyle esaslı farklar bulunmaktadır.
Roma’ya “Universal imparatorluk” vasfının verildiği bilinir. Delil olarak da dünya ölçüsünde bir hukuk nizamının kurulduğunu ifade eden Pax Romana (Roma Barışı) telakkisi gösterilir ki, bununla, Akdeniz bölgesini, İngiltere dahil Avrupa’yı, Hind sınırlarına kadar Yakındoğu’yu kuşatan Roma imparatorluğu içindeki bütün kavimlere “Vatandaşlık” hukukunun teşmil edilmesi ile “dünya ölçüsünde” hukuk nizamının yürürlüğe konduğu belirtilmek istenmiştir. Söylendiğine göre, imparatorlukta bütün “halklar” ortak hukuk kaidelerince tanınan can ve mal güvenliğinden faydalanmakta olduklarından Roma imparatorluğu, bütünü ile, “gerçek bir siyasi toplum” mahiyetini taşıyordu [44]. Ancak bu gibi kuş bakışı tavsiller insanı yanıltabilir ve Roma imparatorluğunda üniversel devletin gerektirdiği bir hukuk birliği gerçekten mevcut mu idi? diye sormak mümkündür. Araştırıcılar belirtiyorlar ki, Roma’da siyasi haklar bakımından “halklar^ eşit değildi. Romalı “vatandaş” imtiyazlı idi, belirli bir üstünlüğe sahipti. Ayrıca, bu imparatorlukta tabiyete alınmış yabancı topluluklara kendi mahalli hukukları tatbik olunuyordu [45]. Köylünün durumu ne hukuki, ne siyasi yönden düzeltilememiş ve bu imparatorluğun bütün bayatı boyunca kölelik müessesesi kaldırılamamıştı. Üstelik, Roma’daki üniversel devlet fikrini asıl “Romalı'”ya demek de yanlıştı. Bu düşünce o toplulukta çok sonraları doğmuş ve ancak milattan sonra III. yüzyılın ilk çeyreğinden itibaren, hem de insan haklarını tam ihata edememenin zaafı içinde, dikkate alınmağa başlamıştı [46]. Roma’da üniversel imparatorluk tehlikesi daha çok Hristiyanlıkla bağlantılı görünmekte ve sonra siyasi düşünce sistemi halinde gelişmesini de Hristiyan liderlere borçlu bulunmaktadır.
Hz. İsa’nın yeryüzündeki vekilleri olarak kabul edilen papalar “En iyi hükmü veren” İsa adına hareket ettiklerinden, insanları kardeşlik ve adalet esasında idare etme salahiyetini kendilerinin inhisarında “İlahi hak” (Droit divine) sayıyorlardı. Onlar kainatın mutlak hükümdarının (Tanrı’nın) direkt temsilcileri oldukları için ancak Tanrı’ya karşı sorumlu olabilirlerdi. Batıda tam mutlakiyet rejiminin kurulmasına yol açan «İlahi hak veya «İlahi kanun» anlayışı büyük Reformasyon hareketinden sonra, o zamana kadar papalara ait bilinen bu hakkın, artık kendi memleketlerinde kilise lideri vasfını kazanan, Hristiyan hükümdarlara geçmesi lazım geldiği gerekçesi ile mahalli krallara intikal etmiş, böylece “mutlak krallar” ülkelerinde kendilerini İsa’nın vekilleri ilan etmişlerdi [47]. İslamiyette de Allah’ın resulü (elçisi) olan Peygamberimiz ilahi emirleri tebliğe ve ilahi kanun(şeriat)un icaplarını yerine getirmeye memurdu. İslam halifeleri, Peygamberimizin vekili sıfatını taşımaları sebebi ile, Müslümanların dini reisleri olduğu gibi, İslam devletinin de başı idiler ve vazifeleri, esas itibariyle, İslamiyeti dünyaya yaymak ve bütün insanlığı bu dinin kardeşlik bayrağı altında toplamaktı. Ancak insanlar arasındaki kardeşlik ve hak eşitliği bu dinlerden her birinin kendi iman şartları ve amel kaidelerine bağlanmakla geçerli bulunuyor, Hristiyanlık veya İslamiyet dışında kalanlar ise ikinci dereceden insanlar sayılıyordu. Halbuki, baş tarafta tarihi vesikalar ışığında açıklandığı üzere, Türk cihan hakimiyetinde böyle ayırıcı tutumlar görünmemekte, yeryüzünde insan cinsi bir bütün olarak göz önüne alınıp, çeşitli topluluklar arasında sosyal, dini herhangi bir kademe kabul edilmemekte ve herkese eşit muamele ve adalet tanınmaktadır. “Dünya barışı” iddiası ile ortaya çıkan eski Roma, Üniversal hakimiyetini kurabilmek için, mukavemet tanımaz bir baskı unsuru halinde kullandığı orduları ile işgal altına düşünülen memleketlerde kendi ve kültürünü zorla kabul ettirirken ve İslam halifeleri de gayeye aynı yolda ulaşılabileceğini düşünürlerken [48] , gizli bir tahakküm duygusunun izlerinden başka bir şey olmayan bu gibi davranışlarla. Türk tarihinde karşılaşılmaması dikkate değer . . Çünkü Türk fütuhat felsefesinin kaynağını kişilik (üniversal), könilik (adalet), tüzlük (eşitlik) ve uzluk (faydalılık) prensipleri teşkil. ediyordu [49]. Kendisini cihan hükümdarlığına namzed gören hiçbir Türk başbuğu, ancak Tanrı’nın müsaadesi ve yardımı ile gerçekleştirilebileceğine inandığı böyle bir ideal için çalışırken, bu kanun esaslarından fedakarlık yapmağa mezun değildi. Dolayısı ile, eski Türk imparatorluklarında tabi milletlerin yalnız huzuru temin edilmiş, fakat sosyal telakkilerine, haklarına dokunulmamış, kültürel gelişmelerine engel olunmamış, dini bakımdan tam bir tolerans gösterilmiştir. Batı Hun imparatorluğunda “Mağlup kavimlerin toprakları ellerinden alınmıyor, onlar iktisadi, ticari hatta kabilevi haklarından mahrum bırakılmıyor, inançlarına müdahale ediliniyordu” [50]. Oğuz Hakan töre hakimiyetine kendiliğinden girenleri “dost tutmak”- ta, Buku Han, idaresine bağlanan memleketlerin krallarını, ikramlardan sonra, yurtlarına iade etmekte idi. Selçuklu ve Osmanlı imparatorluklarında da durum böyle idi. Yabancılar için Türk’e tabi olmak Meta selamete kavuşmak demekti. Türk hükümdarı idaresi altına girenleri, töre gereğince, himaye ile mükellef olduğundan [51], onları icabında alnının teri ve Türk kanı ile koruyordu. Türk cihan hakimiyeti geleneği ile Marksist düşünce arasındaki muazzam fark da burada ortaya çıkar. Marksizimde belirli bir “sınıf” halk adına bir diktatör grubunun, insan topluluklarında tabii olarak mevcut hak, adalet ve hürriyet melekelerini toptan felce uğratmak suretiyle cihanı sömürme yolunu seçmesine karşılık, Türk fütuhat düşüncesinin insan haysiyetini muhterem tutarak ve beşeri değerlere gelişme imkanları hazırlayarak gayeye ulaşmayı şiar edindiği görülmektedir.
IV
Sayısız Türk savaşlarını manalandıran ve Türklerin “fatih millet” payesine yükselmesi sebebini açıklayan bu felsefi düşünce elbette Selçuklu Türklüğünde de yaşıyordu. Hatta yalnız Türk idareciler çevresinde değil, o çağ umumi efkarınca da benimsendiği anlaşılan bu fikir, eserini 1074’de Bağdat’da yazmış olan Kaşgarlı Mahmud tarafından şöyle ifade edilmiştir: “Tanrı devlet güneşini Türklerin burcunda doğdurmuş, göklerdeki dairelere benzeyen devletleri onların saltanatı etrafında döndürmüş, Türkleri yeryüzünün hakimi yapmıştır” [52] Nişapur’lu iki hadis bilgininden Peygamberimizin “Benim Türk adında bir ordum vardır” sözünü nakleden [53] Kaşgarlı’ya göre, “Türk” kelimesi “Olgunluk çağı” manasına gelir ve bu isim Türklere Tanrı tarafından verilmiştir [54] Türk milletinin dünyayı idare ile vazifeli kılınmış olarak seçkin bir .mevki tutması dolayısı ile, Türk başkent sahasınca dünyanın merkezi olması gerektiğinden, Kaşgarlı Mahmud büyük eserine eklediği şematik dünya haritasında Orta Asya’da Türk çoğunluğunun bulunduğu bölgeyi yeryüzünün merkezi olarak göstermiştir. [55]
Bir Türk-İslam siyasi kuruluşu olan Selçuklu imparatorluğunda bu düşünce amme (kamu) hukukunda da büyük değişiklik husule getirmiş ve dini reislik İslam halifesinde kalmakla birlikte, devlet başkanlığı Türk sultanına geçmiştir. Abbasi hilafet merkezi Bağdat’a girerek halifeyi şu Buveyhi hanedanının tahakkümünden ve sünniliği Mısır Fatımi propagandasının tesirinden kurtaran Tuğrul Bey, halifenin sarayında törenle taç giymiş, iki altın kılıç kuşanmış ve halife Elaim tarafından “Doğunun ve Batının hükümdarı ilan edilmişti (20 ocak 1058) [56]. Daha sonra, Sultan Melikşah’a da yine hilafet sarayında “Doğunun ve Batının hükümdarı” olarak iki kılıç kuşatılmıştı (5 nisan 1088) [57] Sultan Sencer de halifeye gönderdiği 1133 tarihli meşhur mektubunda Ulu Tanrının lütfu sayesinde cihan padişahlığına yükselmiş olduğunu yazıyordu [58]. Melikşah’ın babası ve Sencer’in dedesi olup, Sultan Tuğrul Bey’den sonra tahta çıkan Alp Arslan’ın cihan hükümdarlığı fikrine yabancı olması elbette beklenemezdi. Malazgirt savaşını müteakip ömrü vefa edipte Bağdat’ı ziyareti mümkün olsaydı, onun da “Doğunun ve Batının hükümdarı” ilan edileceği muhakkaktı ve şüphesiz Bizans elindeki Anadolu bu cihan fütuhatının dışında kalamazdı. Esasen 1071’den önceki yıllarda Anadolu’nun fethi için uzun vadeli hazırlıklar yapılmış bulunuyordu. [59]
Malazgirt muharebesinin umumi Türk fütuhat planına dahil olduğunu ortaya koyan başka deliller de vardır: Oğuz Hakan ülkesini evlatları arasında bölüştürmüş ve gümüş ok sahibi oğullarını çeşitli istikametlere göndermişti. Buku Han da kardeşlerini fethi önceden kararlaştırılan memleketlere sevk etmişti . Gök-Türk hakanı Kapagan zaptetmeyi düşündüğü batı bölgelerine oğlunu “Küçük Kağan” olarak tayin etmişti. Kitabelerde İnel Kağan diye anılan «Küçük Kağan», Çin kaynaklarına göre, T’o-si (“Batıyı feth edecek olan”) unvanını taşıyordu [60]. Selçuklular da Gaznelilere karşı 1040 Dandanakan savaşını kazandıktan sonra Sultan Tuğrul Bey’in başkanlığında bir kurultay tertiplemişler ve orada gelecek fütuhat sahaları Selçuklu başbuğları arasında taksim edilmişti. Buna göre, doğu bölgeleri Çağrı Bey tarafından, güney bölgesi Musa Yabgu tarafından zapt olunacaktı. Sultan Tuğrul Bey’e ise batı bölgesi ayrılmış ve seferler bu karara uygun olarak geliştirilmişti [61]. Demek ki, Anadolunun kain bulunduğu batı, hükümdarlığı Tuğrul Bey’den devralan Sultan Alp Arslan’ın fütuhat sahası içinde yer alıyordu.
Alp Arslan’ın bir misafir gibi karşıladığı Diogenes’i serbest bırakması ve zaferden sonra Türkistan’a gitmesi Avrupalı araştırmacıların yaptıkları tarzda bir tefsire müsait değildir. Düşmana iyi davranılması, mahkum duruma düşenlere karşı Türklerin daima göstere geldikleri bağışlayıcılık icabı olup, Türk geleneğine uygundur. Ayrıca, Sultan Alp Arslan kazandığı muharebeden hemen sonra Türkistan’a doğru uzaklaşmış da değildir. O, bir ittifak antlaşması ile kendine bağladığı mağlup Diogenes’in Bizans topraklarındaki macerasını takip etmiş ve onun yeni Bizans imparatoru Mikhael VII. Dukas kuvvetleri tarafından yakalanıp gözleri çıkarılmak suretiyle öldürülmesi üzerinedir ki, antaşmanın arazi ile ilgili hükmünü silahla yürütmek yoluna girmiştir [62]. Gerçi metni elde bulunmayan antlaşmanın, birçok maddeleri gibi, arazi hususundaki hükmü de karanlıktır. Fakat bu, sultanın toprak talebinde bulunmadığı manasına alınmamalıdır [63] Fütuhat sahasına dahil Anadolu için uzun süreli bir hazırlıktan sonra yapılan meydan muharebesi sonuçlarının Alp Arslan gibi bir devlet adamı tarafından askıda bırakılacağı düşünülemez. Nitekim Diogenes’in akıbetini öğrenince, belki antlaşma hükmünün sınırlarını kısmen aşarak, fakat herhalde ana maksada daha yaklaşmış olarak, bütün Anadolu’nun işgalini Kutalmış-oğullarına ve Türkmen beylerine emreden de Alp Arslan olmuştur. Batılı tarihçilerin nedense gözünden kaçan bu umumi emir Urfa’lı Mateos ve Zonaras gibi hadiselere çağdaş veya çok yakın kaynaklarca da tespit edilmiştir [64].
Hususi şartları ile de teşvik edilerek Anadolu’nun fethini mümkün kılan Malazgirt muharebesi, Türk fütuhat felsefi düşüncesine dayalı cihan hakimiyetinin yarattığı zaferler zincirinin altın halkalarından biridir. Burada bahis konusu ettiğimiz Türk fütuhat felsefesi münasebetiyle, yanlış bir değerlendirme neticesi Türklere atfedilen bir hatalı görüşü kısaca belirtmek yerinde olacaktır. İddiaya göre, bir coğrafi’ bölgeden diğerine koşan eski Türklerde vatan fikri ve vatan duygusu ya pek zayıftır, veya hiç yoktur. Bu eksikliğin bizzat Sultan Alp Arslanda da görüldüğünü ileri sürenlere bile tesadüf edilmiştir.
Önce, vatan fikri ile fütuhat felsefesinin birbiri ile karıştırılmaması lazımdır. Bunlar ayrı şeylerdir ve milletlerle hayatında birbirlerini ortadan kaldıran unsurlar değildirler. Nitekim, Cihan hakimiyeti düşüncesine sahip eski Roma imparatorluğunda vatan fikri de yaşamakta idi. İkincisi, eski Türk topluluklarında milli istiklal duygusuna paralel olarak vatan fikri de mevcut bulunuyordu. Selçuklulardan önceki çağlarda Türk topluluklarına (mesela, Asya Hunları, Gök-Türkler, Uygurlar) yön veren Bozkır Kültürünü göçebelikten ayıran özelliklerden biri vatan fikri ve vatana bağlılık duygusu idi [65]
Kaynakça:
[1] – Bk. İA, mad. Malazgirt, s. 240, a·b
[2] – N. Bryennios vakayinamesi (Frans. tre.), H Gregoire, Les quatre /ivres tles llistoires, Byzantion XXIII (1 953), s. 502 vd.
[3] – Ebu’l-K.iisı m, Anadolu nıihi Süleymanşah’ın Antakya’ya giderken (1084) yerine bıraktığı bir bey idi (bk. İ. Kafesoğlu, Sultan Melikşah devrinde Büyük Selçuklu imparatorluğu, 1953, İstanbul, s. 112 vd.)
[4] – A. Komnena, Alexlad (İng!. tre.), London, 1967, s. 152 vd., 160 vd.
[5] – J. Lauren!, Bnance ct /es Turcs seldioııcidcs da11s I’Asie occidenuıle jusqu’en 108!, Paris, 1913, s. 95, ve n. 1.
[6] – AA Vasiliev, Bizans imparatorluğu tarihi (Türk. tre.), I. Ankara, 1943, s. 451 vd.
[7] – Bk. Osmanlı imparatorluğunda Türk aşiretlerinin rolü, Tarih Dergisi, sayı, 1963, s. 260.
[8] – Cl. Cahen, La campagne de Mantzikert, Byzantion, IX, 1934, s. 639 vdd.
[9] – Cl. Cahen, Pre-Ottoman Turkey, 1968, London, s. 29.
[10] – Göst. yr.
[11] – V.V. Barthold, Orta A.~ya T.ark tarihi hakkında dersler, 1927, İstanbul, s. 11.
[12] – Bk. B. Szasz, A H uno k törtı!nete … , 1943 B,udapest. Burada zikredilen A. Thierry 0,. Seeck, R. Haage, M. Kiessling, A. Güldenpenning, J.B. Bury’nin fikirleri için bk. TM., IX, 1951, s. 189-198; P. Vaczy, Attila ve Hımları (Türk, tre.), 1962, Ankara, s. 89 vd. ; E.A. Thompson, A’ History of Attila and the Hıms, 1948, Oxford, s. 48.
[13] – A. v: Gabain, Kök-Türklerin tarihine toplu bir bakış, DTCF Dergisi, II, 5, 1944, s. 688 vd .
[14] – A.N. Bernstam, bk. G. Doerfer, Die türkische und mango/ische Elemente im neııpersischen, III, Wiesbaden, 1967, s. 160
[15] – Mesela 698 yılındaki Gök-Türk- Çin andlaşmas:, bk. Liu Mau-Tsai, Die chines/scherı Nachrichten :ı.ur Gesclıichte der Ost-Türken (T’u-küe), I, Wiesbaden, 1958, s. 160, 215 vd.
[16] – Bk. İA, mad .. Mahmud Gaznevi
[17] – B k. TM., VIII, 1942, s. 18 3
[18] – B. Szasz, ayn. esr., s. 91 ve daha birçok yerde.
[19] – Türkçülüğün esasları, 1339, İstanbul, s. 36, 140.
[20] – Neşr. W. Bang – R. R,ahmet! Arat, Oğuz Kağan destanı, İstanbul, 1934. Bu metin M. Ergin. tarafından tekrar yayınlanmıştır: 1000 Temel Eser, n. 31, 1970.
[21] – Ben sizlere oldum kağan
Alalım yay ile kalkan
Nişan olsun bize buyan (uğur)
Demir kargı olsun orman
Av yerinde yürüsün kulan
Daha deniz, daha müren
Güneş bayrak, gök kurıkan (çadır)
Oğuz Kağan destanı, str .. 96-102, .M. Ergin, s. 5, 29.
[22] – Eldeki metindeki Uygurlar sözünün aslında Oğuzlar (yani, bütün Türkler) olması kuvvetle muhtemeldir (bk. S.M. Arsa!, Türk tarihi ve hukuk, 1946, İstanbul s,. 392, n. 26).
[23] – Oğuz Kağan destanı., str. 102-115.
[24] – Ayn. esr., str. 317-319: eBu altun ya kün str. togışnıdan kün batuşıgaca tegen irdi,325-327.
[25] – Ayn. esr. str. 372-376.
[26] – Ata Melik Cuveynl, Tar1lJ·i Cihlinguşa, l (GMS), 1912, s. 42. Cuveyni İran Moğollarının büyük devlet adamlarıdan olup, bir münasebetle gittiği Karakurum (Orhun bölgesi) yakınındaki eski Uygur şehri Ordu-balıg harabelerinde bu destanın yazılı bulunduğu taşları görmüştü.
[27] – Göst. yr. •Yada• da denilen bu taş sayesinde rüzgar estirmek, yağmur yağdırmak vb. mümkün olduğuna, düşmanlar üzerinde galibiyet sağlandığına dair esk Türkler arasında bir inanç vardı (Tafsilen bk. TM., V, 1936, s. 17, 22 vd.).
[28] – Ayn. esr., s. 43.
[29] – Eski Türklerde iktidarın ilahi menşei hakkında tafsilen bk. i. Kafesoğlu, Kutadgu Bilig ve kiiltür tarihimizdeki yeri, Tarih Enstitüsü Dergisi, sa:ı-ı 1, İstanbul, 1970, s. 20-25.
[30] – B. Szasz, yan. esr. s. 215 ve n.J; F. Altbeim, Attila et /es Huns, 1952, Paris, s. 198 vdd.
[31] – B. Szasz, ayn. esr. s. 275.
[32] – B. Szasz, ayn. es. s. 238; F. Altheim, ayn. esr. s. 168.
[33] – B.· Szasz, ayn. esr. s. 129.
[34] – Kitabeler I , doğu, 1 (Aynı ibare, Kitabeler II, doğu, 2).
[35] – Menandros’tan, <1 Magyarok elödeiröi .. 1958, Budapest, s. 49.
[36] – Th. Simocattes’ten, Ed. Chavannes, Documents sur fes Tou-kiue occidentaux, 1903, 249; R. Grousset L,’Empire des Steppes, 1939, Paris, s. 134, n. 2. Pııris, s.
[37] – Liu M. – Tsai, ayn. esr. I, s. 53.
[38] – Bk. H.N. Orkun, Eski Tıirk yazıtları, ll, 1937, s. 42 vd.
[39] – Bk. Aşıkpaşaoğlu Tarihi (ner. Atsız, 1000 Temel Eser, n 2.3), 1970, s. 10 vd.
[40] – Bk. H. İnalcık, İA, m ad. Mehmed ll, s .. 513 vd.
[41] – H. İnalcık, Göst. yr. s. 513 b.
[42] – Bk. A. Adıvar, Osmanlı Türklerinde ilim, 1943, İstanbul, s. 58, n. 1.
[43] – Cengiz Him ve ailesinde, hatta Timur’da aynı düşüncenin belirtilerini görmek mümkündür.
[44] – Bk. M. Gönlübol, Milletlerarası siyasi teşkilatlanma, 1964, Ankara, s. 10.
[45] – M. Gönlübol, Göst. yr.
[46] – Eski Yunanda da dünya hakimiyeti fikrine rastlanmıyordu. Makedonyalı Philippe’in siyasi yönden birleştirmek istemesinin sebebi Türlü beşed kabiliyetlerle dolanmış Grek kavminin birbiri ile faydasız mücadelesine son vermek, oğlu İskender’in Ortadoğuyu içine alan fetihleri de Atina’nın vaktiyle iranitlar tarafından tahribine mukabele etmek idi (bk. H v .. Loon, Histoire de l’Humanite, 1949, Paris, s. 66 vdd. Ayrıca bk. B. Szas?. ay n. esr. s. 3 79).
[47] – H. v. Loon, ayn. esr. s. 228 vd.
[48] – İslam kültürüne paralel olarak Arapçayı yaymak için sarf edilen gayretler bakı büyük Emevi halifesi Abd’ul-Melik iyi bir örnek te!lkil eder (bk. İA, mad. Abdülmelik b. Meryan; C. Brockelmann, İslam milletleri ve devletleri tarihi, Türk. tre., I , 1954, Ankara, s. 83).
[49] – Maalesef ayrı ayrı hükümler halinde zamanın.da tedvin edilmemiş olan Türk töresini bu prensipleri için bk. Kutadgu Bilig ve kültür tarihimizdeki yeri, s. 13-20.
[50] – B. Szasz, ayn. e~-r. s. 180.
[51] – Türk hükümdarının vazifeleri için bk. Kutadgu Bilig ve kültür tarihimizdeki yeri, s. 22 vd
[52] – Kaşgarlı Mahmud, Divan-i Lügat’it-Türk (neşr ve tre. B. Atalay), I, 1939, s. 3.
[53] – Ayn. esr. I, s. 354.
[54] – Ayn. esr. I, s. 351.
[55] – Bu hususta bk. A. Caferoğlu, Türk Dili tarihi, ll, İstanbul, 1958, s. 30 vdd.
[56] – « “:”‘ J:.l 1! 0 .r!.l ı Cil. >> Zubdat’uıı-nusra (Türk. tre.), 1943, Ankara, s. ll; Sı bt ibn’ul-Cevzl, Mir’at’ıız-zaoııın (nşr. A. Sevim), 1968, Ankara, s. 26; İbn-uı Esir, El-Kamil, VIII, Kahire, 1357, s. 80; Barhebraeus (Abu’l-Famc) Tarihi (Türk. tre.), I, Ankara, ı945, s. 312.
[57] – Bk. İ. K afesoğlu, Sultali Melikşah … , s. 95.
[58] – Tafsilen bk. M.A. Köymen, Büyük Selçuklu imparatorluğu, II, Ankara, 1954, s. 21 9 vdd.
[59] – Bk. İA, mad. Malazgirt, göst. yr.
[60] – Liu M. – Tsai, ayn. esr. I, s. 163 vd., 218. Bu seferler yapılmıştı: Kitabeler I, doğu, 3 ı vd., II, doğu, 25 vd, Tonyukuk, 31, 45.
[61] – Tafsilen bk. İA, mad. Selçuklular, s. 362 vd.
[62] – Diogenes 3 eylui 1071 “de memleketine doğru yola çıkarılmıştı. İstanbulda onun yerine Mikhael VII ekim ayında imparator ilan edilmişti (b k. Sultan Melikşah … , s. 59 vd.). Aralarındaki mücadelenin bu yılın sonları ile 1 072’nin ilk aylarında cereyan etmesi lazımgelir. S. Eyice, Malazgirt savaşını kaybeden IV. Romanos Diogenes, TT K, 1971, s. 83). Halbuki Sultan Alp Arslan Maveraünnehir seferine bundan çok sonra, Eylül ayında hareket etmiştir (İbn’ul-Estr, VIII, s. 122: (465) yani, 1072 Eylül’ünün 2. yarısında).
[63] – Kaldı ki Baıhebraeus, Malazgirt, Urfa, Mcnbic ve Antakya’nın Türklere terkinin kararlaştırıldığını kaydetmektedir (Abu’I-Farac Tarihi, I ,.s 328). Bu kalelerin bile, Anadoluyu işgal bakımından ne kadar mühim üsler olduğu hatırlamak gerekir.,
[64] – İ. Zonaras vakayinamesi (Frans. tre.), III, Lyon, 1560, s. 107; Urfalı Mateos vakayi- (Türk. tre.}, s. 144. Ayrıca bk. Ch. Lebeau, Histoire du Bas·Empire, XV, Paris, 1833, s 7; M.H. Yınanç, Anadolunun fethi, 1944, İs((inbul, s. 82.
[65] – Tafsilat için yayma hazırladığımız Bozkır Kültürü adlı araştırmamıza bk.
Kaynak:
İbrahim Kafesoğlu, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Enstitüsü Dergisi, sayı : 2, Ekim 1971, Edebiyat Fakültesi Matbaası, İstanbul – 1971