Yeni Lisan hareketi, karşısında hiçbir zaman ciddî bir muhalif bulmadı. Başlıca iddi’âsı Türk sarfına asla karışamayan Arapça, Acemce terkip ve cem kâ’ideleriyle ecnebi edatları kullanmak, bununla beraber ıstılâhları, klişe olmuş cemleri müstesna tutmak idi. Ve maksat Türkçe’nin hususî edasını yazı lisânına geçirmekten ibaretti.
Bu hareketi yapan muharrirler lisâniyâtın en esaslı ve ana kâ’idelerini önlerine alıyorlar ve selikiyyat ilminin desturlarıyla Türkçe’yi mütâla’a ediyorlardı. Yaptıklarını, terkipsiz ve secisiz bir ifade ile, gayet açık bir tarzda yazdılar. Fakat “hâlif, ta’aarüf…” diye her şeyin aksini iddi’â etmeyi bir ma’rifet sayanlar bu yazıları okumadılar. Dediler ki:
- Biz Altay, Ural dilini Orhun’un Göktürkçesi’ni istemeyiz.
Hâlbuki Yeni Lisâncılar da böyle bir şey istemediklerini hemen her makalelerinde tekrarlıyorlardı.
Onların istedikleri terkipsiz ve tabî’î İstanbul lehçesiydi. Çünkü lisânımızda birçok lehçeler vardı. Her milletin hayatında olduğu gibi bu lehçelerden birisi ötekilerine galebe çalacak umumî ve millî bir edebiyat lisânı olacaktı. Türkçe’nin en güzel, en nazik, en işlenmişi şüphesiz İstanbul’da konuşulanıydı. [Dikkat ediniz, yazılanı değil.] Türklerin, dince, ilimce en büyük merkezi olan İstanbul’daki lehçeye “Güzel Türkçe” ve başka yerlerinde konuşulan esasça bir, fakat “savfiyyet”çe ayrı ayrı bulunan diğer lehçelere “Kaba Türkçe” diyorlardı.
Maksat çok büyük, çok yüksek ve mukaddesti. Her millet gibi Türklerin de bütün lehçelerin fevkinde bir edebiyat lisânları bulunacak, cemâ’atçe, milletçe, ilimce birlikten te’min edilecekti. Maksadı duymayanlar: “İşte biz İstanbul Türkçesi yazıyoruz.” diye eski uydurma edebiyat lisânının Türk edasına, Türk sarfına taban tabana zıt olan terkiplerini kullanmakta devam ettiler. Bu terkipler yalnız Türk edasına, Türk şivesine, Türk sarfına değil ilmin ve fennin bütün esaslarına da muhalifti. Eski şâ’irlerimiz Arap ve Acem Edebiyatlarının te’sîri altında kendi lisânlarını beğenmiyorlar; selikalarındaki, sevk-i tabî’îlerindeki kelimelere kıymet vermeyerek kendi lisânlarına yabancı kelimeleri, yabancı kâ’ideleri tercih etmekte garip ve hazin bir tehalük gösteriyorlardı. Beysi ve Nergisi gibi bu marazî hareketin abidelerini vücuda getirdiler. Fakat asırlarca devam eden bu edebiyata en ziyade Türklük yabancı keldı. İstanbul’daki çelebiler Arapça ve Acemce edasıyla ve hiçbir milletin lisânı olmayan bir lehçe ile divanlarını yazarlarken cahil ve zavallı Türk halkı da kendi lisânını terennüm etti. Destanlar, koşmalar, kalenderiler yazdı. Lisânıyla beraber millî aruzunu da muhafaza etti. O vakitler Türk ruhundaki mefkure uyuyordu. Ülke ve ümmet muhabbeti altında mukaddes “milliyet” sevdası sönmüş gibiydi. Tarihimize altın yapraklar ilâve eden Köprülü oğlu şâ’irler bile Türk oldukları hâlde eserlerini Arapça yazdılar.
Bugün ırkta uyuyan an’aneler şiddetli felâket darbesiyle uyandı. Türk milleti gözünü açtı. Münevverlerinden, gençlerinden lisânını, edebiyatını, mukaddes haklarını istiyor. Kelimeleri vak’alardan, cümleleri hengamelerden olan bu derin ve fecî’ temenniyi duymuyor musunuz ey, el kalem tutanlar!…
Türkçe yazarken ilme ve cem’iyyete dâ’ir ıstılahlardan başka Arapça, Acemce terkip ve edat kullananlar:
1- Bir lisândan diğer lisâna kâèideler geçebilir. Ve bir milletin sarfı, diğer milletin sarflarından alınan kâ’idelerle teşekkül eder.
2- Dünyada muhtelif bir lisân olabilir.
3- Lisanlar milletlerin değil, ülkelerin ve zümrelerindir.
Desturlarını kabul etmiş demektir. Çünkü hiç kimse hususiyetle böyle uyanıklık asrında kabul etmediği esaslarla hareket edemez. O hâlde eski uydurma edebiyat lisânını taklit ederek terkip yazanlar, ya cahildirler, ilmin bulduğu şe’niyyetlerden çıkardığı mefhumlardan haberleri yoktur; yahut da ilmin hakikatini bilmedikleri hâlde Türklüğü
kendi lisânından, kendi edasından, kendi şivesinden mahrum bırakmak istiyorlar. İlim hayatında [şe’niyyet realite]lerden mefhumları çıkarıyor:
1- Bir lisândan diğer lisâna kâ’ideler geçemez. Muhtelif milletlerin sarflarından bir sarf vücuda gelemez.
2- Dünyada muhtelif bir lisân olamaz.
3- Lisânlar ülkelerin, zümrelerin değil milletlerindir.
Lisâniyyât ilmine dâ’ir yazılmış kitaplarda bu noktalar uzun uzadıya anlatılmıştır. Abel Havlak artık klâsikleşmiş olan “Lâ-Lengüstik” unvanlı kitabının onuncu sahifesinde, “Lisânlar, kısa söyleyelim, kendi tabî’atlerinin haricine çıkamazlar. Meselâ muhtelif bir lisan asla taratılamaz. Sarfının bir kısmı İslâv, bir kısmı Lâtin bir Hint ve Avrupa’î lisânı tahayyül olunamaz. Muhtelif lisânlar yoktur ve olamaz da…” der. Evet Türkçe’yi Arapça ve Acemce kâ’ideleri karıştırarak terkipler yapmak ilmin mefhumlarını inkârdan başka bir şey değildir. Hâlâ Arapça Acemce terkip yapanlar memleketimizdeki bilgisizlikten, ilim ve fen hususundaki dalgınlıktan istifade ederek:”Lisânlar kendi tabî’atlerinin haricine çıkabilirler. Muhtelif bir lisân yaratılabilir. Sarfının bir kısmı İslâv, bir kısmı Lâtin bir Hint ve Avrupa’î lisânı pekâ’lâ tahayyül olunabildiği gibi Arapça ve Acemce kâ’idelerinden bir (Lisân-ı Osmânî) yapılır. Hâsılı muhtelif lisânlar vardır ve olur da…” demek istiyorlar. heyhat Zolular, Patagonyalılar bile bugünkü ilmin vazıh mefhumlarına bu kadar isyan edemezler.
Eski uydurma edebiyat lisânının Arapça, Acemce terkiplerini yazanlar mü’essis ve makbul bir ilmi “lisâniyyât” kökünden yıkmalı, selikiyyât ilminin yok olduğunu ispat etmelidirler. Yoksa hakikat ilerler ve onu hiçbir şey tutamaz…