Biz hâlâ bugünkü hakikate asla uymayan kurûn-ı vustâ mefhumlarıyla düşünürüz. Hiçbir neticeye varmayan bütün münakaşalarımıza sebep işte bu mefhum mes’elesidir.
İctimâ’iyyatta, ulûmda, siyasiyatta olduğu gibi lisânda da bizi ihata eden hakikate, şe’niyyete yabancı kalır ve kendi kafamızdaki uydurma mefhumlarla hakikatler yapmaya çalışırız. Meselâ hakikatte bir Türk milleti vardır. Bunu mümkün olduğu kadar inkâr ederiz. Çünkü kafamızda binlerce kırılmış hayalden doğma bir “Osmânlılık” mefhumu
vardır. İsmini inkâr ettiğimiz milletimizin ancak altı asırlık tarihini alır, daha evvelki hayâtını tanımayız. Heyhat, hâlbuki altı asırda seksen milyonluk bir millet değil, hatta altı metre muhitinde bir çınar ağacı bile yetişmez… hakikatte yaşayan şey’leri birer birer inkâr ederken lisânı da unutmayız. Ve denir ki: Türkçe yoktur. Bu lisân, Osmânlı lisânıdır. Osmânlı lisânı da sarfının içinde Arapça, Acemce kâ’ideler bulunan muhtelif bir lehçedir. Arapça ve Acemce iyi bilmeyen Osmânlıca yazamaz!
İlmin, fennin hakikat gibi nazarımızda hiç ehemmiyeti yoktur. Elimizde “Kamûs-i Osmânî”ler var. Bunların içinde bir kelime Türkçe bulunmaz. Hep Arapça, Acemce kelimeler… “Osmânlıca” denilen düzme edebiyat dilinde Türkçe’ye zerre kadar ehemmiyet verilmez. Türkçe Osmânlıca’nın içinde âdeta kuymetsiz bir safradır. Türkçe kelimeleri adî, kaba, ahenksiz buluruz. Meselâ “izcilik, oymakbeyi ve ilâh…” gibi millî hareketin yeni ıstılahlarını bile şedit bir tehalükle Osmânlıca’ya tercümeye kalkarız.
Ve hakikate, ya’nî arife iltifat etmediğimizden kullandığımız Arapça ve Acemce kelimelerin ma’nâlarını da lisanî vicdanda değil, Arap ve Acem kamuslarında ararız. Hâlbuki geçen makalelerimizde anlattığımız gibi “Osmânlıca” diye hakikatte bir lisân yoktur ve olamaz da… Konuştuğumuz lisân Türkçedir. Her lisân gibi bizim lisânımıza da hariçten kelimeler girmiş ve Türk milletini kesp etmiştir. Türk sarfına diğer ecnebi sarflardan kâèide giremez. Arapça, Acemce terkip ve cem kâ’ideleri ancak o uydurma eski edebiyat lisânında yaşayabilir. Konuşurken hiçbir Türk ıstılahlardan başka Arapça, Acemce sarflarıyla yapılmış terkipler ve cem’ler kullanamaz. Türkçe’ye giren yabancı kelimelerde eski mânâlarını gâ’ib eder. Türk tecvidine göre ahengi değiştirdiğinden sonra ma’nâsını da değiştirdi.
Meselâ “mektep, şafak, tesrîr, seda” kelimelerine bakalım. Bu kelimelerin Türkçe ma’nâları başka Arapça ma’nâları başkadır.
Türkçe mektep: içinde ders okunacak bir yer demektir, Arapça mektep: içinde yazı yazılacak yer…
Türkçe şafak: güneş doğmazdan evvelki aydınlıktır. “Şafak attı. Daha uyuyamadım.” denir. Arapça şafak güneş battıktan sonraki aydınlıktır. Türkçe tesrîr: sevinmektir. Arapça tesrîr: yarı beline kadar suya dalmaktır. Türkçe seda: Ses demektir. “Boğuk bir seda ile söze başladı” denir. Arapça seda ses değil, sesin aksi demektir. Türkçe’ye ehemmiyet vermeyen, Türkçe’nin varlığını inkâr eden kurûn-ı vustâ mefhumcuları bugün Türkçeleşmiş olan bu kelimelerin Türkçe ma’nâlarını yanlış, Arapça ma’nâlarına doğru derler. Hâlbuki lisânımızda bu kelimelerin Türkçe ma’nâları doğru, Arapça ma’nâları yanlıştır.
Türkçe’ye giren kelimelerin ma’nâları Arap ve Acem kamuslarında değil, Türklüğün lisânî vicdanındadır.
Arapça, Acemce kelimelerle beraber Türkçe kelimelerin de ma’nâsı arifin, şe’niyyetin verdiği ma’nâdır. Türkçe ne kadar çok kelimeler vardır ki eski ma’nâları bugün tamamıyla değişmiştir. Bugün; bugünkü hakikatin, ya’nî arifin verdiği ma’nâ doğrudur; eskisi yanlıştır.
Netice: Türkçedeki kelimelerin ma’nâları ecnebi kamus kitaplarında değil, onları alıp sitediği gibi kendine mal eden lisânî vicdandadır. Ey gençler! Artık evvel zaman kalbur saman âlimleri gibi gözlerini ecnebi kamuslara dikmeyiniz sizi içinde yaşatan hakikati, şe’niyyeti, ırkı taktik ve tarassut ediniz. Şiveniz, sarfınız, nehviniz, üslûbunuz gibi, kelimeleriniz en doğru ve mükemmel ma’nâsını da orada bulacaksınız…