İstanbul’da birkaç sınıf vardır ki lehçelerinin tarz ve edaları başka başkadır. Bu sınıfların başlıcaları şunlardır:
1- Eski edebiyat taraftarı olan terkipçi şâ’irler.
2- Ulema ve softalar.
3- Eski ıstılahçı mu’allimler.
4- Bâb-ı Âlî üslûbunu hâlâ yaşatan muhafazakâr me’mûrlar.
5- İkinci sınıf halk.
6- Tanzimat ma’ârifiyle tahsil görmüş kadınlar.
7- Tanzimat ma’ârifiyle kuvvetli tahsil görmeyen kadınlar.
8- Yabancılar.
9- Gayr-ı Türkler.
Bu sınıfların hepsi İstanbul’da oturduklarından “Bizim Lisanımız İstanbul Türkçesidir” e’dâsını ileriye sürebilirler. Nitekim en meşhur bir terkipçi şâ’irimiz:
- Benim lisanım İstanbul Türkçesidir… diyordu. Acaba doğru mu söylüyordu?Tetkik edelim. Ve bir netice çıkarmaya çalışalım.
Eski Edebiyat taraftarı olan terkipçi şâ’irler bunlar gittikçe azalıyor. Ve hemen yavaş yavaş terkiplerini takit edenler kalmıyor. Bununla beraber eski şöhretlerinin kuvvetleriyle hâlâ yaşıyorlar. Varlığını artık anlayan Türk milleti konuştuğu güzel lisanın yazıldığını istiyor. Bunu terkipçiler peka’lâ gördükleri hâlde aldırmıyorlar. Yine eski
konuşulmaz edebiyat lisanını yazıyorlar.
Millî uyanıklığın lisan ve edebiyata geçmeyeceğine kâ’il olan bu zatlardan Cenap Şahabettin ve Süleyman Nazif Beyefendiler son zamanlarında tabî’î ve konuşulan Türkçe’yi yazmaya cehdedecek yerde bütün bütün Arapça ve Acemce terkipler düzmeye başladılar. Cenap Şahabettin Beyefendi hatta “zeki kari’ler” bile diyemiyor, Acemce bir
terkip yapıyor “kari’în-i zekiye” diyor. Geçende bir şi’irini konuşulan Türkçe’ye tercüme ettiğimiz bu mu’azzez ve muhterem şâ’ir: “Kuşlar ve gölgelerle dolu çiçekli bir yuva…” demek için bakınız nasıl Türkçe’den dışarı çıkıyor.
[Bir âşıyân-ı müzehher ki pür tuyûr u zilâl…]
Türkçe’de edebiyat lisanı Arapça ve Acemce’midir? Türkçe ile edebiyat olmaz mı? Sevgili şâ’ir ne mecburiyetle Türkçe kelimeleri, Türk sarfını, Türk edasını, Türk arzunu bırakıp yabancılığa gidiyor? Evet niçin kendi konuştuğu lisanı yazmıyor? Acaba buna muktedir değil mi? Bunu zannetmem.
Cenap Beyefendi konuşurken şüphesiz Türkçe’yi kullanır. Fakat onun itikadınca edebiyatta milletin kullandığı, sevk-ı tabî’îmizde yaşayan kelimeler ve millî eda kıymetsizdir. Meselâ pencere kelimesinin ma’nâsını bilirler. Madem ki Türkle “pencere”nin maènâsını biliyorlar. Onun edebî bir kıymeti yoktur. Şâ’ir artık “revzen”dir. Çünkü halk bunun ma’nâsınıi, doğru telâffuzunu bile bilmez.
Sonra Cenap Beyefendi edebiyatların milletlere â’id olmayıp, zümrelere â’id olduğuna kâ’ildir; eski İskenderiye edipleri gibi… derler ki: “Benim yazdıklarımı Türk halkının anlamasına ihtiyaç yoktur. Ben keyfim için yazıyorum. Bununla beraber her millette konuşma lisanı başka yazı lisanı başkadır.”
Hakikî Türkçe’yi kullanamayan bir zatın Türkler için yazmadığı doğru… Fakat her milletin konuşma lisanıyla yazı lisanı arasındaki fark başka başka değildir. Her lisanın içinde, hatta muharrirlere göre değişen bir “cüslûp farkı” vardır. Meselâ Fransızca’da Victor Hugo’nun bir şi’irini alınız. O üslûp ne derin, ne âlîdir!
Lâkin kelimeler, sarf, eda tamamıyla Fransızcadır. Bu şièirin ma’nâsını ihtimal birçok Fransız anlayamaz. Fakat kelimelerinin ayrı ayır ma’nâsını bilmeyen bir Fransız var mıdır? Bütün büyük Fransız muharrirlerinin üslûpları ayrı ayrıdır. Hatta imzaları olmasa bile eserlerinden kim oldukları anlaşılır. Fakat bu başkalık lisan farkı değil üslûp farkıdır.
Lisân o hiç değişmeyen, o her Fransız’ın bildiği Fransızcadır. Bizim terkipçi ediplere gelince iş değişir. Meselâ Cenap Beyefendi’yi konuşurken bütün Türkler anlarla. Çünkü selikamızda yaşayan millî kelimeleri kullanır. Yazarken
Arapça Acemce teshil görmemiş Türkler anlamazlar. Niçin? Çünkü selikamızda, sevk-i tabî’îmizde olmayan kelimeleri ve tarzları kullanır. Buna üslûp farkı değil, “lisan farkı” demelidir.
Hâlbuki bir milletin edebiyatı içinde üslûp farkları olması, lisan farkları olmamalı. Lisan bir, fakat üslûplar ayrı ayır olmalı.
“Bir bahar yatağında açık saçık uzanmış” demek için “Bu came-i hâb-ı rebî’îde, berehne sâ’id-i simin, berehne sâk u serin…” demek üslûp yapmak değil, Türkçe yazmamaktır.
Eski terkipçi ediplerimizin zihniyetleri değişmiş ve bambaşka bir şey olmuştur. Selikalarındaki kelimeleri onlar adi ve gayr-ı edebî bulurlar. Türkçe’nin medsiz edasını, medsiz şivesini beğenmezler. Ve Türk sarfıyla terkip yapmayı san’atsızlık sanırlar.
Türkçe’deki lâmî ve beyanî izfet farklarını hiçe sayarlar. Yazdıkları şey konuşulun Türkçe’ye asla benzemez. Hatta eserleri lisanımıza tercüme olunabilir. Onların eserlerindeki alacalı bulacalı terkipli ve meldi lisan İstanbul Türkçesi olmak şöyle dursun hatta Türkçe bile değildir. Bunu uzun uzadıya ispat etmeye hacet yok. Herkes tecrübe edebilir. Konuşurken dikkat eder, hakikî Türkçe’de terkip ve med olmadığının farkına varır. Yahut eski ediplerin eserlerindeki terkipli cümlelerden bir tane kullanır. Etrafında nasıl gülündüğünü alay edildiğini görünce bu lisanın ictim’î hakikate ne kadar zıt ve muhalif olduğunu anlar…
“Daha var”