Türkçe Tarih

Osmanlı Tarihinde Cellatlar

1826 tarihine kadar Osmanlı devletinin, askeri disiplinle yetiştirilen ve cellatbaşının nezareti altında devlet cellatları bulunmuştur. Cellatların İstanbul’daki kışla-koğuşları da Topkapısı Saray-ı hümayununda «Hamlacılar Ocağı» denilen saray kayıkçılarının koğuşları yanındaydı.

«Cellat ocağı», sarayın en büyük zabitlerinden ve doğrudan padişaha bağlı bostancıbaşı ağanın emrindeydi; çok geniş ve mühim bir teşkilat olan bostancı ocaklarından biri sayılırdı.

Tarih kaynaklarımızda idam hükümlerinin infazı sahneleri anlatılırken bazen, «cellat» tabiri kullanılmadan, sadece ve mesela: «Bostancılar kemend atıp kârını tamam etti» gibi cümlelerle belirtilen bir idam hükmünü infaz edenler daima cellat ocağındaki bostancılar olmuştur; çok geniş olan bostancılar teşkilatının diğer ocaklarındaki bostancı neferlerinin de cellatlık görevinde kullanıldığı asla düşünülmemelidir.

Cellatbaşının «Yamak» unvanı altında bir muavini vardı, eğer idam hükmünübizzat cellatbaşı infaz edecekse, yanına yardımcı olarak muhakkak yamağını alırdı. Cellatbaşılar ancak pek mühim kimselerin idam hükümlerini infaz ederlerdi, idam mahkumları arasında yalnız yeniçeri neferleri, yine kendileri tarafından öldürülürdü.

Cellatbaşı dahil, cellat ocağının bütün efradı istisnasız Hırvat dönmesi veya Kıpti idi. idam fermanı bostancı ağaya verilir; mahkum, mühim bir şahsiyet değilse infazda bostancıbaşı bulunmazdı. Cellatlar, idam hükümlerinin infazından başka, tevkif edilmiş bir sanığın söyletilmesi için işkence işi ile de görevliydiler. Cellat ocağında tüyler ürpertici işkence aletleri vardı.

İŞKENCE ÇEŞİTLERİ

İdam hükümleri, ya adiyen infaz, yahut işkence ile infaz şekillerinde verilirdi. İdam işkenceli ise, işkencenin şekli de fermanda zikredilirdi.

Adiyen infazın üç şekli vardı: Siyasi mahkumlar sarayda, kendi evinde veya zindanda, bazen yakalandığı herhangi bir yerde yağlı kementle boğulurdu; yeniçerilerden veya diğer asker ocaklarına mensup suçlulara fiilen askeri birliklerin başında bulunan kumandanların cellat satırı ile boyunları vurulurdu.

Hırsızlar, serseriler, caniler (cinayetlerinin cezası işkenceli değilse) şehrin kalabalık bir çarşı boyunda, İstanbul’da ekseriya bugünkü Çarşıkapı dediğimiz, eskiden de Parmakkapısı denilen yerde, bazen suç yerinde, mesela hırsızın soymak için girdiği dükkanın kapısında, asılarak idam olunurlardı.

İşkence ile idamın şekilleri ise ayrı ayrı korkunçtu: Elleri, ayakları kesildikten ve kulakları, burnu kesildikten sonra başını vurmak; göğsünün ve sırtının derisi yüzüldükten sonra başını vurmak; kazığa oturtmak; çengele asmak, çarmıha yüzükoyun bağladıktan sonra, kıç kaba etlerini ve omuz başlarını bıçakla oyarak buralara büyük mumlar dikerek şehirde bir deve üstünde dolaştırarak halka teşhirden sonra başını vurmak.

Siyasi mahkumların kement ile boğulduktan sonra bazan başları gövdelerinden alınarak Bab-ı Hümayun önündeki ibret taşının üstüne konulur ve halka teşhir edilirdi.

Cellatların, suçluları söyletmek için tatbik ettikleri bazı işkence şekilleri de şunlardı: Saçlarını ustara ile kazıdıktan sonra başına, ateşle kızıl hale gelmiş demir tas geçirmek; deri yüzmek, cımbızla sinir çekmek; kaynar suya daldırdıktan sonra soğuk suya sokmak, oradan çıkarıp tekrar kaynar suya daldırmak, çıplak vücudu demir tel kese ile keselemek; tırnak, diş sökmek.

TAŞRAYA CELLAT GÖNDERİLİRDİ

Bir devlet adamı idama mahkum olunca, ferman kendisine bostancıbaşı tarafından eteği öpülerek hürmetle gösterilir, teselli yollu sözler söylenir ve abdest alıp iki rekat namaz kılmasına müsaade olunurdu; bu tebliğ ekseriya da, metanetle karşılanırdı.

Mesela Viyana bozgunundan sonra Belgrad’ta idam edilen Merzifonlu Kara Mustafa Paşa, namazından sonra «vücudum toprağa düşsün» diyerek odanın kilimlerini toplatmış, uzun sakalını kendi eliyle kaldırarak celladın kemendi geçirmesine yardım etmiş ve cellada «Sanatını maharetle yap!..» demişti.

Taşrada, cellat gönderilip idam edilen siyasi mahkumların hükmün infazından sonra başı kesilir, yolda bozulmaması için bal doldurulmuş bir kıl torba içinde cellat tarafından İstanbul’a getirilir ve Payitaht’ta yıkandıktan sonra teşhir ve defnedilirdi.

Osmanlı tarihinde en namlı cellatlar, XVII. asırda Cellatbaşı Kara Ali, onun yamağı Hammal Ali ve Kara Ali’den sonra başcellat olan Süleyman’dır.

CELLAT ÇEŞMESİ

Topkapı Sarayı’nda, Bab-ı Hümayun ile Babüsselam (Orta Kapı) arasındaki Birinci Avlu denilen meydanda, Babüsselam’a yaklaşırken sağ taraftaki duvar önünde görülen çeşmedir. Bu çeşmenin önünde sütunumsu bir taş vardır, onun da adı «İbret Taşı» dır; çeşmenin de, bu taşın da hatıraları çok kanlıdır.

Kafası cellat satırı ile uçurulan veya boynuna dolanan cellat kemendi ile boğulduktan sonra başı gövdesinden ayrılan binlerce bedbaht insanın kelleleri bu ibret taşının üstünde teşhir edilirdi ve cellatlar satır, bıçak ve usturalarındaki insan kanlarını bu çeşmede yıkayıp akıtırlardı.

CELLAT MEZATI

Bir mahkum cellada verildi mi, esvabıyla beraber üzerinden çıkan her şey cellatların olurdu; bu eşyalar toplanır ve senede bir veya iki defa büyük bir mezat ile satılır, tutar bedelleri cellatlar arasında taksim edilirdi. Buna «Cellat mezatı» denilirdi. Cellat mezatlarında ekseriya çok kıymetli eşya bulunurdu ve sahipleri cellat elinde can verdiklerinden, bir uğursuzluğa yorularak hakiki değerinden çok ucuza satılırdı, fakat cellat mezatından bir şey satın almak da her kişinin yapabileceği şey değildi.

İstanbul’da Atatürk Bulvarı üzerinde Bozdoğan Kemeri’nin hemen yanıbaşında Belediye Müzesi yapılmış güzel medresenin banisi, XVI. asır sonu saray ricalinden kapı ağası Gazanfer Ağa’dır. Padişah III. Murat üzerindeki sonsuz nüfuzu ile rüşvet yolundan büyük bir servet yapmıştı. O zamanlar İstanbul’da Rasim Ağa isminde namlı bir saatçi ve kuyumcu vardı. Hakikaten büyük sanatkardı. Gazanfer Ağa, bu zata fevkalade kıymetli elmaslarla müzeyyen altın bir koyun saati yaptırmıştı (cep saatinin daha büyüğü, kişilerin koynunda muhafaza edilen saat), saatin cevahirini de kendisi vermişti. Kapı Ağası Gazanfer Ağa, bir askeri ihtilalde cellada verilince, ağanın meşhur murassa altın saati koynundan çıkmış, cellat eline düşmüştü. Cellatlar başlı başına bir servet olan bu saat için bir mezat yaptılar. Saati cellat mezatından Tırnakçı Hasan Paşa satın almıştı. Kısa süre sonra Hasan Paşa da idam olundu, saat yine cellat mezadına düştü.

DENiZiN DİBİNDE PARLAYAN SAAT

Bu sefer de bu harikulade güzel saati pek ucuz bir bedel mukabili Kasım Paşa satın aldı. Bir, iki ay geçti geçmedi, Kasım Paşa da cellada verildi. Saat onun da koynundan çıktı ve üçüncü defa cellat mezadına düştü. Bu sefer de Gazanfer Ağanın meş’um saatini Sadrazam Derviş Paşa satın aldı ve küçük kardeşine hediye etti. Tarih kaynaklan, bu zatın ismini bilmiyorlar, pek genç yaşında, yani tüysüz bir delikanlı iken sadrazamın himayesiyle Eğriboz sancak beyliğine tayin edildiği için «Civan Bey» lakabı takılmış ve adı unutulmuştur.

Müverrih Peçevili ibrahim Efendi, Civan Bey’le Eğriboz’da bey konağının deniz üstüne kurulmuş salaş taraçasında sohbet ediyorlarmış. Söz saatten açılmış, İbrahim Efendi saat meraklısı imiş, Civan Bey koynundan murassa’ bir saat çıkararak müverrihe göstermiş. İbrahim Efendi «ömrümde bu kadar güzel saat görmedim!» deyince. Civan Bey de o güzel ve kıymetli saatin başından geçenleri anlatmış. Peçevili, elindeki saati hemen bırakarak: «Böyle uğursuz saati insan düşmanına vermez… Paşa nasıl olmuş da size hediye etmiş…» demiş. Bu söz Civan Bey’e tesir etmiş, hemen hançeriyle saatin elmaslarını çıkarmış ve bir çekiç ile de çarklarını kırarak denize atmış.

Denizin dibinde saatin parıltısı görülüyormuş; Civan Bey’le İbrahim Efendi taraçada oturmaya devam ederken, bir atlı gelmiş, Civan Bey’e vazifesinden azledildiğini tebliğ etmiş. Civan Bey şaşırmış: «Azlimi mucip bir şeyimiz yok idi…» demiş. Gelen adam: «Beyim… Beyim!… Derviş Paşa idam olundu… Sizin dahi idamınız için ferman çıkıp, bostancılarla gönderildi… Sonra şefaatçileriniz himmet ettiler… ikinci bir ferman ile ben gönderildim ve idamınıza memur olanlara, yarım saat evvel yetişebildim!» cevabını vermiş.

CELLAT MEZARLIĞI

Eyüp’te, Karyağdı Bayırı’nın arkalarında münferide ve zamanımızda metruk bir mezarlık idi. Dört köşe köfeki taşından ve hemen hepsi gayet iri, 1,70-1,90 metre boyunda kabir şahidelerinin hepsi yazısızdır.

Bu mezarlık, toplum ahlakının en asil örneklerinden biri olarak son derece şayan-ı dikkattir; cana kıymış bir caniyi, idam ile ölümünden sonra, cesedini mezarlığa kabul eden cemiyetimiz, resmi bir görev de olsa, bir ücret karşılığı adam boğan veya kesen celladın ölüsünü mezarlıklanna kabul etmemiş, onlara ayrı bir mezarlık yapmıştır.

1950’den sonra bu cellat mezarlığına gitmek imkanı bulunamadı. O tarihten bu yana, istanbul’da şehir dışında alabildiğine geniş iskan faaliyeti olmuş, yeni yeni isimlerle adeta köyler, kasabalar kurulmuştur.

Kaynak:

Reşad Ekrem Koçu, Hayat Tarih Dergisi, 1971, Hayat yayınları,sayı 5, Haziran

Exit mobile version