I – Tarih öncesinden tarihe geçiş
Türk Havva’sı, arkeolojiden ve tarihi kayıtlardan belirdiğine göre, İç-Asya’nın kuzeyinde, yüksek ve karlı zirvelerin eteğinde, çam ve kayın ağaçlarının bittiği bir sahnede doğdu. Bu iklim güneye doğru geniş bozkırlara açılıyordu. Milattan önceki bin yılın başında İç Asya’daki hayat şartları belki yeni bir göç akını neticesinde birden değişmişti. Daha önce küçük çapta çiftçilik eden ve muhtemelen maderşahi bir nizam içinde yaşayan toplumlar, çobanlık ve yarı-göçebeliğe başladı. Kış mevsimi surlar içindeki kışlaklarda geçiriyor ve baharlarda sürüler ile otlaklara gidiyorlardı. Tarihi asırlara (Miladi Beşinci yüzyıl sıraları) uzayan bu devrede Türk kadının şahsiyeti çift vechede gelişti. Kış aylarını ocak başında eski Türkçe tabiri ile “evçi” (ev-kadını), anne ve aşçı fakat ateş ibadeti ile de vazifeli olarak geçiriyordu. Ana-tanrıca Umay bu kadın hükümdarlara mahsus bağdaş oturuşunda taçlı bir kadın görülmektedir. (Lev. I/a). Bu levhada Umay’a kurban takdim edilmesinin gösterildiği sanılır. (lev. I/a)
Bahar gelip sürüler otlağa çıkarken kadınların yaşayışı değişirdi. Onların da günlük hayatında at üstünde çobanlık etme; düşman bir boyun saldırısına karşı koymak veya ondan kaçmak; sürüler çalınır ise avlanarak geçim temin etmek gibi haller olağan idi. Bütün bir boyun yok edilmesi ile bitebilen hücumlardan korunmak için “er”lerde bulunan vasıflar gerekiyordu. Türk “kam-hatun”ı (kadın şaman) mensup olduğu “boy”u düşmanlara karşı savunacak bir er oğul için savaş tanrısına yalvarırdı. “Kam-katun” lar saç örgülerini taç gibi savunarak döne döne ayin yaparlardı. Bu görünüş kadim İç Asya’da bayrak alemi olarak da kullanılan tunç maskelerde belki temsil edilmişti (lev. I/b) “Kam-katun” ayin sırasında davullar çalınırken ilahiler söyler ve “yer-suv (su)” “kut”larını (ruhlarını) yardıma çağırırdı. Neolitik çağa ait bir mezardaki ceset ile onunla birlikte gömülen eşyaya dayanarak yapılan resim kadim “kam-katun” ların görünüşünü aks ettirmektedir (lev. I/c). “Kam-katun” ların bazı mezarlarında altından ve renkli taşlar ile murassa olabilen taçlar da bulunmuş. Fakat kadınların çoğu, erkekler gibi süslü olmakla beraber faal hayat şartlarına uygun bir kıyafet giyiyorlardı. Kadim sanat eserleri ve tarihi Türk devri kayıtlarına göre evli kadınlar erkeklerden farklı olarak yüksekçe bir başlık giyiyordu (Erkekler “börk” veya, merasimlerde, “çalma” denen baş-bağını kullanırdı). “Sin” denen mezar heykellerinde (lev. IV/a) ve duvar resimlerinde (lev. V/b) görüldüğü üzere kadınların merasim elbisesi uzun idi.
Türkçe ve Kök-türk harfleri ile yazılı taş üstünde kitabelerde olduğu gibi edebiyat ile tarih, ilk Türk kadınlarının hayatını kadim devirlerin bir uzantısı olarak anlatmaktadır. Asırlar boyu süren çetin hayat şartları kadın şahsiyetine güçlü bir veche vermişti. Türklerin efsanevi anası bir “Böri” (Kurd) tanrıca, veya semavi bir “Böri” nin eşi olarak tasavvur ediliyordu. Efsanevi ana, sanatta temsil edilince bir duvar resminde “Böri” şekli de olan çıplak bir genç kadın gösterilmişti. (lev. II/a) Halk arasında efsanevi ana’nın tunç heykelciklerinde ise genç kadınını başında Tulga bulunuyordu (Lev. II-b). “Er” ler gibi Türk kadınları da ölünce binek atları ile birlikte gömülüyorlardı. Miladi IX. Asırdan bir mezarda at üstünde kadın cesedi bulundu. Bazı Türk boylarında nişanlanmak için müstakbel gelini güreşte yenmek gerekiyordu (erkekler de yenilebilmekte idi.) Yedinci, veya sekizinci asırdan bir gümüş tepside (lev. IV/c), Dede Korkut destanlarında Bamsı Beyrek ile Banu Çiçek’in nişan güreşinin temsil edildiği zannedilir. Serbest tavırlı bulunmakla birlikte Türk kadınları iffet sahibi olmakla ün salmışlardı. Zina suçu olursa erkek suçlu cezalandırılırdı.
II – Kök-Türk ve Uygur çevresi
Altıncı asırda Kök-Türk boyu Doğu’da Çin sınırlarından Batı’da Karadeniz’e ve Güney’de Hind ile Fars’a kadar uzanan bir devlet kurdu. (550-745). Onlardan hemen sonra Türk dünyasının başına 745-1377 arasında Uygurlar geçti. Fakat Uygurlar Doğu yönünde hakim bulunurken Batı Türkistan ise kendilerine Hakani Türk adını seçen ve muhtemelen Kök-türk sülalesinin ahfadı olan bir soyun (840-1220) idaresinde idi. (Modern tarihçiler bu hanedana Karahanlı demektedir) Orta Asya’da Türklerden önce başka ırklar da bulunuyordu ve bunlar büyük ölçüde Türkler arasında eriyecekti. Türk olmayanlardan Orta Asyalı İranlılar ve bugünkü Avrupa dillerine benzetilen Türkçe metinlerde ““ohri” denen bin lehçede konuşanlar başta geliyordu. Muhtelif dinler de Orta Asya’da yaygındı. Türklerin eski dinleri gök-yer, semavi cirmler ve unsurlar ile atalar ibadeti idi. İlaveten asgari altıncı asırdan beri milletler arası dinlere girdiler. Hindistan ve Nepal’den gelen Burkan dini Orta Asya’da aldığı hususi veche içinde Türkler arasında çok yaygın olup pek ehemmiyetli bir sanat ve edebiyat ortaya çıkardı. Bir Uygur Hakanın Sekizinci asırda kabul ettiği Mani dini ile Parth-Babil sanatı ve kosmolojisi tesirleri de Türk kültüründe epeyi eser vücuda getirdi. Orta Asyalı İranlıların dinlerinden Zurvan ve Mazda mezhepleri dahi Türkler arasında taraftarlar bularak hatıraları kültürümüzde kaldı. Nesturi ve Latin mezheplerindeki Hristiyanlık daha az olmakla beraber edebiyat ve sanatta bazı izler bıraktı.
Kadın şahsiyetine gelince altıncı asırdan beri tekerrür ede gelen Doğu Asyalılar ile evlenmelerini ve hem Hint hem Çin üzerinden Türklere gelen Burkan dininin tesirleri bilhassa yüksek sınıflarda yeni cereyanlara yol açmıştı. Kadınlar hakkındaki değer mefhumları değişmekte idi. Cereyan Doğu’da başlayarak gittikçe Batı’ya da yayıldı. Efsanevi Ana’nın güçlü şahsiyeti ve Europid vechedeki görünüşü (Lev. II/b) mazide kalıp Burkan dinindeki şekilleri ile Doğu Asya ile Hint güzellik ve davranış ülküleri benimsenmeye başladı. Türklerin aksine olarak Burkan dini çerçevesinde Çin ve Hint’de yüksek tabakalarda yaşayan kadınlar toplumun idari işlerinde faal değildi. Saray hanımlarından güzel ve zarif olmaları istenmekte idi. Burkan dini normlarındaki güzellik tasavvurunun Türkler üzerindeki bu tesiri bin yılı aşarak Selçuklular ve Osmanlılara kadar sürecekti. On sekizinci asırda bile Şeyh Galib, güzellik ülküsünü “Nigarhane-i Çin ve Hotan” (Türkistan’da Burkan tapınakları olan il) “şanem” lerinde arayacak idi. Dokuzuncu ile onbirinci asırlardan Türk edebiyatındaki Çin nazeninlerini ve Hint rakslarının inhinalarını andıran tasvirler bu güzellik hayaline şekil vermişti. Türkçe “oğluna” (nazlı) denen güzelin ince beli olup “artuç dalı” gibi salınarak yürümekte idi. “Tamga” adı verilen manalı el hareketlerini tezahür ettirecek gibi ince uzun parmakları vardı. Yüz ayın ondördü kadar toparlak ve ak, gözler Uzak-Doğu vechesinde çekik fakat burun Çin tipolojisinin aksine uzun olarak tasavvur ediliyordu. Nisbeten yayvan burunlu Çinlilerin geleneğinde daha Europid vechede ırkların İç Asyalıların ve Türklerin bir hususiyeti olarak çekik ve tümsekli buran işaret edilmekte idi. Hem edebiyatta hem de sanatta kanun seviyesine çıkarılan güzellik tarifi Türk budist eserlerinde de mabut ve hükümdar soyu mensuplarının tasvirlerine teşmil edildi. (lev. V/a,b). Bazı yüksek mertebeli hanımların ağırlaşmış vücut nispetleri ise Türk ressamının değişmeyen gerçekçi tarzının bir tezahürü olabilirdi. Daha mütevazi kimselerin resimlerinde (lev. V/c), indi kanunlar ile bağlı olmayan sanatkârlar şahsi hususiyetleri iyice belirtmekte idi. Mani rahibeleri resimlerde “ürün ton” denen ak elbiselerinden tanınmaktadır (lev. VI/a). Bir duvar resminde ise Hıristiyan Nesturi mezhebine mensup bir genç kız görülür. (lev. VI/b)
Asgari Dokuzuncu asırdan beri kadın süslenme eşyasına münhasır bir çok kelime Türkçe’ye girmişti: Her türlü kimisi çıngıraklı olan mücevherler; taçlar (Didim); yaka şeklinde gerdanlıklar (bakan); yüzükler, bilezikler; ipekler ve dibâ’lar; altın ile işlemeli olabilen bürümcükler; “bağırdak” denen ve beli sıkan cepkenler; milliyete, mertebeye işaret eden veya kozmolojik kanunlar ile alakalı temsili renk ve şekiller nice kıyafetler; düzgün, yanağa ben resmi yapmak için kullanılan allık adları da bu meyanda idi. Uygur hanımları başlarına bir al bürümcük takar ve evlendikten sonra başlık giyerdi. Temsili renkler hakkındaki kaideler zaman il unutulmuş olacaktı. Kaşgari’ye göre güzelliğine güvenen kadınlar al giymekte zeka oyanlar ile temayüz etmek isteyenler ise mor renkleri seçmekte idiler.
“Katun” lar (Hatunlar) kelimenin eski manasında hükümdar annesi veya eşleri oğulları veya kocalarının yokluğunda “ terken” ünvanını ile devleti idare edebiliyorlardı. Uygur hatunu hükümdarlık renginde al elbise ve altın bir başlık giyip merasim ile tahta çıkarılır ve böylece “kut” almış olurdu. Hükümdar ile birlikte hatun tasvirleri de bazı sikkelerde gösteriliyordu. Böyle bir sikkede Hatun yüksek başlığından bellidir. Uzun saçlı, bıyıklı şahsın hükümdar olduğu anlaşılır. (lev. II/a). Hatunların maiyetinde atlı kadın okçular da bulunabiliyordu. Kök-Türk devrinden bir duvar resmindeki düğün alayında atlı genç kızlardan bir bölük takvir edilmişti. (lev. II/a). Altıncı asırda 550-82 arasında kuzey Çin fağfuru ile evlenen Türk Hakan kızının gelin alayında Orta Asyalı ve Türk musikişinaslar ve oyuncular da gelmişti. Bunlar Orta Asya ve Kök Türk musikisini Çin’e tanıttılar. Çin tarihinde bir Türk kadın şarkıcının da adı geçmişti. Bir Uygur resminde görüldüğü üzere (lev. V/d); Orta Asyalı ve Türk oyuncular bir ayak ile top üzerinde muvazene halinde olarak durmadan dönerlerdi. Resimdeki oyuncu bugünde Türklerde olduğu gibi elinde mendil salmaktadır (mendilin eski Türkçesi; “ületü”)
(Gök ibadeti sırasında, vecd halinde de dönerek rask edilirdi. Bu, ibadet tarzı, muhtemelen İslami devirlerdeki “sema” ayinin ilk belirtilerinden idi.)
Kadınlar toplum hayatında yer alıyordu. Hükümdar sülalesi mensupları elçi vazifesi de görebilirdi. Kardeşi Hakan’ın bir Çin fağfurunun kızı ile evlenmesi teklifi ile Kutlug Bilge ünvanlı hanım, elçi olarak Çin’e gitmişti. Hükümdar onu yemeğe davet edince ancak tercüman aracılığı ile konuşulabilmişti. Ziyafet sırasında uygulanacak teşrifat usulleri önceden karara bağlanmış ve her iki taraf mertebelerine uygun muamelede israr etmişlerdi. Çin hükümdarı bir hediye takdim ettiği anda Kutlug Bilge de ayağa kalkıp eğilmekte idi.
Uygur kadınlarının bilhassa hayır işlerinde faal oldukları Budist manastırları yaptıranlar arasındaki isimlerden anlaşılmaktadır. Budist manastırlarda mektep ve hastahane de bulunuyordu. Hayır sahiplerinin resimleri manastır duvarlarına diziliyordu (lev. V/a,b,c.).
Diğer bazı resimlerde ziyafet sırasında kadeh (“tolu”) ile hükümdara ve amirlere sadakat andı içmek merasimi tasvir edilmişti. Bu sahnelerde kadınlar da görülmektedir fakat onların andı başka manda olabilirdi. Yedinci veya sekizinci asırlardan bir resimde gelin ile güveyin düğün şerbeti içmesi temsil edilmiş olabilir (lev. II/b). Bu resimdeki “terinçek” denen kolsuz örtüye burunmuş genç-kızların Türk olduğu sanılmakdatır. Tabgaç sülalesine ati (türk asıllı) resimlerde ve Türk kadınlarının tasvirlerinde de “terinçek” görülmektedir (lev. I/a, II/b)
Kök-Türk Devleti’nin Batı ve Güney sınırlarında dahi Sasani, Fars ve Bizans sülaleleri ile evlenmeler oluyordu. Çinli anneden doğmuş ve Uzakdoğu vechesinde bir Hakan kızı Altıncı asırda I. Husrev Anuşirvan ile evlenerek IV. Hurmizd’in (579-909) annesi olmuştu. İran edebiyatındaki Çin veya Türk Hakan kızı şahsiyetinin bu suretle doğduğu anlaşılmaktadır.
Kök-türk Sülalesinin Hazar kolundan iki hanım Doğu Roma Kayser’leri ile evlenmişlerdi. İlki 695’de, II, Justinianus’un eşi olup vaftiz olunca Theodora ismini almıştı. Türkçe adı bilinmemektedir. Kırım’da sürgünde iken Justinianuse gösterdiği vefadan dolayı İstanbul’da heykeli dikildi. İkinci Hazar hanımı 732 de V. Constantinus ile evlenerek giydiği elbiseye verilen Rumca tsitsakion tabiri ile adının Çiçek olduğu bilinmektedir.
Araplar, altıncı asırdan beri ilk önce Kafkasya’da daha sonra Orta Asya’da Türkleri yakından tanımaya başlamışlardı. Türkistan’daki Buhara eyaletinin bir kadının idaresinde bulunması Arapların bilhassa alakasını çekti. Buhara Hatunu Kabaç da eşi ile birlikte sikkelerde temsil edilmişti. (Le. II/c). “Türk Melik’i” olarak tarihe adı geçen eşinin yenilip Buhara’yı terk etmesi üzerine Kabaç Arap ordusunun başındaki Kutaybe ile anlaşmıştı. Onun yardımı ile başka beylerin hücumlarına rağmen Buhara’yı kendi idaresinde tutabildi ve daha sonra oğluna devretti.
Yine Sekizinci asırda Fargana hükümdarı Arslan Tarkan’ın annesi Araplara elçi olarak gitti. Bu Hatun Arapları tenkit ile devlet idaresi hususundaki Orta Asya geleneğini onlara anlatmıştı.
III – İslami devri
İslama ihtida eden ilk Türk kadınlarından biri Kök-Türk sülalesinin Hazar koluna mensup idi ve 762 yılında, Kafkasya’daki Arap valilerinden Yazid İbn Usaydu’s-Sulami ile evlenmişti. Hazar hanımının gelin alayında kapıları altın levhalar ile süslü ipekli otağlar ve altın tahtlar bulunuyordu. Hanım İslam şehrine girmeden Kur’an-ı Kerim okumayı öğrenmek ve eşinin dinine girmek istedi. Maksad hasıl olunca, hançerini Yezid’e yolladı. Böylece yanına emniyet içinde yaklaşabileceğine işaret ile Yazid’in gelmesine izin vermekte idi.
İslam ne bu Türk kadınının ne de diğerlerinin haklarını azaltmadı. Erken devirde İslam henüz peygamber devrindeki vechesini korumakta idi. Müslüman kadınlarının baş-örtüsü ise bir iffet timsalinden ibaret ve kadınların korunmasına matuf idi. Peygamberin hayatı yıllarında Müslümanlar gayr-i müslimleri ile aynı yerlerde yaşıyorlar ve İslam’dan önceki adetler gayri-i Müslimler arasında devam etmekte idi. Fakir ve himayesiz olan kadınlar tecavüzlere maruz bulunuyordu. Örtülü kadınının ise Müslüman olduğu ve dindaşlarından himaye göreceği bilinebilmekte idi. Gerçek şu idi ki İslâm kadınların haklarını belirten ir hukukî nizamı kurmuş bulunuyordu. Halife Ömer’in Mekke için söylediği şu sözler, belki kadim dünyanın hepsine teşmil edilebilirdi. “ ancak İslam’dan sonra Allah’ın onlardan bahsetmesi üzerine, kadınların da bizden isteyebilecekleri haklar olduğunun anladık”. Ayetler ve onların Peygamber tarafından şerhi olan hadisler kadınların haklarının tafsil ederken Allah katında erkeklere müsavi olduklarını tasrih ile erkeklere ancak aileye bakmadan sorumlu aile reisi olarak “tek derece” üstünlük tanımakta di. Kadınlar eşlerini seçmekte isterler ise tek eş olarak kalmak şartını koşabilmekte mirasa girebilmekte ve servetleri ile kazançlarının müstakil olarak idare edebilmekte idiler. Peygamberin onları okumağa teşviki ile ilk nesil müslüman kadınları bilhasa hadis, tefsir, fıkıh gibi sahalard, muvaffak olmaya başlamıştı. Hafız Umm Varaqa evini mescid olarak açınca peygamber onu iman dahi tayin etmişti. İlke ikinci nesil Müslümanlar arasında birkaç kadın-gazi çok sayıda şaireler ve siyasi şahsiyetler ardı. Peygamberden sonra İslami bölen üç başlıca cereyanın (Ali evladını veya Emevi’leri tutanlar ile Harici’ler) en faal taraftarları kadınlar idi. Böylece Türk kadının erken devirdeki İslami çevreye uyması için başını örtmesi yetiyordu.
İslam Türk dünyasının Güney-Batı sınırlarında başlayıp en Doğu’ya kadar sekizinci ile on beşinci asırlar arasında gittikçe yayılarak Türklerin başlıca dini olurken “terken”lerin imtiyazlarına da son verilmedi. Arap kaynaklarında Baniçur denen ve asli şekli belki Bay Çor olan sülale Abbasi valileri olarak Belh ilini idare etmekte idiler. Bunlardan “Abbas oğlu Davud (847-71) adı masallara geçecek bir sarayın inşasına başlamış ve o kadar dalmıştı ki vilayetin işlerini Hatun’una bırakmayı istedi. Hayırseverliği ile ün salan bu Hatun halkı sıkmadan vilayetin vergisini ödeyebilmek için mücevherler ile süslü elbisesini Bağdat’a yollamıştı. Hatun Türk kadınlarının Uygur devrinde ve daha sonra da Selçuklular ve Osmanlılar da devam edecek geleneğinin yaşatarak nice imaretler de yaptırmıştı.
Onuncu asır başında, devrin iki Türk devletinden Hakani’ler (Karahanlı) İslamı kabul ettiler ve az sonra Orta Ve Batı Türkistan’da ilk büyük İslami Türk medeniyetinin kurucusu oldular. Bu sülalenin kızları “Türk Hakanları” soyuna mensup olmakla “terken” ünvanın asli sahibi sayılıyordu. Kaşgari’nin naklettiği manzum bir dilekçe bir “terken” den yeni iş isteyen bir kişinin hatırasını aks ettirmektedir. Hakani sülalesinden hanımların bazısı Türkistan’ın Güneyinde yeni devletler kuran Türk sülaleleri ile evlenmekte idiler. Hakani devrinde (840-1220) yeni sülalelerin başlıcaları bugünkü Afganistan’da merkezi bulunan Gazneliler (962-1186) ve Orta Asya’nın güney bölümü ile Arap yarım adasına Azerbaycan’a Fars’a ve 1071’den sonra Anadolu’ya hakim bulunan Selçuklular (1037-1194) idi (Dihli Sultanları, Mısır ve Suriye Memlukları ile osmanlılar, kendi çevrelerinde, 1205, 1259 ve 1299’da idareyi ele alacaklardı). Selçuklu Melikşah’ın (1072-92) eşi olan Hakani soyundan Terken Hatun teretdüd etmeden üvey oğluna karşı askeri hareketa geçmişti. Türkistan’da “terken” geleneği o kadar canlı idi ki Harizmşah Tökişoğlu, “Alâu’d-Din Muhammed (1199-1220), karşısında rakip olarak, anasını da bulmakta idi. “Terken”lerin kendi maiyeti, divani ve ordusu bulunurdu.
Yakın-doğuda ise Nizamı-l-Mulk’un naklettiğine göre Türklerin aksine bir temayülde bulunan Sasaniler kadınları siyasete karıştırmamıştı. Kadınlara menfi gelenekler Türk “Terken” lerine karşı itirazlara yol açıyordu. Yine de “terken” ler bir müddet dayandı. Kronolojik sırada birkaç misal verilebilir: Tuğrul Bey’in (1037-63) eşi Altun Can Hatun hükümdarın yokluğunda yapılan bir hücumu kendi ordusu ile geri durdurabilmişti. Hatıra ilk gelen diğer kadın naibe ve hükümdarlar arasında şunlar da vardı; Şam Atabeği Tuğ-Tigin oğlu Böri’nin (1182-31) eşi Merd Hatun; Birkaç yıl müstakilen hükümdarlık eden Dihli Sultanı İl tutmuş’ın kızı Raziye (1232-35); Eyyubi’lerden Salih Necmuddinin dulu olup Türk Memluklarınca naibe tayin edilen ve böylece Türk memlukları devletini siyasi sahada faal Türk kadınlarından bahsediyordu. Akkoyunlu sülalesinden Erdebilli Şah İsmail’i dünyaya getiren alemşah Begum bir rivayete göre siyasi anlaşmazlıkları mezhep ayrılıkları ile alevlendirmişti. Hükümdarlara mahsus şekilde kenarı oniki çiçekli olan bir Kızıl-baş tacirini başına giyerek “Alevi Azerbaycan Türklerini” sunni mezhebine karşı kışkırtmıştı.
Osman padişahları ondürdüncü ve onbeşinci asırlarda komşu devletlerdeki Türk ve yabancı sülalerden kız alıyordu. Bu hanımların siyasi tesirlerinin pek olmadığı anlaşılmaktadır. Osmanlıların odalıkları (H. 1057/1647 deki gibi istisnalar dışında) hükümdar eşi payesinde değildi. Ancak en gözdeler “haseki” olabilmekte ve oğlu padişah çocuk yaşında ise devletin idaresinde sadr-ı azam ve padişah’ın hocası ile birlikte valide-sultanda söz sahibi oluyordu. Valide-sultanlar arasında vakanüvisler bilhassa şu adlar üzerinde durur: Nur-Bânû (ölümü 1650); Tarhan (veya Turhan) Hadice (ölümü 1682). Çok beğenilen bu sonuncusu dışında Osmanlı tarihçileri kadınların sarayda hizipleşmeğe ve rüşvete müsaade ettiklerini ve böylece isyanlara hatta ihtilallere yol açtıklarını ileri sürmektedir. Valide-sultanların oğullarına tavsiye ettikleri “müsahibe”lerin (kadın müşavirler, sohbet arkadaşları) bazısı da aynı sebepden suçlanır. Fakat III. Murat’ın (1574-95) “müsahibe” si Can-feda o kadar faziletli ve nüfuzlu idi ki rivayete nazaran padişahın dört başlıca müşaviri arasında yer almakta idi. Can feda sert fakat adil bir tutum ile yolsuzluklara set çekiyordu.
İstanbul’daki iki sokak Can-fedâ Hatun adını hala taşır fakat o sokaklardaki Can-feda’nın emaretleri Üstad İbrahim Hakkı Konyalı’dan öğrendiğime göre son yirmibeş yıl içinde yıkılmış. Üçüncü Mehmed (1595-1605) “musahibe” si Raziye gölgede kalan bir şahsiyet olmuştu. I. İbrahim ve IV. Mehmed hizmetindeki Şeker-pare ve mülki (veya Meleki) adlı hanımlar ise rüşvet ithamları altında kaldı. Şeker-pare 1648’de Mısıra sürüldü. Diğer 1655’deki isyan sırasında eşi ve yolsuzluk isnad edilen başka vezirler ile At-meydanında bir ağaca asıldı.
Türk kadınlarının şefkatli geleneği Selçuklu ve Osmanlı asırlarda da devam etmişti. Anadolu’daki en eski hastahanelerden birinin 1206 da kurucusu olan Gevher Nesibe gibi Osmanlı hanımları da nice hayır abideleri, camiler, medreseler, mektepler vakfetmişlerdi.
Onüçüncü asırda ve daha sonra yaşayan Türk kadınları da hem İslami hem gayr-i müslim (Uygur ve Öngüt) çevrelerde ilahiyat, tasavvuf, edebiyat, sanat, maarif gibi dallarda mevkii sahibi olabilmişti. İslami muhite dönünce ilk olarak 1258-82 yıllarında Kirman hükümdarı olup emsalsiz Kuran hattatlığı şöhreti ile de temayüz eden Turhan (veya Turkan, yahud Terken) Hatun akla gelir. Bu Hatun’un hattı Yakut uslubunda idi. Kara-Hitay neslinden yani Moğol veya Tunguz olmakla beraber bu hanım ve ailesi Harizmşahlar hizmetinde olup Türkler arasında yetişmişti. Türkiye’de de Selçuklu ve erken Osmanlı devrinde toplum hayatına yön veren üç teşekkülü arasında “Gaziler” ve “Ahi” lerden sonra Aşık-Paşa-zade “Bacı”ları anılmaktadır. Bunlardan Hacı Bektaş müridi Fatıma Bacı kadınların da faal olduğu fakat Yeniçerileri de içine alan Bektaşi tarikatının kurucularından idi. Bir diğer hanım Selçuklu sultanı I. “a-lau’d-din (1215-36) hizmetindeki, Hvarizmili Bibi Müneccime, ilmi ile o kadar tanınmıştı ki tarihçi oğlu İbn Bibi onun adı ile biliniyordu. Selçuklu şairesi Erguvan Hatun ise kendisi derecesinde iyi şair olmayan eşi ile Selçuklu hatunlarının görünüşü Kubad-abad sarayı çinilerinde tasvir edilmişti. (lev. VII/a,b,c).
Aynı asrın sonunda Memluklar çevresinde Moğol ordularını durduran Baypars’ın kızı Tazkar-pay (ölümü 1314), ilahiyat ve tasavvufda şöhret kazanmıştı. Mısır’da 1250 de kurduğu Ribatu’l-Bağdadiyya kadınlara mahsus yatılı bir medrese vasfında idi. Hadis ulemasından İbnu’l Hacaru’L-Askalani bilgin hem zamanları arasında fıkıh ve tasavvuf salalarında tanınmış bir Tükmen ailesine mensup Şşd (?) adlı hanımı (ölümü 1386) da saymıştı. Tecvid usullerine göre Kur’an-ı Kerim okuyan (kâri) ve Hadis ilminde alim Suriye’de yaşayan Ay Melek de (ölümü 1412) adından anlaşıldığı gibi Türk olmalı idi.
On dördüncü asırda Türkiye’ye dönülür ise I Bayezid (1389-1402) devrinde ilahiyat müderrisi olan “Ayşe, Fatıma ve Selma adlı üç kız kardeş ile karşılaşılmaktadır. Bu hanımlar perde arkasından talebelere ders verirdi.
On beşinci asırda Türkiye’de bilhassa şaireler yetişti. “Aşık Çelebi, hem şiir istidadı hem de güzellik bakımından en tanınmışları olarak Mihri ile Zeyneb’in adlarını vermektedir. İki şaire arkadaş olmakla birlikte ayrı temayülde idiler. Mihri evlenmeyi emri altına girmek saymakta idi. Fakat İskender adı veya Remzi ile andığı şahsa karşı ibtilasını meşhur bir beyt ile ifade etmişti. Zeynep ise tasavvuf feleklerinde ilham arayarak kadınların dünya süsüne olan meylinden vazgeçip erkekler kadar istiğna sahibi olmak istediğinin söyle söylüyordu:
“Zeyneb, ko meyli zinet-i dünyaya, zen gibi,”
“Merdane var, sade olup, terk-i ziver et!”
Onaltıncı asır şairesini Tuti Kanuni Süleyman (1520-66) sarayında yetişti ve Baki (1526-99) ile evlendirildi. Baki’nin hanımını “Tuti” kuşundan ziyade kargaya benzeten şiirine karşılık Tuti “sultan’uş-şu ara”nın sevimsiz bulduğu çehresinin tasvir eden bir nazire yazmıştı. Aynı asırda Hubbi’nin sohbeti iki padişahı devlet işleri ile uğraşmağa davet etmekte ve halkın bahtından yaradan huzurunda mesul olduğunun ona hatırlatmakta idi.
On altıcı asır kadınlarından belki saray çevresine mensup olanların tasvirleri, I. Ahmed’e (1603-17) ithaf edilen bir murakka’da görülmektedir. (lev. VIII). Kadim devirden beri değişmeyen Türk elbiseleri ve Belli’nin İstanbul’da onbeşinci asırda resmettiği mahruti hotoz il tasvir edilmişler. Servi ve bahar çiçekleri dallarının altında etrafında nedimeleri ile elde kitap tutarak oturan hanım (lev. VIII/a), bahsi geçen hem zaman şaireleri hatırlatmaktadır.
On yedinci ve on sekizinci asırlarda da Türkiye’de dikkati çeken kadınlar ve yine şairler ile din alimleri belirdi. Sıtkı mahlasını kullanan Emutullah (öl:1703) eseri olan ilahiler ile de tanınmıştı. Ani Fatıma (öl: 1711) ise, ceddi sa’deddin Efendi dolayısı ile ilmiyye sınıfına mensup olup hatta bu imtiyazı oğluna da geçirmiş bulunmasına rağmen dünyevi iştiyakları kuvvetli bir şairane ifadeler ile terennüm ediyordu. Zübeydet’ul-Kostantiniyye diye meşhur olan hanım fıkıh ve ilahiyat ilimlerine hayatını tahsis etmiş fakat bir de divan terkib etmişti. Zübeyde’nin daha çok tanınan kızı Fitnat, Ragib Paşa (öl: 1762) nın edebi çevresinde temayüz etmiş; I. Mahmud (1734 -54) ile I. Abdu’l-Hamid için de, “bahariye” ler yazmış ve abidelerin inşası münasebeti ile, manzum tarih düşürmüştü. Fitnat’ın divanı mükerrerer basıldı.
İstanbul hanımları 1725 tarihli bir ferman ile ağır suçlamalara muhatab oldu. Sultan III. Ahmed, ev hanımlarını “kafir” kadınları ile saz çalıcıların ve oyuncuların kıyafetine benzer şekilde süslenip sokaklarda gezmek isteyerek eşlerini iflasa sevk etmek ve aile ocağının yıkılmasını sebep olmak ile itham ediyordu. Levni nin (öl: 1732) tasvir ettiği hanımlar gerçekten, pek süslü ve işvekarlığa mail gözükmektedir (lev. IX, X) Nedim’in şiirindeki cazibeli fakat merhametsiz “sanem”ler, “pençe”lerinin “çak-çak” ı ile şairin kalbini de oynatan rakkaseler sanki Levni’nin resimlerinde sıralanmıştır. (Lev, IX, X/b). Kadın musikişinaslar heyeti tasviri ise (lev. X/a), yarım asır sonra III. Selim’in (1789-1807) sarayında temayüz edecek olan ve hassa nağmeleri günümüze kadar icra edilen Dilhayat’ı hatırlatır.
Sultan III. Ahmed’in kendi israfı neticesinde çıkan 1730 ihtilaline rağmen zevkperestlik İstanbul’da on sekizinci asrın sonunda da devam etmekte idi. Leyla adlı bir şairenin ilki Hamid kızı Leyla (öl: 1847), on dokuzuncu asrın yarısına kadar yaşamış fakat gençliğinde on sekizinci yüzyıldaki İstanbul’un hafif-meşreb havasında kalmıştı. Leyla şöyle diyordu.
“İncitmiyesün, ahbabını, incinmiyesün”
“Bu alem-i fanide zerafet budur işte”
“Kıl meclisi amade, ne derlerse desünler”
“İç, dilber ile bade, ne derlerse desünler”
…… …..
“İç badeyi, gülşen’de, ne derlerse desünler”
“Alem’de sen eğlen de, ne derlerse desünler”
Aynı Leyla, hayatının sonunda, nedamet’e düşerek, bir münacat yazacaktı:
“Huzura varmağa bar-ı günahdan yok mecalim, ah!”
“Şebabet’de dönüb kaddim kemân’a, ya Resulallah!”
On sekizinci asrın sonundaki Osmanlı hanımları Fazıl Hüseyn’in (öl. 1825) Zenan-name sinde anlatılacak ve o devirde rayicde olan Avrupa teknik usullerinin tesirindeki resimler ile tasvir edilecekti (bir tahmine göre, ressam, Şani-zade “Ataullah’ın tarihinde adı geçen Halim-zade Fethi idi). Muhtelif Osmanlı vilayetlerinde bulunanlar ve Türkiye’ye gelen frenk kadınları ile birlikte metinde ve resimlerde Anadolu’da ve İstanbul’da yaşayan hanımlar da tarif edilmiş. “Fatin” kimselere hitab eden Fazıl Hüseyn, “alacalı” Anadolu gelinlerini yontulmamış (elmas) gibi “şivesiz” bulunuyordu. Fakat “iklim-i nezaket” ve türlü sanat ile fenlerin merkezi “İslambol’un kadınlarını”, “dünyanın güzellik maye’si”, “zevk ve zerafet” sahibi saymakta idi. Ona göre bu şehirlerde, gümüş yüzük kaşı içinde yakut gibi evlerde gizli güzelleri çoktu. Fakat aşufte” lik niyetliler de eksik değildi. Bunlar sanki hasta imiş gibi küçük adımlar ile dadılar ve cariyeler nezaretinde çarşıya gider imiş. “Flatuni” (eflatun) feracesi üstünde titreşen çiçekli dal iğne ile süslenmiş olarak anlatılan “aşüfte” meyilli hanımın mir de resmi verilmiş (lev. XI/b). Şair hanımın yapmacıklı şivesini dahi taklit etmiş. İhtiyarlamış “aşüfte”ler ise “itr-şahi ve rastık” yardımı ile göze çarpmağa devam etmek isterler imiş. Zevk ehline mensup bir çiftin mahallenin basınına uğradıkları da aynı yazmada tasvir edilmiş.
Çoğunluğun tehevvürüne rağmen on dokuzuncu asırda zevkperestler aynı hayata devam ediyordu. Bunlardan biri şaire Nigar Hanım’ın (1862-1918) zevci İhsan devrin meşhur “alüfte”lerinden Cihan-yandı Lütfiye’yi kendi hanımının edebi sohbet toplantılarına tercih etmiş olmalı ki Avrupa tekniğinde yağlı boya ile Lutfiye’nin resmini yapmış (lev. XI/b) ve Nigar’dan ayrılmıştı.
Şiir sanatının on dokuzuncu asırlardaki mümessillerinden, 1809’da doğan Sırri ile 1878 sıralarında yaşayan (ikinci) Leyla (İsmail kızı) Türkiye’de o asrın temayülü olan melali ifade ediyorlardı. Sırrı şöyle derken:
“Benim gönlüm kızıl gül bağçesi-veş, tob-tolu kan’dır”
“Açılmak ihtiyar etmez, eğer yüzbin bahar olsa”
Leyla, sanki onun ifadesini itmam ediyordu:
“Felek gevherdir, o gûyâ, Bahr-ı Ahmer’den geçer”
“Yekten olmak isteyen, o gül-bendenle, ey gönül”
“Pirihen-veş, sinesin çak eyleyüb, serden geçer.”
Tasavvuf yolunda gidenlerden ikisi ise 1807’de doğan Şeref ile 1842’de dünyaya gelen (ikinci) Fitnat (Ahmed kızı) idi. Fitnat’ın istidadı yarım asır önceki kadınlardan Esma İbret’in zirveye erdirdiği hat sanatında da tezahür etmekte idi. Dini mevzular asırlardır kadınları celbe devam edegelmişti. Kız mekteplerinin çoğalması ve mektep hocalarının yetiştirilmesi ile V. Murad devrinde (1876) adı kaydedilen Ruveyde ile 1861’de doğan Fatıma-Zehra adlı muallimeler aynı zamanda hafız idiler.
Osmanlı medeniyeti on dokuzuncu asırda akşam saatine ermiş bulunuyordu. Muhtelif sınırlar boyunca savaşlar ve istilalar başlayınca Türk kadınının kadim haması geleneğine yine ihtiyaç duyuldu. Halbuki Beylikler devrinde Zu’l-Kadr oğullarının (1378-1480) kurmuş olduğu atlı kadın bölüğü gibi korunma teşkilatına Osmanlı devletinin cihangir asırlarında lüzum kalmamış ve mümasil kayıtlar tarihlerden silinmeğe yüz tutmuştu. Fakat felaketli günlerde yine kadınların cesaret ve sabır cevheri belirdi. Esasen, köy hanımları sessizce, gayret geleneğini yaşatmışlardı. Eşleri orduya gidince erkeklerin bütün işlerini yüklenmekte idiler. On sekizinci asrın sonundan kalma adı geçen eser, sanatkârlarca ekseri unutulan bu toplum tabakasını da tasvir etmektedir (lev. XII) Sonu gelmeyen savaşlar gittikçe kadınların yardımına yol açtı. Bu devirde şaire Zafer de (belki, 1876 da tek başına birkaç kişinin hücumuna silah ile karşı koyup, nişan alan Bosnalı kahraman Şerife’ye imtisalen), asker olarak 1878 muharebesine katılmak istiyordu. O yıl Plevne cephesinde Türk ordusu yedi ay süren muhasaradan sonra çemberi yararak çıkmak isteyince müdafaasız kalan kadınlar bırakılmak istememiş ve çocuklarını alıp ordunun arkasına takılarak düşman gülleri il, şehit edilmişlerdi. Doğu cephesinde Erzurum’da ansızın gelen bir baskına karşı koymak üzere şehir halkı minarelerden çağırılınca Nine adlı genç kadın da kucağındaki çocuğunu Allah’a emanet ile yardıma koşmuştu. İlk Dünya Harbi sonuna yaklaşırken erkeklerin çoğu askere alınıp idari makamlar belediye hizmetleri hatta hastahaneler yarı-boşalmıştı. Kadınların bu vazifeleri üstlerine almasına ihtiyaç doğdu. İstiklal savaşında, kadınlar, vatanın kurtarılmasında eş pay sahibi oldu. Köylüler cephane taşıdı. Okumuş sınıflar yapabilecekleri muhtelif işleri üstlerine aldılar. Harbin sonunda Atatürk Türk kadınının tam vatandaşlık mertebesini kazandığına işaret edince Cumhuriyet kanunları onlara bu hakkı bahşetti.
Kaynak:
Emel Esin, Katun (Türk Kadını’na Dair) Erdem Cilt:7 Sayı:20 Ocak 1991 Sayfa: 471-483