Yazar: Mustafa Parlak
Memleketimizde henüz Türkçülük ceryanı teşekkül etmeden önce bu Akım Avrupa’da iki kolda gelişti. Birincisi, Türk kültür değerlerinden çeşitli el san’atları mahsûlü ve mamülü olan eserlerin toplanması, kolleksiyonlarının yapılmasiyle başlıyarak kül tür, san’at ve ahlâkdaki yüksekliğiyle tecelli etti.
İkincisi, Türkoloji çalışmalariyle devam etti. Rusya’da, Almanya’da, Macaristanda, Danimarka’da, Fransa’da, İngiltere’de yetişen Türkologlar, Türk dilini ve tarihini yakından incelemeğe başladılar. Bunlardan İngiliz Şarkiyatcısı Sir Davids Lomley Türkçe’nin muhtelif şubelerini, medeniyetlerini, etnografyasını inceleyerek “Kitab-ı İlm ü Nâfî”yi meydana getirerek Sultan III. Selim (1789-1801)’e takdim etti. Danimarka’lı Vilhem Ludving Peter Thomsen (1842-1927) Orhun Abidelerini (1893) okuyarak Türk tarihinin ve dilinin temelini attı. Sultan II. Abdülhamid (1876-1909) ‘in ilk devirlerinde başlayan büyük fikir hareketleri gelişerek bir “Encümen-i Daniş” 1846 – Akademi ve bir de Darülfünun 1849 – Üniversite kuruldu, askeri mektepler de gözden geçirilerek onları yeni bir ruhla tekrar düzenleme yoluna gidildi.
Bu sıralarda Darülfünün’da “Hikmet-i Tarih” müderrisi olan Ahmet Vefik Paşa (1823-1891) (Şecere-i Türkî) (1864)’yi Doğu Türkçesi (Hakaniye Lehcesi)’nden İstanbul Türkçesi (Osmanlıca) ‘ne aktardı. Bundan sonra “Lehce-i Osmanî” (1876) isminde bir de kamus meydana getirdi.
Askerî mektebler nazırı ve Şıpka kahramanı Süleyman Paşa (1838-1892) da Joseph De Guiqnes (1721-1880) ‘in eserlerinden yararlanarak «Tarih-i Âlem» (1874) ‘i [1] yazdı. Lisanımızın Osman11 dili değil, milletimizin adıyle Türk Dili olduğu tezini savunan Süleyman Paşa, Cevdet Paşa (1822-1895) gibi dilimizin sarfına dair bir kitap daha hazırladı, ancak bu eserine Cevdet Paşa gibi (Kavaidi Osmanî)) [2] (1852) yerine “İlm-i Sarf-ı Türkî” (2.b. 1976) ismiyle tesmiyelendirdi. Bunlardan başka Osmanlıcanın tesiri altında Türkçe kelimelerin unutulmaması için “Esma-i Türkiyye” adlı bir eser daha kaleme aldı. Bütün bu çalışmalar Süleyman Paşa’mn Türkçülükteki tavrını ve hassasiyetini ortaya koyan davranışlardandır. Bu bakımdan Ahmet Vefik Paşa ve Süleyman Paşa Türkçülük tarihinin ilk babaları olarak bilinir.
Türkçülük akımı yalnız Anadolu ve Rumeli topraklarında Türkçü yetiştirmemiştir bu dönemde Rusya’da iki büyük Türkçü yetişmiştir. Bunlardan biri Mîr Fetih Ali Akundof (1811-1878), diğeri de Kırım’da “Tercüman” (1883) gazetesini çıkaran İsmaii Gaspralı (1851-1914) ‘dır.
Türkçülüğün ikinci devresinde Leon Cahun (1841-1900)’un “Asya Tarihi’ne Medhal” (1896) başlıklı eserinin Türklere ait kısmını Necip Âsım (1861-1935) dilimize tercüme etmiştir.
Ahmet Cevdet “İkdam” (1894) gazetesini Türkçülüğün organı haline getirmiştir. Emrullah Efendi (1858-1914), Velet Çelebi (1869-1950), Necip Âsım Bey Türkçülüğün ilk mücahitleri olmuştur.
1312 (1896) ‘da İstanbul’a gelen Ziya Gökalp (1875-1924), Ahmet Vefik Paşa’nın “Lehçe-i Osmanî”si ile Süleyman Paşa’nın “Tarih-i Âlem”ini okuyarak Türkçülük Fikrinin etkisi altında kalmıştır.
Bu tarihlerde Memleketimizde Osmancılık, İslâm İttihadcılığı fikirleri hâkimdi. Bu iki görüşün memleket için tehlikeli olacağını gören genç ruhlar yeni bir mefkûre arıyorlardı. Tam bu sırada Ziya Gökalp “Turan” manzumesini “Genç Kalemler” (1911)’de neşretti. Bu manzumeden sonra Ahmet Hikmet (1870-1927) Bey “Altınordu” makalesini, Halide Edip (1884-1964), “Yeni Turan” (1912) adlı romanını neşrederek Türkçülüğe yeni bir kıymet verdi.
Yunan harbi (1897)’nin başladığı sıralarda Mehmet Emin (1869-1944) Bey
“Ben bir Türk’üm, dinim, cinsim uludur” mısralariyle Türklük hayatına yeni bir inkılâp başlattı.
Yakup Kadri (1889-1974), Yahya Kemâl (1884-1958), Falih Rıfkı (1894-1971) Refik Halit (1888-1965), Reşat Nuri (1886-1956) Beyler gibi nâsirler ve Orhan Seyfi (1890-1972), Faruk Nâfiz (1898-1973), Yusuf Ziya (1896-1967) gibi şâirler Türkçeyi güzelleştirdiler.
Mimar Kemâl (1807-1927) Bey genç mimarların Türkçü olmasında büyük bir tesir bırakmıştır.
Eğer Türkleri Türkçülük mefkûresi etrafında birleştirecek büyük dâhî ortaya çıkmasaydı bütün bu hareketler sonuçsuz kalacaktı. Büyük inkılâbı yapan Mustafa Kemâl (1881-1938) ‘e Türklük şükran borçludur [3] .
Çocukluk dönemindeki Türk maarif tarihi ile Balkan Harbi (1912)’nden sonraki maarifimizin bir kıyaslamasını yapan Midhat Efendi aradan bunca zaman geçmesine rağmen bu sahada hayli merhale katedildiğine sevinir.
Balkan Harbi’nden sonra Selânik’te İttihat ve Terakki (1889) Cemiyetinin koruyuculuğu altında bulunan Ravza-ı Sıbyan mektebini ziyaret eden Ahmet Midhat onlarla kısa bir sohbet yapmıştır. Onlara Türk tarihinden sorular sormuş, haritada yerini göstermiş, Türk milletinin tarihinde gördüğü büyük işlerden ve kahramanlıklarından söz ettikten sonra:
“Siz çok bahtiyarsınız çocuklarım. Milletimizin tarihini derç olarak okuyorsunuz, öğreniyorsunuz, halbuki biz çocukluğumuzda hangi milletten olduğumuzu doğru dürüst bilemezdik” [4] diye yakınmıştır.
Ahmet Mithat Efendi çocukların eğitimi için devrin anlayışı gereğince tutulan Fransız muallimlerin seçiminde titizlik gösterilmeyişini savunur, zira muallimler konakta çocuklara kendi dinî ve millî kültürünü öğreterek neslin bozulmasına sebep olacağını iddia eder. Hatta (Bahtiyarlık)) (1302/1885) romanında Abdülcebbar Beyin çocuklarının eğitimi için tuttuğu Madam Terniye’nin böyle bir tutum içinde olduğunu göstererek “ilkokul tahsilinde dinî, millî, vatanî duygu ve fikirlerin aşılanması lâzım geldiği kanaatini ileri sürerek” [5] bu konudaki tezini şiddetle savunur.
Tevfik Fikret burada Ahmet Midhat‘da olduğu gibi maarif tarihimizde mâzi ile hâlin bir mukayesini yapmıştır.
Rusya’daki Türklerden Orenburg şehrinde münteşir “Vakit” (1906) gazetesi muharriri Fatin Kerimî (1870-1937)’nin İstanbul’daki eğitim ve öğretimiyle bizzat meşgul olduktan sonra, memleketine göndermiş, halkının yetişmesine ve aydınlatılmasına yardımcı olmuştur [6].
Ahmet Midhat hikâyelerinde “Hace-i Evvel” (İlkokul öğretmeni) imzasını koymasına rağmen hayranları ona verilen (Hace-i Evvel) tabirinde “en baş öğretmen” manasını hissederdi. Buna rağmen o bütün eserlerinde “ilköğretmen” rolünü oynadı. Bu öğretmenin kürsüsü Tercüman-1 Hakikat idârehânesiydi. Mektebinin kubbesi bütün vatanın semâsıydı. Basra’dan Garb Trablusu’na ve İşkodra’dan Şap Denizi sonuna kadar uzanan o zamanki vatan semasıydı. Bu geniş mektebin öğrencileri de her çeşit yaşta büyük bir kalabalıktı. O yalnız vatan içinde değil, Türklük âleminde en çok okunandı. [7] .
Şeyh Mehmet Sadık Efendinin “Çağatayca” gramerine bir takriz yazarak Türk dilinin kavim dili olmadığını tarihin derinliklerine indiğini savunan Ahmet Midhat, takrizin bir bölümünde bu tezini şöyle savunur:
“Lisanımızın aslı Çağatayca deniliyor. Öğle değil a! Cengizzâdelerden Çağatay Bey daha dünkü bir adamdır. Akvam-1 Türkiye meyanında her ne zaman bir müctehir reisi zuhur ederse kabilenin namını onun namına tahvil etmek ve o kabileye mağlub olan kabail-i saire dahî o namı almak mutad olduğu için, bir zaman dahi bu şerefi Osman namında bulmuştur. Yoksa Çağatay Bey’ den bin, ikibin, üç bin sene mukaddem. Korkmayalım, daha çıka- hm, dört – beş bin demeye ne mâni var. Elhasıl mîr-i müşarüniieyhten binlerce sene mukaddem Türk lisanı dünyanın bütün kısm-ı şarkiyesinin ziver-i zeban-1 natıkıyyesi idi.” [8].
Ahmet Midhat Efendinin muassırı olan Şemseddin Sami (1850-1904) ‘de bu konuda yazdığı “Lisan-1 Türkî Osmanî” makaleşinde Osmanlı adının bir devlet adı olduğunu; halbuki konuşu lan dilin ise mazisi çok gerilerde olan ve Türkler arasında konuşulan dilin “Lisan-ı Türkî” olduğunu söyler [9] .
Bütün eserlerinde halkçı ve milliyetçi olarak gözüken bu büyük fikir ve hamle adamının dil davasında güttüğü hedefe ne kadar yaklaştığını bir yazısında şöyle anlatır:
“Umur-ı hayriye demektense, hayırlı umur demek daha uygundur. Hayırlı umur yerine hayırlı emirler, onun yerine de hayırlı işler demek daha uygun olur” [10] teziyle dil konuşunda İbrahim Şinasi (1826-1871)’yle başlayan, Ziya Paşa (1825-1880) ve Namık Kemâl (1840-1888) ‘le süregelen dilde sadeleşme hareketinde güttüğü hedefe bugün ne kadar yaklaşmış olduğunu görürüz.
Ahmet Midhat‘ın örf, adet, dil ve edebiyattaki Türkçülüğünün yorumunu yapan Yusuf Akçora (1876-1935), bu konuda Efendi hakkında düşüncelerini şöyle değerlendirir.
“Türkçülükte ecdada hürmet bir an’anedir. Biz atalarımızı hiç unutmayız. ‘Atalar Sözü’nü toplayan, parmak hesabiyle şiirler yazan, yabancı kelimeleri mukaddes dilimizden kovmaya uğraşan İbrahim Şinasi yeni hayatta Türklük mezhebinin imamıdır. Ahmet Midhat Efendi ise, bu mezhebin Namık Kemâl’idir.” [11].
Muallim Nâci (1850-1893) garb ilim ve fenninde geniş malûmata sahib olmakla birlikte Türkçe’yi mükemmel bilirdi, bildiği kadar da yazardı. Onun bu sayede Türklüğe, Türkçülüğe ve Türk Edebiyatı’na hizmetleri büyüktür. Ali Kemâl (1867-1922), Muallim Nâci’nin bu sayedeki hizmetlerini değerlendirmesini şöyle yapar:
“Nâci’nin himmetiyle Tercüman-ı Hakikat bilhassa doğru yazmak itibariyle Türkçe’ye büyük hizmet etti. O zamandan itibaren lisanca bir tekemmüle doğru ilk hatveyi attık. Selâmet-i üslûb nedir? Fesahat nedir? Öğrendik. Çünkü, Nâci’yi merakla okuduktan, anladıktan sonra lisanımız gavamız-ı kavaidini bihakkın idrâk etmekle müyesser oluyordu.” [12].
Ahmet Midhat, Türkçlüğü çok iyi bilen ve anlayan bir muharrir olarak, Türklük; kuvvetince her şeyi öğrenmek isteyen bir tip diye tavsif eder… Özbekler Şeyhî Mehmet Sâdık Efendi’nin “Üss-i Lisan-1 Türkî” isimli Çağatay gramerine 1897’de yazdığı takrizinde, bakınız bu konuda neler söylüyor:
“Kavimler dahi ‘Biz şuyuz’ demekle iktifa etmeyip ‘bizim aslımız şuna mühtehdir’ diye ısbat-ı haseb ü nesebe mecburiyet hissederler.” [13].
Ahmet Midhat Efendi tarihde Türkçülük mefkûresini bizzat eserlerine tema yaparken tarihî bilgiler hususunda bir takım hatalara düşmekle beraber, Türklük tarihinin mazisini İslâmiyetten önceki Türk tarihine kadar uzatır. “Ahmet Metin ve Şirzat (1309) 1892) isimli eserinde roman kahramanının ağzından o devir için çok dikkate şayan bir mevzua girer. Türk tarihinin başlangıcı Osmanlılar değillerdir. Hatta Selçuklular da değildir. Ahmet Metin arkadaşı Hüseyin Basri’ye bunları anlatırken bugünkü bilgimize göre, bazı tarihî hatalar yapar. Fakat mühim olan Ahmet Midhat‘ın gözlerini İslâmiyetten önceki Türklere, onların medeniyetlerine, üstünlüklerine çevrilmiş olmasıdır.” [14]
Midhat Efendi‘nin tarihde Türkçülüğünü de edebiyatımızın bir başka erbab-ı kaleminden şöyle dinleriz.
“Gazete ve mecmualarda Türkçe’nin istiklâli ve sadeleşme davasını müdafaa eden yazıları ve Türk tarihinin Osmanlılardan ev velki devirleri hakkında verdiği bilgiler onun millî edebiyat ceryanma katılan bir tarafı olduğunu gösterir.” [15].
Müsbet ilme ve modern tekniğe önem veren Ahmet Midhat Türk kültür tarihinin gelişmesine damgasını vurmuştur. O “… modern tekniğe dayanarak müsbet ilmin kültürünü Türk kültürü yapmak kudretini gösteren ününü ve sevgisini Türk dilinin konuşulduğu diyarlara ilk duyuran ‘Hace-i Evvel’ olmuştur.” [16] .
Ahmet Midhat Efendi sosyal hayatında bile devrin batılı anlamda burjuva hayatı yaşayışından farklı düşünür. Konağın veya hânenin yardımc] hizmetlerine bakanları gayr-1 müslüm teb’adan veya levantenden seçmez, hatta buna büyük bir itina gösterir. Bu hayat felsefesini işlediği eserinin tipi olan “Ahmet Metin’in çıkmış olduğu Akdeniz seyahatindeki özel yatının bütün personelini Türk’ten seçtirir. Kaptan’ı ünye’li Ömer, lostromu İsmail Çavuş’tur. Ahçısı Türk’tür, hatta arkadaşı Hüseyin Basriye istitar mani olmasaydı hizmetçi kadınları dahi Türk’ten alırdım. Ben neyim? Türk değil miyim?” [17] diye ideal bir savunma yaptırır.
Örf, adet ve geleneklerde daima millî kalmayı, bu fikri yalnız nefsinde değil, aile çevresi içinde harfiyen uygulayan Ahmet Midhat Avrupa’nın terakkiyat-i fennine hayran, hayat-ı medeniyesine düşmandı. Alafrangalıktan kat’iyen hoşlanmazdı. Türk mefkûresinden, Türk terbiyesinden, Türk an’anesinden hiçbir zaman ayrılmamıştır.
Hânesi içinde hep Türklük kokusu duyulurdu. Odasına ablası Şerife Hanım girince derhal ayağa kalkar, hemşiresinin elini öperdi. [18].
Batının tekniğine, makinasına, bütün müsbet ilimlerine kapısını açık tutan Ahmet Midhat Efendi, millî ahlâkta, inancında, aile yapısında ve terbiye konusunda kültür kapısını batıya kapatmıştır [19].
“… hânesi içinde çocuklarını damatları ile bir kerecik bile dans etme müsaadesini vermemiştir. Burada dansa alışan hariçte dahî yapar, başını belâya sokar.» [20] mesajını veren Ahmet Midhat Felâtun’un Ziklas’ların evinde yemekte dans ederken kilot pantolunun sökülmesi, onun zavallı yapısını ustalıkla yansıtırken bir yandan Beyoğlu’nun bütün genç züppelerine de bıyık altından gülen ayrıntılarla yüklüdür.” [21].
Ahmet Midhat Efendi çocuklara behemehal millî bir terbiye verilmesi taraftarıdır. Bu konuda; “Aman mes’ele feylesofane bir nokta-i nazardan bakıpta her millet çocuklarına bu yolda terbiye verir ise uhuvvet-i umumiye-i beşeriyye maksadı husule gelemez. Millet minelezçl yekdiğerinin düşmanı olamadıkları gibi ilel’ebed dahî yekdiğerinin düşmanı olamıyorlar denilecek imiş. Ne yapalım? Her milet çocuklarını böyle terbiye edip dururken içlerinden birisi başka türlü terbiye etmeye kalkışacak olursa o zararlı çıkar!” der[22] .
1889’da Stokholm’da toplanan XVIII. Türkoloji Kongresinde Türkiye’yi temsilen katılan Midhat Efendi bu toplantıda tanışdığı Rus Türkoloğu Madem Lebedef’le aralarında büyük bir yakınlık peyda ederek edebiyatımıza Gülnar Hanım’ı kazandırmıştır. Bu toplantıda refakatine verilen madama gerekli nezaketi, söz ve iltifatları ihmal etmemiştir. Tabiî Osmanlı fesini ve sakalını terketmiyerek.” [23].
Yapısında şark ve garb kültürünün sentezini yapan “… Ahmet Midhat, Avrupa’da dolaşırken kıyafetinde, davranışlarında züppeliğe kaçmadan, batılı bir zerafet terbiyeden haberdar görünmeye” [24] azamî titizlik göstermesini bilmiştir.
Ahmet Midhat Efendi‘nin, Dr. Şevki (1832-1903) Beyle “Türk ve İslâm Kültürleri” hakkında yapmış oldukları bir münakaşaya şahit olan Abdurrahman Adil, O’nun ilk defa Türkçülük konuşunda takındığı tavrı yaşadığı zamana göre takdire Şâyan bulur. (Üss-i İnkılâb 1294/1878) ‘ın dan dolayı şiddetli tenkide uğrayan Ahmed Midhat bu münakaşanın sonunda Fransızca olarak “Bana söz hürriyetini veriniz ben de size tam gerçeği söyliyeyim” diyerek kendini savunmuştur. Abdurrahman Âdil bu hatırayı bize şöyle nakleder.
Ahmet Midhat‘ın matbaasını ziyaret eden iki isimden biri Üsküdar’lı Dr. Miralay Şevki Beydir.
Şevki Bey Sultan II. Abdühâmid (1876-1909)’in iradesiyle Yemen’de Yemen kabaili arasında tıbbî tedkikler yapmış, sekiz ay dolaştıkdan sonra avdet etmiştir.
Midhat Efendiyi ziyaretine geldiğinde, Efendi Hazretleriyle Şevki Bey arasında münakaşa ve mühavere başlar.
Söz bir aralık Midhat Efendiye geldiğinde Yemen halkı için, Ya bizim için ne biliyorlar, ne düşünüyorlar?
Şevki Bey de şu cevabı verir:
– Ne söyleyip düşünecekler? İdaremizden çok şikâyetciler. Hiç muhabbetlerini kazanamamışız. Aralarında darb-l mesel haline gelen şu sözü söylüyorlar. “Uktülüt’ Türke, velevkâne ebu ke!” [25].
Ahmet Midhat bu sözü işitince, fenâ hâlde hiddetlendi, ayağa kalkıp bir konferans veriyormuş gibi, tavır ve vaz’l ile ve yüksek sesle uzun bir hitabet irad etti. Bütün matbaa halkı, işi gücü bırakıp, gözlerimizi, kulaklarımızı hep Ahmet Midhat Efendiye tevcih ettik. Midhat Efendi İbni Sina (980-1037)’dan, Farabî (870950) ‘den başlıyarak, ilmî tedkikleri Arapça yazmış olan bütün Türk kalem erbabını birer birer saydı, eserlerini teşrih etti. “İslâm medeniyetini Araplar kendileri mi yaptılar? Onu âlî merte besine çıkaran biz Türkleriz. Arapların bu tavır ve davaları nankörlüktür!” dedikten sonra hitabesine Fransızca devam etti.
Zülf-i yare dokunacak, fincancı katırlarını ürkütecek bahislere istemiyerek ağzı kaydı. Nihayet:
– Donnez moi la libertâ de la parol at je vous dirais encore beaucoup de la vâritee. [26].
Deyip kesti.
Türkçülük davası o gün ve ilk defa olarak Ahmet Midhat Efendinin ağzından işittim [27] .
Necip Asım’ı, Velet Çelebi’yi Türkoloji çalışmalarına şiddetli teşvik eden Ahmet Mithat, Yusuf Akçura’yı da “Türk Yurdu” (1912), “Türk Derneği” (1909), Türk Ocağı’na teşvik ve iltifatlarla davet etmiştir. Türklük, Midhat Efendiye medyun-ı şükrandır. Ahmet Midhat‘ın vefatiyle Türklük ve Türkçülük muhterem aksakallılarından birini kaybetmiştir [28].
Gazeteci Hakkı Tarık Us (1889-1956) da Midhat Efendinin çeşitli yönlerini tahlil ederken Türkçülük konusundaki vasfım da şöyle açıklar:
“Türklüğün aşağı görüldüğü insanlık çağlarında o Türklüğü hem tanıdı hem tanıttı. Osmanlıya sonradan katılmış unsurlariyle dahi millet potasında eriyip tahlik kabul etmez bir birlik ol muş olan Türklükle eş bir anlamda kullanıyordu” der [29].
Ahmet Midhat, Ziya Gökalp, Necip Âsım, Velet Çelebi gibi meşhurların verdiği “Türkçülük” konferansına Galatasaray (1868) talebeleriyle birlikte katılan Velet Çelebi’nin yeğeni Rerf’i Cevat Ulunay (1890-1968)’ın da Direklerarası Fevziye’deki bu toplantının heyecan ve hazzını seneler sonra hafızasında tap tazeliğiyle muhafaza etmiştir. Bu makalesinde o günün, üzerinde bıraktığı heyecanı şöyle anlatır:
– Allah’ım o ne esaslı malûmattı. Ya Rabb’i! Türklük namına söylenmedik tafsilat bırakılmadı [30] .
Paris ve İstanbul haklarını iktisadî hayatlarını “Ahmet Metin ve Şirzat” romanında bir mukayesesini yapan Ahmet Midhat kendini temsil eden Ahmet Metin’in birçok hususlarda Türk’ü Avrupa’dan üstün tutan romantik bir milliyetci olduğunu [31] gösterir.
Nefsine son derece güveni olan, ihtiyarlığı hiçbir zaman benimsemeyen, halâ bir ideâl ve mefkûre adamı olarak kendine bakan Ahmet Midhat; “Her vesile ile ihtiyarlamak yaşla ilgili değildir, yüreğe bakmalıdır. Meselâ bende pek alâ bir Jön Türk’üm” diye övünme fırsatım bulmuştur [32] .
Ahmet Midhat Efendi Batıya karşı Osmanlı Türkünün faziletini, civanmerdliğini, insanlığım daima övmüştür.
Hatta bu hususta Genç Osmanlılardan daha da romantik bir milliyetcidir [33] .
Osmanlı Duraklama Devri (1579-1699)’nden sonra zaman zaman görülen idare fenalıklarının bütün Türk’lere yüklenmesinden pek müteessir olur, câhil ve garezkârlarm bu fenâ idareye “Türklük İdaresi” demelerine cehil ve garezkârlığın bir nümunesi olarak addeder [34].
1908 Meşruyetinden sonra yazdığı (Jön Türk) (1326/1910) romanına kadar, mimarimizin Avrupalılaşma yolunda iyice dejenere olduğunu, alaturka konağın yerine alafranga konağın almaya başladığım, hatta eski konakların bir kısmı tamir vesilesiyle batı tarzında tadilat yapılarak o güzelim geleneksel ev mimarimizin yenileşme uğruna şuursuzca nasıl katledildiğini gözler önüne sererek bir çözüm arayışı içinde bulunan Ahmet Midhat bu dilrumdan hem yakınır, hem de sitem eder [35] .
Güzel san’atların plâstik dalında da Türkçülüğünü ortaya koyan Ahmet Midhat Efendi resim ve heykelin İslâm dinindeki mevki’îni göstermek için “Taaffüf” (1313/1895) adlı romanında mühim bir fasıl açmıştır [36] .
Şarkiyatcılar kongresi münasebetiyle bulunduğu Avrupa’da Ahmet Midhat Berlin Resim Müzesi’ni Madam Gülnar’la beraber gezer. Ahmet Midhat Efendinin resim kültüründen hemen hiç nasibi yoktur. Bu yüzden müzedeki resim galerisi, onun için tanzimine hayran olunacak bir müesesedir. Resimden çok yaldızlı çerçevelere ve binaya hayran olan Ahmet Mithat’ın yanındaki Madam Gülnar’ın resim kültürü çok ileridir. Burada kendisine resim san’atım ilk defa sevdiren Osman Hamdi Beyden sonra Madam Gülnar olmuştur.[37].
Resim san’atı ve kültürünü, Avrupa’da Osman Hamdi Beyden ve Madam Gülnar’dan öğrenen ve geliştiren Ahmet Midhat katıldığı bir resim sergisinde gösterdiği hassasiyeti de çok ilginç bir hatırayla izaha çalışalım:
Midhat Efendi, İstanbul Arkeoloji Müzesi’nde bir Fransız ressamın açmış olduğu sergiye basın mensubu olarak davet edilir. Sergide bir tablo Ahmet Mithat’ın ilgisini celbeder. Bu tabloda sırık hamallarının adım atışlarının yanlış çizildiğini Fransız ressamına izah etmeğe çalışır. Bu itirazı ressam kabul etmeyince, Efendi Hazretleri onu Tophâne ve gümrüğe götürür. Sırık hamallarına resimde çizilen şekilde adım attırır, böylece tablonun yanlış çizildiğini isbâtlar. Ressam özür dilemek istediğinde Midhat Efendi:
— Acele etmeyin, teşhir ettiğiniz resimlerden biri hakkında fikrim vardır diye tekrar müzeye gelirler.
Ahmet Midhat müzedeki nâdide tablonun önünde durur. Bastonunu bütün kuvvetiyle tablonun ortasına indirip ikiye böler, sonra ressama dönerek:
Hamallar tablosundan dolayı bana tarziye vermenize lüzum kalmadı. Sizden müsaade olmadan tablonuzu yırtmakla sizi istemiyerek Türk düşmanı ressam olmaktan alıkoydum. Bu tabloda canlandırdığınız şekil bizim garb dünyası için iptidailik teşkil eden bir geleneğimizdir. Siz, Türkiye’de daha cazip, daha çok güzel ve enteresan tablo mevzuları bulabilirsiniz. Eğer anlaştıksak sizden tarziye istemiyeceğim, bu tabloyu yok etmek fırsatını verdiğiniz için ben size teşekkür edeceğim. Tabiî anlaşmışlardır [38] .
Midhat Efendinin millî musıkîmize karşı derin bir tutkunluğu vardı. Darüşşâfaka (1289/1873) musıkî muallimlerinden Kâzım Bey, Ahmet Midhat‘ın tutkunluğunu şöyle anlatır .
“Bir gün ayan azasından Sahib Mola’yı ziyarete gitmiştim. Ahmet Midhat Efendi de orada idi. Sahib Molla bana Dede Efendi (1778-1846) den bir şey okumamı teklif etti. Ben de ellerimle usûl vurarak Dede’nin en güzel parçalarından birini okumaya başladım. Okurken gözlerimi kapatmıştım. Bir aralık gözlerimi açtığım zaman Midhat Efendi oturduğu kanapeden inerek halının üzerine diz çöktüğünü benim gibi elleriyle dizlerine vurarak usûl tuttuğunu ve göz yaşlarım yanaklarından aşağıya doğru akıttığını gördüm.” der [39] .
Müze ve müzecilik konusunda da yabancı olmayan Ahmet
Mithat’ın bu sahada iki eseri vardır. “Avrupa’da bir Cevelân” (1307/1891) ve onun ilham ettiği “Ahmet Metin ve Şirzat”tır. [40]
Kaynakça :
[1] – İlk baskı 1874’te I. Cildi basılmıştır. Daha sonra üç defa basımı yenilendi.
[2] – Fuat Paşa ile birlikte yazdıkları ve Osmanlıca’nın ilk grameri olmakla önemli olan bu eser millî dil yapımızı ele almadan Osmanlıcanın kurallarını tesbit ederek Türkçe, Arapça, Farsça’dan teşekkül eden üç yönlü bir dil bilgisi meydana getirmiştir.
[3] – Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları
[4] – Münir Süleyman Çapanoğlu, İdeal Gazetesi, Efendi Babamız Ahmet Midhat, s. 46.
[5] – Orhan Okay, Batı Medeniyeti Karşısında Ahmet Midhat, s. 326.
[6] – M.S.Ç., İdeal Gaz. Ef. Babamız A. Midhat, s. 62
[7] – M.S.C., İdeal Gaz. Ef. Babamız A. Midhat, s. 129-130.
[8] – M.S.Ç., İdeal Gaz. Ef. Babamız A. Midhat s. 46.
[9] – Sabah, 1876.
[10] – Sedat Köksal, Tanin, 27/28-12-1944.
[11] – M.S.Ç., İdeal Gaz. Ef. Babamız A. Midhat, s. 206-207.
[12] – Ali Kemâl, Bir Safha-i Tarih, 1329.
[13] – M.S.Ç., İdeal Gaz. Ef. Babamız A. Midhat, s. 46
[14] – Orhan Okay, Batı Med. Karşısında A. Midhat, s. 35.
[15] – N. Sami Banarlı, Metinlerle Türk ve Batı edebiyatı, III. kitap.
[16] – M.S.Ç., İdeal Gaz. Ef, Babamız A. Midhat, s. 73.
[17] – Orhan Okay, Batı Med. Karşısında A. Midhat, s. 36.
[18] – M.S.Ç., İdeal Gaz. Ef. Babamız A. Midhat, s. 85.
[19] – Orhan Okay, Batı Med. Karşısında A. Midhat, s. 13-14.
[20] – M.S.Ç., ideal Gaz. Ef. Babamız A. Midhat, s. 86.
[21] – Robert P. Fin, Türk Romanı (1872-1900), s. 31.
[22] – M.S.Ç., İdeal Gaz. Ef. Babamız A. Midhat, s. 68
[23] – Orhan Okay, Batı Med. Karşısında A. Midhat, s. 122.
[24] – Orhan Okay, Batı Med, Karşısında A. Mihdat s. 94.
[25] – Türkü baban dahî olsa öldürünüz.
[26] – Bana söz hürriyetini veriniz, ben de size tam gerçeği söyliyeyim.
[27] – A. Adil Eren, Matbuat Hatıraları, (Vakit Gazetesi).
[28] – M.S.Ç., ideal Gaz. Ef. Babamız A. Mithat, s. 212.
[29] – M.S.Ç., İdeal Gaz. Ef. Babamız A. Midhat, s. 75
[30] – R. Cevad Ulunay, Yeni Sabah, 29-12-1944.
[31] – Orhan Okay, Bati Med. Karşısında A. Midhat, s. 164.
[32] – H. Reşit Karacan, Vakit, 3/5-1-1945.
[33] – Orhan Okay, Bati Med. Karşısında A. Midhat, s. 34.
[34] – M.S.Ç., ideal Gaz. Ef. Babamız A. Midhat, s. 228.
[35] – Orhan Okay, Batl Med. Karşısında A. Midhat, s. 92.
[36] – Ali Kemâl Aksüt, Türk Tarih Dünyası
[37] – Orhan Okay, Batl Med. Karşısında A. Midhat, s. 347.
[38] – M.S.Ç., İdeal Gaz. Ef. Babamız A. Mithat, s. 52-53.
[39] – Harun Reşit Karacan, Vakit, 3/5-1-1945.
[40] – Orhan Okay, Batl Med. Karşısında A. Midhat, s. 346.
Kaynak:
Mustafa Parlak, Ahmet Midhat Efendi’nin Türkçülük Anlayışı, Erciyes Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Sayı: 3, 1989, s. 543-555.