Mustafa Kemal, Kurtuluş Savaşısırasında Türk milletinin emellerini ve maksatlarım özetleyen ve adı istiklâl Harbi’mizin başından sonuna kadar değişmeyen «Misak-ı Millî» programının ilk müsveddelerini 1920 yılı ocak ayında yazmıştı. Ben, bu tarihî olayı en yakın bilenlerden biriyim. O tarihte Batı Anadolu Kuvayi Milliye Umum Kumandanı idim. Fakat şunu da ifade etmeliyim ki, Mustafa Kemal «Milli Misak» ın esaslarını bu tarihten on üç yıl önce, 1907 de tesbit etmiş, vatanını tehlikeden kurtarmak için ne çareler bulduğunu cesaretle ortaya, koymuştur. Ben aziz arkadaşımın fikirlerini daha Karaferiye’de iken dinledim. Mustafa Kemal diyor ki:
— Meşrutiyetin ilânı, yeter çare olamaz. Cemiyetin bir siyasî parti haline gelerek hükümeti, meşrutiyetin ilânından sonra ele alması lâzımdır. Parti, önceden bu vazifesini hazırlamış ve ne yapacağını programlaştırmış olmalıdır. Aksi takdirde, ikinci meşrutiyet de birincisinin akıbetine uğrar.
Öyle ise ne yapmalıdır? Mustafa Kemal, ilk çare olarak şöyle düşünüyordu: Meşrutiyet, köhneleşmiş ve insicamını kaybetmiş olan Osmanlı İmparatorIuğu’nun gövdesi üzerine değil, aksine Türk çoğunluğunun vasadığı kısım üzerinde oturtulmak, düşmanlarının, yani büyük devletlerin yapacağı bir tasfiye yerine ihtilâl idaresi kendi başına bir Türk devleti kurmalıdır.
Meşrutiyetten öncesi zamanlardaki Osmanlı împaratorluğu’nun durumu şöyle idi: Geçmişte kalan ve devam eden türlü dert ve sorunlar içinde şiddetli bir fırtınaya tutulmuş harap bir gemi gibi idi. Daha önceden bir karar alınmadığı takdirde meşrutiyetin ilânından sonra bu meseleler kendi kendisine çözülecek ve durum daha da fena olacaktı. İç politikamızın bir kör düğümü haline gelmiş olan milliyetler sorunu da çözülecek, devletin menfaatleriyle bağdaşamıyacak bir hal alacaktı. İdare, başından sonuna kadar bozuktu. Rumeli’de Bulgaristan, Sırbistan, Avusturya – Macaristan, Karadağ ve Yunanistan ile çevrilmiştik. Halbuki bu devletlere bağlı aynı ırktan azınlıklar, bu kıt’a üzerinde yaşıyorlardı. Bütün bunlar, Rumeli ülkemizden birer parça toprak daha kopararak o devletlerle birleşmekte gayret gösteriyorlar, acele ediyorlardı.
Osmanlı İmparatorluğu’nun, sadakatine dayandığı ve güvendiği tek unsur, Türklerdi. Bunlar da devleti ayakta tutabilmek için sayısız harplere girmişler ve insanca büyük kayıblara uğramışlardı. Rahatça ziraat yapamadıkları için de fakir düşmüşlerdi. Servet, diğer milletlerin elinde idi. Türk olmayan Müslüman halka da —ki bunların çoğunluğunu Arablar teşkil ediyordu— düşman devletler Müslüman olarak ırk ve ayırma ruhunu aşılıyorlardı. Dış duruma gelince; büyük devletler, Osmanlı İmparatorluğu’nu paylaşmağa çoktan karar vermişlerdi. Planlarını tatbik için kendileri için en müsait zamanı bekliyorlardı. Bunun tatbikatında yine ezilecek ve haklarından mahrum edilecekler, Türkler olacaklardı. Meşrutiyetin ilânından sonra karşı karşıya kalacağı buncâ önemli meseleler hakkında, İttihat ve Terakki Genel Merkezi’nde mutlak bir kayıtsızlık hüküm sürüyordu.’ Halbuki rejim değişikliğinde ve ihtilâl sonrasında kararlı, programlı ve kuvvetli liderleri olmazsa, bu rejim değişikliği sonucu, ya anarşiye veya istibdada gidilmiş olacaktı. Sultan ikinci Abdülhamid, Meşrutiyetçilere her şeyi yeniden kurulmaya ve düzeltilmeye muhtaç bir İmparatorluk, devredecekti.
Mustafa Kemal, Osmanlı İmparatorluğun’nun yıkılacağını ve bu yıkılışın enkazı altında Türklerin ezileceğini de seziyor müteessir oluyordu. Diyordu ki:
—Nüfusun yarısı Türk olmayan ve halbuki geniş bir saha işgal eden devletin bütün ağırlığı ve müdafaası Türkün omuzlarına yükletilmiş, Hıristiyan azınlıklar ise, yalnız kendi çıkarlarını sağlamakla kalmıyorlar, komşu ve aynı ırktaki devletlerle birleşmek için fırsat kaçırmak istemiyorlar. Geriye kalan Türkler ve Araplar, ayrı ayrı devletlerin sömürgeleri haline getirilecek, Türkten başka olan unsurlar, düşman devletlerinin tarafını tutacaklar. Şu halde devlet gövdesinin çökmesiyle hasıl olacak enkazın altında ezilip perişan olmak mı, yoksa çoğunluğu, Türk olan milli bir sınıra çekilerek burasını mı savunmak daha doğru ve hayırlı olacak? Ben, selâmeti ikinci fikrin tatbik edilmesinde görüyorum.
Mustafa Kemal’in bu sözlerinde çıkan mâna şu idi: Osmanlı İmparatorluğu’nun tasfiyesi işi, Türkün aleyhinde olarak düşmanlarımıza bırakılmamalıdır. Bir ihtilâl sonunda iş başına geleceği anlaşılan Meşrutiyetçilerin kuracağı idare, cesur bir kararla tasfiye işini kendisi yapmalıdır. Selâmet yolu budur.
Peki, bu tasfiye işini nasıl yapmalıydı? Mustafa Kemal şöyle düşünüyordu:
Rumeli’de Doğu ve-Ratı Trakya – bizde kalacak. Edirne’nin kuzey hudutları Bulgaristan aleyhine düzeltilecek, Arnavutluk. Avusturya – Macaristan. Sırbistan. Bulgaristan ve Yunanistan Osmanlı başkanlığında İstanbul’da toplanacak bir konferansta milliyet çoğunluğu prensipine dayanılarak Osmanlı Rumeli kıtasının Doğu ve Batı Trakya’dan başka kısımları yukarıda adları geçen devletlere bırakılacaktı. Arnavutluk bağımsız olacak, Bosna-Hersek Sırbistan’la Avusturya – Macaristan arasında âdilâne bir surette taksim edilecekti. Anadolu
sahılerîne yakın olan, adalar yeni Türkiye devletinde kalacak, diğerleri Yunanistan’a verilecekti. Güney hudutlarımız Hatay, Halep ve Musul vilâyetlerini içine alacak, diğerleri Araplara terkedilecekti. Anadolu’nun doğu ve doğu kuzeyinde bir değişiklik olmayacaktı. Yeni Türkiye içinde kalacak olan Rum, Bulgar ve Sırp azınlıkları dışarıda kalan Türklerle mübadele edilecekti.
Eğer meşrutiyetten sonra, Mustafa Kemal’in ileri sürdüğü bu politika takip edilmiş olsaydı, sonuç Türklerin lehinde gelişecek ve yalnız büyük devletlerin değil, Balkanlar ittifakı da bozulacak, Yunanistan sıkı bir surette yeni Türkiye ile anlaşmak zorunda kalacaktı. Sonra milyonlarca Türk, karlı Balkan dağlarında şehit olmıyacak, Arabistan çöllerinde kumlara gömülmeyecekti.
— Biliyorum, diyordu. İleriyi görmek istemiyenler, İmparatorluktan toprak fedakârlığı yapılmasını hoş karşılamayacaklar, hattâ bizi ihanetle itham edecekler olacaktır. Biz buna rağmen, görüşlerimizin Meşrutiyet sonrası için bir program haline getirilmesini sağlamalı ve onu gerek Merkezi Umumî’de ve gerekse arkadaşlar arasında şiddetle müdafaa etmeliyiz.
Mustafa Kemal, o sabah, trenle Karaferiye’den Selânik’e döndü.