10 Ağustos 1920 Salı günü saatler 17’yi gösterdiği zaman Osmanlı İmparatorluğu’nun ve İtilaf Devletleri’nin delegeleri, Sevr Barış Antlaşması’nı, bu arkamda görmüş olduğunuz binada imzaladılar. Antlaşmanın imzalanmasından sonra Yunan Başbakanı Venizelos bir telgraf çekerek, bugünün bir bayram olarak kutlanmasını ve Yunan ordusunun kutsanmasını istemişti.
Buna karşın, Ankara’da bulunan Büyük Millet Meclisi antlaşmayı sert bir bildiri yayınlayarak kınadı ve antlaşmayı imzalayanlar ile Saltanat Şurası’nda olumlu oy kullananları 19 Ağustos 1920 tarihinde vatan haini ilan etti.
Antlaşmanın imzalanmasının üzerinden 100 sene geçti ama Türkiye’de bazı kimseler Sevr Barış Antlaşmasının ölü doğmuş ve uygulanmamış bir antlaşma olduğunu, biraz daha ileri giderek antlaşmanın aslında imzalanmadığını ve hatta biraz daha da ileri giderek, Sevr Antlaşması’nın aslında bir antlaşma olmadığını ama bir proje olduğunu iddia ediyorlar.
Arkadaşlar bugün 10 Ağustos 1920’de imzalanan Sevr Antlaşmasının imzalanma aşamasında yaşananları konuşacağımız bir video ile karşınızdayız.
Atatürk’ün, Nutuk’unda Mondros Mütarekesi’nden sonra Türkiye’ye, düşman devletler tarafından teklif edilen dört barış antlaşmasının şartlarını karşılaştırdıktan sonra, Lozan Barış Antlaşmasını tanımladığı bu paragraf dikkatinizi çekti mi:
“Muhterem efendiler, Lozan Barış Antlaşması’nın ihtiva ettiği esasları, diğer barış teklifleriyle daha fazla mukayeseye mahal olmadığı fikrindeyim. Bu antlaşma, Türk milleti aleyhine asırlardan beri hazırlanmış ve Sevr Antlaşmasıyla tamamlandığı zannedilmiş büyük bir suikastın yıkılışını ifade eder bir vesikadır. Osmanlı devrine ait tarihte emsali görülmemiş bir siyasi zafer eseridir!”
Konumuz Lozan değil ama Atatürk’ün kullandığı kelimelere çok dikkat ediniz: “Türk milleti aleyhine asırlardan beri hazırlanmış ve Sevr Antlaşmasıyla tamamlandığı zannedilmiş büyük bir suikast”
Gerçekten de Barbar Türkleri Avrupa’dan atarak, geldikleri Orta Asya steplerine geri göndermek, Osmanlı Devleti’ni paramparça etmek ve asırlardan beridir hayal edilen, beklenen ve planlanarak hayata geçirilen paylaşım planlarına bakacak olursak Sevr Antlaşması yeni değil.
1914 senesinde Romen diplomat olan Trandafir G. Djuvara, “Cent projets de partage de la Turquie” ismiyle bir kitap yayınlar. Yani Türkçesiyle “Türkiye’nin Paylaşılması Hakkında Yüz Proje”…
Başlığından da anlaşılabileceği üzere, kitap içerisinde, Türklerin yaşadıkları ve nüfuzları altında bulunan toprakların paylaşılması üzerine 1270 yılından itibaren hazırlanmaya başlanmış olan ve zaman zaman da tatbik edilmiş olan 100 projenin özet bilgileridir.
Bu paylaşım projelerini hazırlayanlar arasında kimler yok ki?
Sicilya Kralı Il. Charles, Fransız Kralı XIV. Louis, Rus Çarı Büyük Petro, II. Katerina gibi pek çok devlet liderlerinden tutun, Hristiyanların manevi liderleri olarak kabul edilen Papa 10. Leo ve 5. Pius’a kadar pek çok kişinin Türkleri yok etme ve geldikleri yere geri gönderme planları yaptığını belirtmek isterim. Hatta yaptıklarıyla “bütün insanlığa hizmet etmiş olduğu” iddia edilen Erasmus, Leibniz, Volney gibi filozof ya da bilim insanları da, Osmanlı Devleti’nin topraklarını paylaşma tasarıları hazırlamaktan geri kalmamışlar.
Modern Avrupa düşüncesinin öncülerinden sayılan, bugün genç üniversite öğrencilerimizin gidebilmek için can attığı, Avrupa Birliği üyesi veya aday ülkelerinde bulunan yükseköğretim kurumları arasında öğrenci değişim programına ismi verilen Erasmus, 1530 senesinde Türklere karşı kaleme aldığı manifestosunda Türkleri, karanlık kökenli yabaniler olarak nitelendirmiş ve dinsel inancın, savaşı haklı bulduğu görüşünü ileri sürenlere karşı çıkmakta, ancak Hıristiyanlığın varlığını sürdürebilmesi için Türkleri yok etmek gerektiğini savunmuştu.
Konuyla ilgilenen arkadaşlar, kitabı bulup okuyabilirler. Şimdi Atatürk’ün Türk milleti aleyhine asırlardan beri hazırlanmış ve Sevr Antlaşmasıyla tamamlandığı zannedilmiş büyük bir suikast cümlesinin hayali bir tanımlama olmadığının ve kendisinin ne demek istediği umuyorum ki biraz daha anlaşılmıştır.
Peki nedir bu Sevr Antlaşması? Antlaşma mıdır, proje midir? Kabul edildi mi, edilmedi mi? İmzalandı mı, imzalanmadı mı? Uygulandı mı uygulanmadı mı? Bu konuyla ilgili pek çok soru var cevaplanması gereken. Bugün bu sorulara yanıt arayacağımız bir içerik hazırlamak istedik sizlere.
Bildiğiniz gibi, düşmanlarımız olan İtilaf Devletleriyle, Osmanlı İmparatorluğu’nun içerisinde bulunduğu İttifak Devletleri arasında yapılan mütarekeler yani ateşkes antlaşmasıyla savaş resmî olarak sonlanmıştır. Rusya’nın kendiliğinden savaştan çekilmesini saymazsak, bu mütarekeler kronolojik sırayla, Bulgaristan ile 29 Eylül 1918 tarihinde Selanik Ateşkes Antlaşması, Osmanlı İmparatorluğu ile 30 Ekim 1918 tarihinde Mondros Ateşkes Antlaşması, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ile 3 Kasım 1918 tarihinde Villa Giusti Ateşkesi ve son olarak Almanya ile 11 Kasım 1918 günü 11 Kasım 1918 Ateşkesi ya da bir diğer adıyla Rethondes Antlaşması’dır.
Ateşkes imzalandı imzalanmasına da, düşman devletlerin Osmanlı İmparatorluğu’na olan tutumunun iyi olmadığının en büyük göstergesi olarak birkaç ay sonra Yunanistan’ın 15 Mayıs 1919’da İzmir’i işgal etmesinin, hem Atatürk’ü liderliğini yaptığı ve hem de Milli Mücadelenin en önemli itici gücünü teşkil etmiş olduğunu biliyoruz.
Sevr Antlaşması metninde somut bir şekilde ortaya çıkacak olan ve Türk İmparatorluğu’nun nihai ölüm belgesinin, 18 Ocak 1919 tarihli Paris Barış Konferansında tartışıldığı ve hazırlanmaya başlandığı söylenir. Halbuki bu tarihe gelene kadar, daha savaşın başlarında, İngiltere, Fransa ve Rusya arasında, Osmanlı topraklarının paylaşımını konu alan gizli anlaşmalar yapılmıştır.
Rumen diplomat Djuvara’nın bahsettiğim kitabı 1914 yılına kadar olan projeleri konu alıyordu ama Avrupalı Devletlerin Osmanlı İmparatorluğu’nu parçalama emelleri burada bitmiş değildi.
4 Mart – 10 Nisan 1915 tarihli İstanbul Anlaşması, 26 Nisan 1916 tarihli Londra Anlaşması, bir anlaşma olarak sayılmasa da, 14 Temmuz 1915 ve 30 Ocak 1916 tarihli, Arapların İngiltere ile ittifak etmesi ve isyan etmesi halinde İngiltere’nin, kurulacak Arap Devletinin bağımsızlığını tanıyacağını vaat eden mektuplar McMahon-Hussein Yazışmaları, 9-16 Mayıs 1916 tarihli Sykes-Picot Anlaşması, 18 Ağustos 1917 tarihli Saint-Jean-de-Maurienne Anlaşması, 2 Kasım 1917 tarihli Balfour Deklarasyonu, Ocak 1918 tarihli Hogarth Mektubu ve en nihayetinde 8 Ocak 1918 tarihinde Amerikan Başkanı Woodrow Wilson tarafından açıklanan ve tarihte de Wilson Prensipleri olarak anılan 14 Madde…
Bizim sayarak bitiremeyeceğimiz ama onların yapmaktan geri kalmayacağı tüm bu belge ve dokümanlar Osmanlı topraklarının paylaşımları üzerine, Avrupalı devletlerin ne kadar hesap kitap yaptıklarını ve bu planlarını nasıl uygulamaya koyduklarını göstermesi bakımından incelenmesi gereklidir.
Savaş resmen sona erdikten ve taraflar ateşkes yaptıktan sonra, savaşın sonucunda belirlenecek olan barış şartlarının görüşülmesi amacıyla 18 Ocak 1919’da Paris Barış Konferansı başlamıştı. Bu tarih rastgele seçilmiş bir tarih değil arkadaşlar. Konferans özellikle 18 Ocak 1871’de kurulan Alman İmparatorluğu’nun kuruluş yıldönümüne denk getirilmişti.
Bir de burada konferans dediğim zaman aklınıza böyle 300-400 kişinin tek bir salonda buluşup pazarlık yapmaları gibi bir şey aklınıza gelmesin. Bu tip Barış Konferanslarında konuya göre, coğrafyaya göre alt komisyonlara ayrılır temsilciler ve belirlenen konularda toplantılar yapılarak, her komisyon kendi konusunda karar alır ve bunun sonucunda alınan kararları yazılı olarak belirtirler. Ondan sonra tüm bu komisyonlarda alınan kararlar toplanarak nihai bir antlaşma metni hazırlanır.
Paris Barış Konferansını domine eden birkaç ana ülke vardı: Bunların başında elbette ki İngiltere ve Fransa, Amerika, İtalya ve Japonya ülkeleri gelmekte. Tabi birazdan anlatacağım İtalya ve Japonya’nın durumu değişkenlik gösteriyor.
Barış Konferansı’nın öncelikli konusu Almanya ve Avrupa konularına ayrıldı ve 30 Ocak 1919’a kadar Osmanlı Devleti konferansta gündeme getirilmedi.
Amerikan Başkanı Wilson’un 1 ay kadar Amerika’ya geri gitmesi üzerine kesintiye uğrayan Barış görüşmeleri, 14 Mart gününden sonra büyük bir gizlilikle ve sadece 4 büyük gücün devlet başkanlarının katılımıyla Almanya ile yapılacak olan anlaşmayı görüşmeye başladı. Görüşmeler o kadar gizli tutuluyordu ki, bu devlet başkanlarının yanına sadece çevirmen Paul Mantoux görüşmelere dahil olabiliyordu.
Konferansta ele alınan konular arasında üzerinde düşünülmesi gereken meseleler bulunuyor ve bazı olaylar yaşanıyor.
Mesela İtalyanlar tarafından bakacak olursak, onlar da 1915’de imzalanan gizli Londra Antlaşmasını muhafaza etme çabaları ve burada İtalyanlara vaat edilmiş olan yerleri ele geçirme arzusu içindeydiler ama ABD Başkanı Wilson “1915 Londra Antlaşması Paris Barış Konferansı’nın ruhuna terstir…” demesiyle araları açıldı ve İtalya gözden düşerek konferanstaki ağırlığını kaybetmeye başladı. Bunun sonucunda İtalyanlar istediklerini alamayacaklarını anlayınca İtalyan heyeti 26 Nisan’da barış konferansını terk etmişti.
Görüşmelerin asıl konusu Almanya olmasına rağmen, Dörtler Konseyi’nin yaptığı ilk oturumda tamamen Suriye konusu tartışılmıştı. Fransız ve İngilizlerin konu üzerindeki anlaşmazlıkları ciddi ölçüde artmıştı. Arapların sınırlı ölçüde yerel özerklik hakkına sahip olmalarını kabul eden Fransa, Sykes-Picot Anlaşması uyarınca Fransız nüfusuna tahsis edilen tüm bölgenin tek bir Fransız mandası olmasında ısrar ediyordu.
Diğer bir önemli mesele Ermenistan, İstanbul ve Boğazlar bölgesinde bir Amerikan Mandası oluşturulması. Hatta belki de bu manda ve himaye sadece Boğazlar ile sınırlı kalmasın, geriye bir avuç toprağı kalacak olan Türkiye tümüyle Amerikan mandası altında olsun diyorlar. Amerika bu fikre sıcak bakmadığı için konuşmalar, paylaşım planlarında anlaşmaya varamıyorlar ve konferansın süresi uzuyor…
Bir yandan Ermenilerin yüzsüzlük içerisinde pek çok devlet temsilcilerini her gördükleri yerde sıkıştırması, ellerine haritalar ve bu haritalarda yaşayan insanlar hakkında istatistik verileri gösterdikleri gözlemlenmişti. Bunun yanında Türk toprakları üzerinde Yunanların istekleri çok fazlaydı.
Nitekim konferans sürerken 15 Mayıs 1919 tarihinde Yunanistan’a İzmir’e asker çıkartma yetkisi verildiğini biliyoruz. Konferansta buna karşı olan tek bir kişi var:
İngiltere Genelkurmay Başkanı General Sir Henry Wilson. Kendisinin Venizelos’a açıkça “İzmir’e asker çıkararak kendinizi ve ülkenizi yıkıma uğratıyorsunuz” demişti.[1]
Ateşkeslerin imza edilmesinden sonra barış görüşmelerinin başlamasıyla sırasıyla şu antlaşmalar hazırlanarak imzalandı:
- Versay Barış Antlaşması, 28 Haziran 1919 – Almanya
- Saint-Germain Antlaşması, 10 Eylül 1919 – Avusturya
- Neuilly Antlaşması, 27 Kasım 1919 – Bulgaristan
- Trianon Antlaşması, 4 Haziran 1920 – Macaristan
Tüm bunlar olurken, Fransa Başbakanı Clemenceau’nun ülke genelinde fikirlerine destek eğilimine rağmen, bu durum Fransız Senato ve Millet Meclisi’nde farklıydı.
16 Ocak 1920 tarihinde yapılan bir seçim yoklamasında, kaybedeceği kesin olarak ortaya çıkan Clemenceau, yapılacak seçimlerden geri çekildi ve iki gün sonra da istifasını verdi. İşin sonunda Clemenceau’nun yerini Alexandre Millerand aldı ve Fransa’da hükümet değiş oldu.
Bununla beraber İngiltere’nin de iç siyasetinde de karışıklıklar baş gösteriyordu. Lloyd George’un Türkleri İstanbul’dan çıkarmaya yönelik düşünceleri, Yunanlılara verilen tavizler, Suriye konusuyla anlaşmaya varılamayan Fransa… İngiliz kabinesinde konferansta konuşulan bazı hususlarda anlaşmazlıklar ve muhalefet vardı. Demin bahsettiğim savaşın galip devletleri arasındaki paylaşım planlarındaki anlaşmazlıklar ve iç siyasetteki değişimler, Osmanlı Devleti ile ilgili alınacak olan kararları ve barış anlaşmanın oluşturulmasında güçlükler çıkarttı ve tam olarak bir sonuca bağlanamadı.
Kararlaştırılan tek şey vardı, o da Doğu Sorunu olarak adlandırılan Türkiye ile yapılacak olan anlaşmanın içeriğinin ikili müzakerelerle belirleneceği. Çıkan sonuca göre antlaşmanın ana taslağı Londra’da yapılmalıydı. Bir yığın şiddetli tartışmalardan sonra Türk delegasyonunun kabulünün ve antlaşmanın imzalanmasının Paris’te olmasına karar verildi ama, İngiliz bakanların katılımını gerektiren diğer görüşmeler Londra’da yapılacaktı.
Tüm bunlar olurken, bizim cephemizde de pek çok gelişme oldu arkadaşlar. 19 Mayıs 1919’da Atatürk’ün İstanbul’dan ayrılarak Samsun’a vardığını biliyoruz. Üçüncü Ordu müfettişi olarak İstanbul hükümeti tarafından Samsun’a gönderilen Mustafa Kemal, Samsun’a çıkar çıkmaz direniş liderleri ile bağlantı kurmaya başladı. Ardarda yapılan kongreler ve yayınlanan bildirilerden sonra Fransız ve İngilizlerin ortak bir kararla padişah Vahdettin’i ve Damat Ferit Paşa’yı, Mustafa Kemal’in örgütlediği milliyetçi harekete karşı çıkmaya ve onu sindirmeye yönelik kararlar almaya teşvik ettiler.
Ekim ayına geldiğimizde, Kuvâ-yi Milliye kuvvetleri Anadolu’nun düşman işgali altında olmayan tüm bölgelerinde denetimi sağlamış bulunuyorlardı. İtilaf Devletleri ise Barış Antlaşmasını bir an evvel nihayete erdirip bunu Türk hükümetine imzalatmak istiyorlardı. Kuvvetinin eridiğini gören Sadrazam Damat Ferid Paşa son bir hainlik hareketiyle Anadolu üzerine asker göndermek istediğini İngilizlere söylemiş, İngiliz Yüksek Şurası bu isteği ülkede iç savaş çıkar bu iç savaşın çilesini ağırlıklı olarak Hıristiyanlar çeker diyerek reddetmiştir. Hareket alanı kalmayan ve Ankara’nın artan baskısına dayanamayan Damat Ferit hükümeti, 2 Ekim günü istifa etti.
Londra Konferansı 12 Şubat 1920 tarihinde toplandı ve oturumlar 10 Nisan’a kadar sürdü. Venizelos’un Londra’ya gelmesinden önce bir oturumda konuşan Millerand ve Lloyd İzmir konusunda fikir ayrılığına düşmüşlerdi. Fransız Başbakan Millerand, bir barış isteniyorsa Yunanlıların İzmir’i mutlaka terk etmeleri gerektiğini, Lloyd George ise, Yunanlıların İzmir’e zaten Müttefiklerin kararıyla çıkmış olduğunu ve İzmir’in Yunanlılara verilmesi gerektiğini söylemişti.
İngiliz Savaş Bakanı, Venizelos’a Türkiye’nin barışı reddetmesi halinde Müttefik desteği olmadan Anadolu’da ve Trakya’da üstüne düşen yükümlülüğü yerine getirip getiremeyeceğini sordu. Venizelos, bu soruya kendilerine verilen her türlü görevi ve gerekirse barışı Türklere zorla kabul ettirmeyi üstlendikleri cevabını vermişti.
Londra Konferansın’da İstanbul ve Boğazlar Bölgesi, Türk Devleti’nin Mali Denetimi, Türkiye’ye bırakılacak olan topraklar, Türkiye’nin Askeri Koşulları, Azınlıkların durumu, Kapütülasyonlar, Yunan Talepleri, Ermenistan, Kürdistan, Suriye ve Filistin, bugün Irak bölgesinde çıkartılacak olan petrol hakları ve daha pek çok konu konuşuldu.
Konferansın ilk aşaması 10 Mart’ta sona ererken, konferans esnasında verilen karar doğrultusunda, düşman kuvvetleri gecikmeden, zaten 13 Kasım 1918 günü fiili olarak işgal etmiş oldukları başkent İstanbul’u, 16 Mart 1920’de bu sefer resmi olarak işgal etmiş ve böylece barış antlaşması konusunda Osmanlı hükümetini köşeye sıkıştırmayı hedeflemişlerdi.
İstanbul’un işgali ve Meclis-i Mebusan’ın kapatılması, 23 Nisan 1920’de Ankara’da Büyük Millet Meclisi’nin açılması gibi bir sonuç doğurmuştu.
Yüksek Konsey’in San Remo’da yeniden bir araya geldiği tarih olan 18 Nisan 1920’ye kadar, Türk barış antlaşmasına ilişkin temel kararların büyük bir bölümü verilmiş ve aşağı yukarı tamam sayılabilecek bir antlaşma ortaya çıkmıştı.
Nisan ayında San Remo’da antlaşmaya son şeklini vermek için toplanan İtilaf Devletleri, Yunanistan’ın bölgeyi ilhak etmesine yönelik halk oylamasını öngören dönemi iki yıldan beş yıla çıkardılar.
San Remo Konferansı’nda Türk milletinin esareti karara bağlanacaktı. Uzun bir süredir Hasta Adam olarak gördükleri Türkiye’nin paylaşılması ve denetimi konusunda kendilerinden son derece emin olan emperyalist güçlerin tasarladığı bu kararlar, genel olarak 13 büyük kısım, 433 madde, 161 büyük sayfa ve arka kısmına da 4 harita eklenerek hazırlandı.
Antlaşmanın koşullarına göre Türkiye’nin mali, ekonomik, siyasi ve askeri idaresi her alanda dolaylı ya da dolaysız olarak Avrupalı Devletlerin denetimi altına bırakılıyordu. Antlaşmanın bu koşulları altında Türkiye gerçekten bağımsız bir ulus olarak var olmayacaktı.
Nihayetinde Müttefikler hazırladıkları Sevr Barış Antlaşmasını ve koşullarını sunmak için, 20 Nisan 1920 tarihinde Osmanlı heyetini Paris’e davet ettiler ve Tevfik Paşa, Reşit Bey ve Fahrettin Bey’den oluşan heyet 1 Mayıs tarihinde Paris’e ulaştı.
11 Mayıs’ta Fransa Başbakanı Alexandre Millerand kabul edilmesi istenen Barış antlaşmasının metnini Tevfik Paşa başkanlığındaki Osmanlı heyetine tebliğ etti.
Millerand kısa bir konuşma yaparak Sevr Barış Antlaşması’nın bir suretini Tevfik Paşa’ya verdi ve Osmanlı Devleti’nin cevabının en geç bir ay içerisinde yazılı olarak verilmesini istedi. Tevfik Paşa, zamanında cevap verileceğini belirtti ve böylece yaklaşık 600 sene üç kıtada hüküm sürmüş olan Osmanlı Devleti’nin sonunu ilan eden toplantı sadece 5 dakika sürmüştü…
Ekranda gördüğümüz görüntülerde, bu kısa toplantıdan sonra Sevr Barış Antlaşması’nı teslim alan Tevfik Paşa başkanlığındaki Osmanlı heyetinin Fransa Dışişleri Bakanlığı binasından çıkışını izliyoruz. Tevfik Paşa’nın acı dolu yüz ifadesini bu görüntülerde görebiliyoruz…
Antlaşma metnini okuyan Tevfik Paşa, İstanbul’a bir telgraf çekti ve barış koşullarının “istiklal ve devlet mefhumlarıyla kesinlikle bağdaşamayacağını” ifade etti.[2]
Damat Ferit Paşa barış koşullarında bazı değişiklikler yapıldığı takdirde antlaşmanın imzalanabileceğini ifade etmişti. Büyük Millet Meclisi ise 16 Mart 1920 tarihinde başkentimizi resmen işgal edilmesinden sonra İstanbul hükümetlerinin imza ve kabul edeceği antlaşma ve sözleşmelerin hükümsüz sayılacağını ilan etti.
İtilaf Devletleri Osmanlı Devleti’ne bildirilmiş olan barış şartlarına cevap verilmesi için gerekli olan süreyi 15 gün daha uzattılar. Yani 26 Haziran 1920’ya kadar. Bunun üzerine 10 Haziran’da Damat Ferit Paşa’nın Barış heyetinin başında olmasını kararlaştırıldı ve kendisi 12 Haziran’da İstanbul’dan Paris’e hareket etti.
Osmanlı delegeleri ağır şartlar içeren barış koşullarını kabul etmek istememiş, Sevr antlaşmasının bazı maddelerinin değiştirilmesi veya hafifletilmesi talebinde bulunmuştu ama aynı günlerde Barış Antlaşmasını kabul ettirmek amacıyla Yunanlılar Batı Trakya topraklarımızdan da ilerlemeye başladılar. 8 Temmuz’da Osmanlı Devletinin ilk başkenti olan Bursa işgal edilmişti… Yunan askerleri Osmanlı Devleti’nin kurucusu Osman Gazi’nin türbesine giriyor ve onun sandukasının başında böyle poz veriyordu.
Anlaşmanın değiştirilmesi talebine karşılık İtilaf Devletleri 17 Temmuz 1920’de Spa Konferansı’nda bu isteğe cevap verdi; barış antlaşmasını imzalamak veya reddetmek üzere 27 Temmuz 1920 akşamına kadar süreniz var!
Bunun üzerine ertesi gün Ankara Meclisi 18 Temmuz 1920 tarihinde gerçekleşen gizli bir toplantıyla, Mîsâk-ı Millî sınırları içindeki milleti ve vatanı kurtarmak için and içti.
İstanbul’da bulunan Meclis-i Vükelâ, 20 Temmuz’da antlaşmanın imzalanmasını tavsiye kararı alarak küçük, ancak yine bir devlet halinde bulunmak veya teklifi reddederek, Osmanlı Devleti’nin hayatına nihayet vermekten başka bir çare olmadığı düşüncesiyle antlaşmanın imzalaması kararı verdi. İki gün sonra Sultan Vahdeddin’in başkanlığında düzenlenen Hükümet Üyeleri ile birlikte 55 kadar eski sadrazam, nazır, devlet adamı ve komutan katılımıyla toplanan Şûra’yı Saltanat “zayıf bir mevcudiyeti, mahva tercih” ederek, Topçu Feriki Rıza Paşa hariç tüm şura üyeleri Sevr Antlaşması’nın imzalanması için onay vermişti.
Osmanlı Sarayı ve Hükümeti, Sevr antlaşması kabul edilirse, Osmanlı Saltanatı ve İslâm Halifeliği öngörülen sınırlar içinde küçük bir devlet olarak varlığını devam ettirebileceğini düşünmekteydi. Yani tümüyle yok olup gitmektense, zayıf bir biçimde varlığımızı devam ettirelim dediler.
Sadrazam Damat Ferit’in isteği üzerine antlaşmayı imzalama yetkisi Şura-yı Devlet (Danıştay) Reisi Rıza Tevfik, Maarif Nazırı Bağdatlı Mehmed Hâdî Paşa ve Bern Sefiri Reşat Halis Bey’e verildi ve bu heyet 23 Temmuz 1920 tarihinde İstanbul’dan Paris’e hareket etti.
10 Ağustos 1920 Salı günü saat 15.00’de Sevr anlaşmasını imzalayacak olan devletlerin temsilcileri arkamda görmüş olduğunuz, bugün ise Musée National de Céramique ismiyle anılan yani Seramik Müzesi olarak kullanılan bu binada toplandılar.
Saat 17:00’yi gösterdiği zaman Sevr Seramik Müzesinin ana salonunun ortasına kurulmuş olan masa üzerinde ilk imzayı Osmanlı Devleti adına Rıza Tevfik atmıştır. Ondan sonra imzalamak üzere kalem Hadi Paşa’ya geçiyor ve son olarak Reşad Halis Bey de imzasını atıyor. Osmanlı Heyetinden sonra Fransa Başbakanı Millerand ve ardından Yunanistan Başbakanı Venizelos Sevr Antlaşmasını imzalamışlardır.
İmza töreni bittikten sonra devlet temsilcileri dışarı çıkıyorlar.
Savaşı bizimle birlikte kaybeden diğer ülkelerin imzaladığı antlaşmaların içerdiği maddelere baktığımız zaman, bize dayatılan barış koşulları ile aralarında gözle görülür belirgin farklar vardır. Osmanlı İmparatorluğunda azınlık ayaklanmaları, diğer devletler tarafından, açıkça desteklendiğinden Anadolu topraklarında Ermenistan, Kürdistan gibi bağımsız devletlerin kurulması Sevr Antlaşması maddelerinde yer almıştır. Versay Antlaşması’nda ise Alman İmparatorluğu içinde yaşayan halklara devlet kurma hakkı tanınmamıştır.
Antlaşmanın imzalanmasının hemen ardından Venizelos Yunan ordusuna bir tebrik telgrafı çekerek, bir hafta boyunca dualar okutulmasını, ordunun kutsanmasını ve bugünün bir zafer bayramı olarak kutlanmasını istemişti.
Ankara’daki Büyük Millet Meclisi antlaşmayı sert bir bildiri ile kınadı ve Antlaşmayı imzalayanlar ile Saltanat Şurası’nda olumlu oy kullananları 19 Ağustos 1920 tarihinde vatan haini ilan etti.
Demek ki gerçekten Atatürk’ün belirttiği gibi Türk milleti aleyhine asırlardan beri hazırlanmış olan büyük bir suikast, Sevr Antlaşmasıyla tamamlandığı zannedilmişti.
Peki Atatürk Milli Mücadele’nin başına geçerek bu istilaya ve yok oluşa karşı milleti örgütleyerek Türkiye’yi Kurtuluş Savaşı’na sürüklemeseydi ve başarısız olsaydı ne olacaktı?
Bugün “Sevr diye bir antlaşma yoktur” ya da “Sevr ölü doğmuş bir belgedir” diye gizliden gizliye Atatürk’ü ve Milli Mücadeleyi küçümseyici ve alenen hakaret eden söylemlere sahip olanlar, Kuvâ-yi Milliye’nin bu namuslu mücadelesi olmasaydı ve bağımsızlık mücadelesini kazanmamış olsaydık, hala “Sevr diye bir antlaşma yoktur” mu diyeceklerdi? Uluslararası bir komisyonun kontrolünde olacak olan İstanbul ve Boğazlar bölgesine girebilmek için “olur mu, Sevr ölü doğmuş bir belgedir” mi diyeceklerdi?
100 sene önce bu büyük suikastı yok etme hareketine girişen ve var olma mücadelesini binbir güçlük ve yoklukla başarıya ulaştırmış büyüklerimizin hakkını nasıl ödeyeceğiz?
Kartpostalın arkasında gördüğünüz gibi üzerinde Ağustos 1920 tarihli bir damgası bulunmakta. Üst kısmında fransızca olarak “Traité de Paix avec la Turquie” cümlesini okuyabiliyoruz. Yani Türkiye ile barış antlaşması.
Bu biblonun İtalya’da yaşayan Etrüskler için kutsal kabul edilen savaş, sanat, bilgelik ve sağlık tanrıçası olan Minerva’yı temsil eden bir heykel olarak tasarlandığını görüyoruz. Etrüsk Mitolojisinden Yunan Mitolojisine geçmiş olan Minerva, Romalılar için hikmet, akıl ve savaş tanrıçasıdır.
Bu model Birinci Dünya Savaşı’ndan önce son Alman İmparatoru Prusya Kralı II. Wilhelm tarafından 1914 yılı savaş sıralarında sipariş ettirmiş olan bir mürekkep hokkasıdır arkadaşlar. Savaş yüzünden sahibine teslim edilemeyen bu mürekkep hokkası, Sevr Barış Antlaşmasının imzalanması için kullanılmıştır.
Anlaşmanın imzalandığını haberleştiren Le Figaro gazetesi muhabiri Fernand Rigny, mürekkep hokkası için bakın ne yorum yapıyor:
“Hokkanın ortasında Minerva bulunuyor. Eğer Minerva, onu sipariş eden hükümdara bilgeliğinden bahşedecek olsaydı, yapması gereken pek çok iş olacaktı. Ama eminim ki, bugün bu konferansta, bu Minerva’nın yapacak çok fazla bir şeyi yoktur.” [3]
Kaynakça:
[1] Andrew Dalby, Eleftherios Venizelos 1919-1923 Barış Görüşmeleri ve Sonrası, Akılçelen Kitaplar, Ankara 2014, s. 131-132
[2] Sina Akşin, İç Savaş ve Sevr’de Ölüm, Cilt III, Türkiye İş Bankası Yayınları, İstanbul 2010, C.III., s. 106, 112
[3] Fernand Rigny, La Traite turc a été signé hier, Le Figaro, 11 Ağustos 1920, s. 1-2