“(…)İlhan’ın oğulları bu muharebede ölmüşlerdi, ancak en küçüğü olan Kıyan kalmıştı. Kıyan o sene evlenmişti. (…) Nüküz de henüz o sene evlenmişti. Bunların ikisi de aynı bölükten olan iki adama düşmüşlerdi. Muharebeden on gün sonra bir gece atlanıp karılarıyla beraber kaçtılar. Muharebeden evvel ordu kurdukları yere geldiler. Düşmandan kaçıp gelen dört türlü mal (deve, at, öküz ve koyun) buldular. Hasbıhâl edip dediler ki: “Burada kalsak, bir gün olur düşmanlarımız bizi bulurlar, bir kabileye gitsek, etrafımız hep düşman kabilelerdir; iyisi dağlar arasında kimsenin daha yolu düşmemiş olan bir yere gidip oturalım.” Sürülerini sürüp dağlara doğru yürüdüler. Yabanî koyunların yürüdükleri bir yolu tutup tırmanarak yüksek bir dağın boğazına vardılar. Oradan tepeye çıkıp diğer yanına indiler. Oraları iyice muayene ettiler, gördüler ki geldikleri yoldan başka yol yoktur ve o yol da öyle bir yol ki bir deve ve bir keçi bin güçlükle yürüyebilirdi; eğer biraz ayağı sürçse düşer parça parça olurdu. Vardıkları yer geniş ve bir nihayetsiz ülke idi; içinde akarsular, membalar, türlü otlar, çayırlar, meyveli ağaçlar, türlü türlü avlar vardı. Bunu görünce Tanrı’ya şükürler kıldılar. Kışın mallarının etini yer, derilerini giyerler, yazın sütünü içerlerdi. Oraya (Ergenekon) adını verdiler. ‘Ergene’nin manası ‘bir dağın kemeri’, ‘kon’un manası ‘dik’tir; orası dağın kırı (dağın en yüksek yeri) idi. Burada Kıyan ve Nüküz’ün oğulları çoğaldı. Kıyan’ın oğulları ötekininkinden daha çok oldu. Kıyan’ın oğullarına, Kıyat; Nüküz’ün oğullarının bir kısmına Nüküzler, bir kısmına da Dürlükin dediler. Kıyan diye dağdan şiddetle ve sür’atle inen sele derler.
İlhan’ın oğlu güçlü ve tez bir adam olduğundan ona bu ismi vermişlerdi. ‘Kıyat’, ‘Kıyan’ın cemidir. Bu iki kişinin nesilleri uzun bir müddet Ergenekon’da kaldılar. Çoğaldıkça çoğaldılar. Kabileler meydana geldi. (…) Dört yüz sene sonra kendileri ve sürüleri o kadar çoğaldı ki artık oralara sığmadılar. Bunun üzerine kenkaş (müzakere) ettiler ve “babalarımızdan işitirdik ki Ergenekon’un dışarısında geniş ve güzel bir memleket varmış, atalarımız orada otururlarmış. Tatar baş olup başka kabileleri bizim urukumuzu kırıp yurdumuzu almışlar. Artık Tanrı’ya şükür, düşmandan korkarak dağda kapanıp kalacak hâlde değiliz. Bir yol bulup bu dağdan göçüp çıkalım. Bize dost olanla görüşür, düşman olanla güreşiriz” dediler. Herkes bu fikri beğenip yollar aradılar. Mümkün olup bir yol bulamadılar. Bir demirci: “Ben bir yer gördüm, orada demir madeni var. Zannedersem bir kattır. Eğer onu eritirsek yol buluruz.” dedi. O yeri gidip gördüler ve demircinin sözünü münasip buldular. Millete odun ve kömür vergisi saldılar. Herkes vergisini getirdi, bir sıra odun, bir sıra kömür olmak üzere dağın böğründeki çatlağa istif ettiler. Dağın tepe ve diğer yanlarına da odun ve kömür yığdıktan sonra deriden yetmiş körük yapıp yetmiş yere kurdular; ateşleyip hepsini birden körüklediler. Tanrı’nın kudretiyle demir eriyip yükle bir deve geçecek kadar bir yol açıldı. O ayı, o günü, o saati belleyip dışarı çıktılar. İşte o gün Moğollarca bayram sayıldı. O vakitten beri bu halas günü Moğollar bayram yaparlar. (…)Bu güne çok itibar edip: “Zindandan çıkıp ata yurduna geldiğimiz gün” derler.”
Kaynak:
Ebulgazi Bahadır Han, Şecere-i Türkî, Aktaran: Doktor Rıza Nur, Matba’a-i Âmire, İstanbul, 1925, s. 35-38