Sultan II. Osman, Osmanlı padişahlarının on altıncısı, İslâm halifelerinin seksen birincisi olup 1013/1604 tarihinde İstanbul’da dünyaya gelmiştir. Babası I. Ahmed, annesi ise Rum asıllı Mahfiruz Haseki Sultan’dır. Amcası I. Mustafa’nın tahttan indirilmesi üzerine, henüz on dört yaşında iken devletin başına geçmiş; yaklaşık dört yıl iktidarda kalmıştır. Atılgan, cesur, enerjik, gözü pek ve zeki bir mizaca sahiptir; aynı zamanda çok iyi bir eğitim almıştır. Arapça, Farsça, İtalyanca, Latince, Yunanca gibi doğu ve batı dillerini çeviri yapacak kadar öğrenmiş; güçlü bir edebiyat, tarih, coğrafya, matematik ve fen tahsili görmüştür.
Atalarının zaferlerine büyük bir hayranlık besleyerek büyüyen II. Osman, büyük bir özenle yetiştirilmiş; sonunda iyi bir devlet adamı, mert bir asker ve aman vermeyen bir savaşçı olup çıkmıştır. Silâh ve harp aletlerini kullanmakta son derece mahirdir ki Lehistan Seferi sırasında askere konaklayacağı yeri uzaktan ok atarak göstermesi meşhurdur. Bu savaşa bizzat ordusunun başında katılmış ve cenk etmiştir. Sportmen yapısı korku bilmez ruhuyla bütünleştiğinde kahramanlığı göz kamaştırır hâle gelmiştir.
Yapısı itibarıyla başarısızlığa ve yenilgiye tahammül edemeyen bu sultan tahta çıkar çıkmaz sert ve radikal kararlar alıp uygulamış; devlet erkânı içindeki yetkilileri değiştirirken kadı ve müderris atamalarını şeyhülislâmın yetki dairesinden çıkarmış, geleneklere muhalif olarak saray dışından evlenmeyi tercih etmiştir.
Padişahın yürekli ama pervasız, bir o kadar da zamansız ve arkası hesaplanmamış adımları kendisine her kesimden birçok düşman kazandırmıştır. İngiliz elçisi Thomas Roe onu şu cümlelerle tarif eder: “… Osman mağrur, engin ruhlu ve pek cesur bir genç idi. Hıristiyanların can düşmanlarından biri idi. Ecdadının zaferine karşı büyük bir gıpta duymakta, büyük işler planlamakta ve namını hepsinin üstüne çıkarmak için hırsla gayret sarf etmekte idi… Fakat tüm bu meziyetlerine rağmen, halkı tarafından sevilmeyen, talihsiz bir hükümdar idi.”
Aynı zamanda fevkalâde at binen, şecaat ve binicilikte akranı pek az, şirin çehreli, güzel tavırlı bir gençtir. Küçük yaşlardan itibaren saraçlığa ilgi duymuş ve bindiği atların eyerlerini genellikle kendisi imal etmiştir. Hatta yazdığı şiirlerde kullandığı mahlas dahi “Farisî”dir ki Arapçadan Türkçeye geçen bu kelime “süvari” anlamına gelmektedir.
II. Osman atlara çok düşkündür ve en büyük zevklerinden biri de ata binmektir. “Sisli Kır” adını verdiği, çok sevgili ve değerli bir bineği vardır. Kendisi sultanın biricik gözdesidir.
Atın tüylerindeki küçük alaca beneklere “sis” denir. “Kır” ise beyazla az miktarda siyah karışmasından oluşan renk, yani gridir. Üzerinde lekeler bulunan, boz renkli bir hayvan olduğu için ona bu ismi takmıştır: Sisli Kır “Benekli kır (at)”.
Genç padişah tahta geçtikten takriben bir sene sonra bu atı kaybeder. Ölümü, onu derinden etkiler ve çok kederlendirir. Güven ve sevgiyle bağlandığı can dostunu alelâde bir yere defnetmeye ve onun adının sanının unutulmasına gönlü razı olmaz. Hatıraları kendinde saklı Sisli Kır’ın namı sonsuza dek yaşasın ister. Onu, Üsküdar’da bulunan Kavak Sarayı (Şerefabad)’nın bahçesine gömdürür. Başına da dört dizelik bir kitabe diktirir (1028/1619).
Hadikatü’l-cevâmi’ müellifi Hafız Hüseyin Ayvansarayi Kavak Sarayı içinde bulunan bu kabri bizzat gördüğünü söyler. 1179/1765’te yazmaya başladığı, İstanbul’da bulunan çeşmelerin kitabeleri ve bazı önemli şahsiyetlerin biyografilerinden bahsettiği, basılmamış olan el-Hafızü’l-Hüseyin adlı mecmuada serlevhasıyla birlikte bu kitabeyi hatasız kaydeder. Sadece tarihin üstünde yer alan “sene” kelimesi yazılmamıştır. [1]
Eski gravür ve resimlerde gayet açık bir şekilde seçilen bu saray, Harem İskelesi ile Kavak İskelesi arasında, sahilde yer alır. Sanıldığı gibi adını bahçesindeki birkaç kavak ağacından değil; eski devirlerde deniz gümrüklerine verilen “kavak” kelimesinden almış olmalıdır. Bu sözcük günümüzde Rumeli ve Anadolu Kavağı gibi kullanımlarda yaşamaktadır. Ayrıca bu yapı “Şerefabad” namıyla da anılır.
Üsküdar İskelesi’nden Kavak Sarayı’na kadar uzanan güzergâhta çeşitli sultan sarayları ve çiçek bahçeleri bulunmaktadır. Ele geçirilen bir temliknameye göre, bugün Ayazma denilen caminin yerinde bulunan Ayazma Sarayı’nın önünde ve sahile kadar uzanan alanda yer alıp Nevşehirli Damat İbrahim Paşa’nın malı olan muhteşem kasır ve bahçeleri içine alan yalının 1141/1728 tarihinde III. Ahmed’e hibe edildiği kaydedilmiştir. Mimar Sinan’ın Tezkiretü’l-enbiye’sinde bildirdiğine göre, kendi eseri olan meşhur Mehmed Paşa Sarayı, 1242/1827’den sonra da varlığını koruduğu hâlde Kavak Sarayı’nın diğer kısımları yıkılmıştır.[2]
Yine Tezkiretü’l-enbiye’de, Kanuni Sultan Süleyman zamanında Kavak Sarayı diye bir mahallin varlığından da bahsedilir.
Camii ise I. Ahmed tarafından yaptırılmış; III. Mahmud zamanında da tamir görmüştür. Bu sarayı III. Ahmed’in inşa ettirdiği söylenirse de bu inşaat sadece eski yapının genişletilip onarılmasından ibaret olmalıdır.
III. Selim zamanında, söz konusu yapının alanı içinde, Nizam-ı Cedid Ordusu askerlerinin yetiştirilmesi için “Selimiye” isimli bir kışla kurulur. Ancak ıslahatlardan rahatsız olan yeniçeriler, 1222/1808’de ayaklanarak padişahı katledip onun yaptırdığı Selimiye Kışlası’nı ateşe verip yakmışlardır. Saray, bu faciadan sonra bir daha kendini toparlayamamış ve yok olup gitmiştir. Tamamen yıkılması üzerine Sisli Kır’ın mezarı da açıkta kalmıştır.
Emrullah Efendi, 1318/1900 senesinde neşrettiği, Muhitü’l-maarifin adlı kitabın “At Mezarı” bahsinde, bazı yanlışlar içermekle birlikte, bu kabrin Üsküdar İhsaniye Mahallesi’nde bulunduğunu, bugünkü Çiçekçi Kahvesi’nin karşısındaki bahçeye tekabül ettiğini, buraya sancılı atların getirilip gezdirildiğini söyler.[3] Tam olarak Selimiye’de, Harem İskelesi Sokağı ile Selimiye Hamam Sokağı’nın birleştiği yerde ve ikinci sokağın sol tarafında yer alan yüksekçe bir bahçe içindedir. Karşısındaki meydanın ortasında, 1220/1805 tarihlerinde Sultan III. Selim’in sütannesi “Daye Kadın” tarafından yaptırılan namazgâh vardır.
Selimiye Mahallesi’nin gelişip büyümesi sonucu bu mezar binaların arasında sıkışıp kalmıştır. İşin ilginç tarafı, gel zaman git zaman halk arasında “At Evliyası” adıyla şöhret bulmuş; namı tüm İstanbul’u sarmış; hasta ve sancılı hayvanlar şifa bulur ümidiyle buraya getirilmiştir.
Etrafında üçer defa dolaştırılan hastaların derman bulacağına inanılmış; Sisli Kır’ın mezarı medet dilenilen bir türbe olup çıkmıştır.[4] Sultan II. Osman’ın biricik atına gösterdiği ihtimamdan enteresan bir netice hâsıl olmuştur.
Bir rivayete göre, hayvanlar rahatça ziyaret edebilsin, etrafında kolayca gezebilsin diye kabrin kitabesi sökülerek yerinden çıkarılmış ve bahçe duvarına yaslanmıştır.
Bu yazıtı ilk fark eden kişi Encümen azasından Necip Asım Bey’dir. Evin bahçe duvarına yaslanmış hâlde duran taşın 1028/1619 tarihli ve orijinal olduğunu görüp üzerindeki “Sultan Osman Han” ibaresini okuduğu zaman önemli bir eserle karşı karşıya geldiğini anlamıştır. Böylece, bu nadir parça kaderine terk edilmekten kurtularak yeniden hayat bulmuştur. Çinili Köşk’e nakledilen taş önce burada teşhir edilmeye başlanmıştır.
Söz konusu olaydan bir süre sonra Asar-ı Atika Müzesi Müdürü Halil Edhem Bey (1861-1938) “Bir Atın Mezar Taşı Kitabesi” başlıklı makaleyi kaleme alarak Türk Tarih Encümeni Mecmuası’nda bu kitabeyi tanıtmıştır (Numara: 15 [86], 1 Mayıs 1341/1925, s.196-199). Çektiği fotoğraf da dergide basılır; ancak silik olduğu için pek seçilmemektedir.
Bu değerli eser, 1930’da, Topkapı Sarayı Müzesi’ne getirilir ve Raht Hazinesi Koleksiyonu içindeki yerini alır.[5]
Mezar taşı kaidesi ile birlikte yekpare mermerden oyulmuştur. Yayvan bir kaş kemer üzerine, ikişerden dört satırlık bir kıta, nesih ve kabartma yazı ile nakşedilmiştir. Düz bordürlü taşın bir yüzeyi kabartmadır. Boyutları 96×72 cm. olan bu yazıt üzerinde aşağıdaki dörtlük bulunur:
Zıll-ı Hak Hazret-i Osman Han’un | Hakk’ın gölgesi Hazret-i Osman Han’ın |
Sisli Kır nam atı anılmışdur | Sisli Kır adlı atı anılmıştır |
Emr-i Yezdaniyle mevt irişecek | Allah’ın emriyle ölüm gelince |
Bu makam içre o gömilmişdür | O bu makam içine gömülmüştür |
O dönemin edebi dili göz önüne alındığında bu kıtanın sade bir Türkçe ile kaleme alındığı anlaşılır. Aruz ölçüsü ile yazılmış olup ancak vezni bozuktur.
“Hakk’ın gölgesi olan Osman Han Hazretlerinin Sisli Kır isimli atı anılmıştır. Allah’ın emriyle ona ölüm erişince buraya gömülmüştür.” şeklinde çağdaş Türkçeye çevireceğimiz bu dörtlük, içinde hem kudreti hem de aczi barındırması açısından mühimdir.
Bir cihan sultanının adıyla şereflenen bu mısralar aynı zamanda can dostunu kaybetmiş bir insanın sevdiğine karşı son görevini yerine getirmesi ve ona verdiği değeri sergilemesidir. Bu kitabenin bir yönü çok şaşaalı, debdebeli, diğer yönü ise gayet samimi ve insanidir. Dünyaya hükmeden bir padişah atına özel bir mezar yaptıracak ve başına bir yazıt diktirecek kadar güçlü iken ölüm karşısında aczini ifade edecek, kederini gösterecek, vefasını sunacak kadar da naiftir.
II. Osman, “zıll-ı Hak”tır; yani Allah’ın dünyada bulunan gölgesi; onun halifesidir. Bu muhteşem bir güce işaret eder ki kullanılan kelimeler itibarıyla tartışmaya mahal bırakmaz. Ancak denizlerin ve karaların hâkimi, tüm kulların adaletinden medet umduğu, himmetine muhtaç olduğu bu padişah, hüküm tutan bu el, “mevt” geldiğinde çaresiz kalır; kadere sözü geçmez. Tüm tebaasının önünde diz çöktüğü “âlem-penahi” de “emr-i Yezdan” karşısında boyun eğer. Kanatlanıp uçan cana dur diyemez. Bedenini kara toprağın bağrından söküp alamaz. Kaçınılamaz sona ayak direyemez. Tek tesellisi ona bir mezar yapmak ve bir kitabe hazırlattırmak olacaktır.
Âdeta, söylenmemiş bir mersiyeye işaret eden bu satırlar belki kelimeleriyle değil; ama manası itibarıyla büyük bir hüzne, büyük bir acıya delildir. Uzak diyarlara göçüp giden bir insan da olabilir; bir at da… Sevgiyle birbirini sarmış; hatıralarla bağlanmış gönüllerden hesap sorulmaz. Burada, açıkça, eski geleneğin ruhundan hoş bir esinti, ata duyulan ateşli sevdadan arta kalan bir kor, ecdat yârenlerinin kutsallığıyla sarmalanmış bir tavır hissedilir.
Belki dünyada başka bir örneğine tesadüf edilmeyecek olan bu kitabe, sanki Sultan Osman Han Hazretlerinin Sisli Kır’ı aracılığıyla gelmiş geçmiş tüm atlara yakılmış gizli bir ağıttır…
Kaynakça:
1 – Halil Edhem; Türk Tarih Encümeni Mecmuası, Numara: 15 [86], 1 Mayıs 1341/1925, s. 199
2 – Halil Edhem; a.g.e., s. 199
3 – Anonim; “At”, Meydan Larousse Ansiklopedisi, c.II, İstanbul, 1992, s. 229
4 – Anonim; “At”, Türk Ansiklopedisi, c.IV, 1950, s. 76
5 – Kudret Emiroğlu – Ahmed Yüksel; Yoldaşımız At, İstanbul 2003, s. 75
Kaynak:
Yrd. Doç. Dr. Esra Keskinkılıç, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü, Yeni Türk Dili Anabilimdalı, ACTA TURCICA Çevrimiçi Tematik Türkoloji Dergisi, Yıl VI, Sayı 1-2, Ocak 2014, “Kültürümüzde Hayvanlara Ağıt”, s. 6 – 12