Yazar: Prof. Dr. Ahmet Caferoğlu
Orta-Asya, insanlık tarihinin kültür beşiği, Türk anavatan taşmasının ilk yerleşme menzili ve medeniyeti merkezidir. Ecdat Türk, çok eski çağlardan bu yana, burasını vatan edinmiş, yerli kültür yapıcılığında ve kuruluşunda uhdesine düşeni eksiksiz yapmıştır. VI – VII. yüzyıllarda, Orta – Asya mukadderatını elinde tutan büyük Gök – Türk devleti, sahipliğini yapan Batı-Türkistan Demirkapı’sı ile, dillere destan olmuştur. Türkü Ergenekon’a götüren, sembolik kurt da aslen bu iklimden olup, eski Türk tanrılarından sayılmıştır. Türk medeniyetinin manevı kültür mahsullerinden olan Dede Korkut’lar, Manas’lar, Alpamış’lar hep bu sahada doğmuş, beslenmiş, Türklüğün mazisini yaymış ve yaşatmıştır. Bugünkü yaygın Türk dünyasının manen ve maddeten bağlandığı öz vatandır.
Jeopolitik durumu ile Batı-Türkistan, büyük yollar kavşagı ve çeşitli dil, kültür ve medeniyetler tesiri merkezinde bulunması hasebiyle milletler tarihinde önemli rol oynamıştır. Hatta VII. – XII. yüzyıllar arası Maveraünnehir’le Horasan eyaletleri, Türklüğü siyası tarihi bakımından olduğu kadar, kültür ve medeniyetler gelişmesi bakımından da çok büyük bir değer taşımıştır. Bu iki coğrafi bölge adı altındaki geniş bölgedir. Ceyhunla Hazar denizi çevresi de bu büyük bölge içerisinde rahatça alınmaktadır.
Saha, tarihı mukadderatına boyun eğerek, çeşitli dinli ve dilli milletlere geçit yolu vermiş, medeniyetler çarpışmasına sahne olmuştur. Fakat tarih boyunca Türklüğünden hiçbir şey kaybetmemiştir. Bilakis Arap istilası Türklerce burada durdurulmuş, bölgenin ve halkının islamlaşması, Türklerin bu dine girmelerine bağlı kalmıştır. Hatta islam dünyası hakimiyetini ele alan Türkler, burasını siyası sıçrama ve atlama merkezi olarak kullanmışlardır. Kısacası, Türk dünyasının genişlemesinde ve medeniyetinin milletler kültürü arasında sağlamlaşmasında, Orta-Asya’nın tarihten silinmez, çok büyük bir değeri ve himmeti olmuştur. O kadar ki, Türk, mazisi ile, kültürü ile, dili ve sairesiyle hep buraya bağlı kalmış, Harezm, Buhara, Hive, Yedisu, Merv, Semerkant, Hokant dememiş, hepsine Türklük damgasını, bir daha silinmemek üzere, basmıştır. İşte bin yıldan bu yana dertli başını Tiyanşa’lara yaslayan, gövdesi ile bütün Batı-Türkistan’ı kaplayan, ayak uçlarını Türkmen bozkırlarına dayayan bu tarihı zametli Türk devleti, Rus istilasına uğrayınca, başı Kırgızistan’a, gövdesinin bir kısmi, güya Türk değilmişlermiş gibi Tacikistan’a, ayakları Türkmenistan’a ayrılmış, bu suretle heybetli Türk istiklal heykeli, maalesef yaralanmıştır. Ameliyat cidden çok uğursuzca olmuştur.
Halbuki Rusya esiri ve mahkumu milletler arasında, en geç esarete boyun eğeni mağrur Orta-Asya Türklüğü olmuştur. Uzun mukavemet ve dayanmasına rağmen, nihayet Çarlık Rusyası ordusu tarafından kuşatılarak, parça parça Rusya’ya eklenmiştir. Eşit olmayan kuvvetler arasındaki Türke has bu ölüm dirim savaşları sonunda: 1866’da Hocent, Ura-Tepe; 1868’de Kette-Kurgan; 1973’de Hive hanlığı ile buhara 1920’de bir aralık Sovyet Cumhuriyeti ilan edilmişse de, 1924’de derhal ilga edilmiştir. Bir kısım arazisi Türkmenistan’a, bir kısmı Özbekistan’a, bir kısmı da Tacikistan’a verilmiştir. Fakat Çarlık ve Sovyet Rusyalarının Batı-Türkistan Türkü boyun eğmiş değildir. Aksine emsaline az rastlanan tarihı mücahit ve kahramanlıkları ile, Rusya istilasına karşı direnmiş, yıllar boyunca savaşmış, herbir karış analetine aziz hatıra olarak kalan yiğitler arasında, “Ota-Yüz” hanlarından Abılay’ın ahfadından ünlü mücahit Kinesarı’nın oğlu Sıddık-Töre’de bulunmaktadır. Rus tarihçisi N. Y. Pavlov’un tavsifine göre, Sıddık-Töre: “Rus kıtalarının Türkistan seferlerinde Hokani, Buhara, ve Hive ordulariyle savaşlarında bizim en büyük düşmanımız olmuştur. Sultan Sıddık, Turan’ın en büyük şahsiyetlerinden biridir. Bu bozkır evladı ana sütü ile birlikte bize karşı olan düşmanlık hissini de emmiş” bir kişi olmuştur. Şahsiyetinde topladığı şövalyelikle, Türkmen ve Kırgız-Kazak süvarileri kumandanlığını da uhdesine almıştır.
Ruslara karşı istiklal mücadelesinde, millı mücahit ve kahramanlardan asla yoksunluk çekmeyen Türkistan Türkleri içerisinde Sıddık-Töre’nin helal yiğitlik sütünden emen diğer Abdürrahman Aftabacı, Polat Han, Evez Murat, Tıkma-Serdar, Yakub Bek, Alimkul vb. gibi, düşmanın bile takdir ettiği, ölmez şahsiyetler de vardır. Her biri bir ordu kadar kuvvetli, imanlı ve inançlı mücahit idiler. Halk arasında yarattıkları şöhret Rusya’yı bile çileden çıkartmış olacaktır ki, Türkistan fatihi Rus Generalı Skoblef, Tıkma-Serdar’ın halk arasında kazanmış olduğu şöhretten tiksinerek: “Orta-Asya’da ve islamlarla olan harplerde, biri için ad yaratmak – şöhret sahibi olmak kadar tehlikeli bir şey olamaz. Şamil, Kadı-Molla, Abdülkadir, Nene Sayıp, Alimkul, Abdurrahman Aftabacı gibi. Bu eski hataları biz de mi tekrarlayacağız? Tıkma-Serdar adı artık bahis konusu olmamalıdır. Bu adı anmak resmen yasak edilmelidir”, şeklinde halka emirler vermiştir.
Batı-Türkistan istiklal mücadelesi, Sovyet Rusya istilasına karşı da aynı şiddetle devam etmiştir. Hatta Rusya boyunduruğu altına girdikten sonra bile, millı mücadele aşkı bir türlü dinmemiş, içte “Basmacılık”, dışta millı istiklalcilik harekatı ile, mahkum Türk halklarına örnek olmuşlardır. Batı-Türkistan bu suretle, millı Türk kültürü sahasında olduğu kadar, Türk milletinin müstakil ve hür yaşaması yolunda da, ecdat geleneğine uymuş, vurmuş, vuruşmuştur.
Nihayet 1920 yılı Rusya iç ihtilali sonunda, idareyi ele alan komünist idaresi, kendi Rusya iç idare taksimatı planı üzerine Batı-Türkistanı parçalamış, Kazaklar, Karakalpaklar, Özbekler ve Kırgızlar sözde muhtar ayrı ayrı bölgele ayrılmıştır (Kazak Türkleri için, Türk Kültürü Dergisinin 29. sayısında çıkan yazımıza bakınız.)
Karakalpak Türkleri:
Asılları itibariyle X-XII. yüzyıllar Peçenek’leri ahfadındandırlar. Tarihı kanaklarda “siyah külahlılar” yahut sadece “külahlılar” adiyle geçmektedirler. XII-XIII. yüzyıllarda Kıpçaklarla beraber Mogollara tabi olmuşlardır. Altın-Ordu devleti içerisinde kendi etnik hamur yapısını bulduktan sonra XVI. yüzyılda Seyhun ırmağı havzasında yerleşmişlerdir. Bir aralık Kalmık’ların akınlarına uğramışlarsa da, her daim kendi varlıklarını koruyabilmişlerdir. Fakat tarihı hayat gelişmeleri daha fazla Hive hanlığı akıbetine bağlı kalmıştır. Sovyet idare sistemi kurulunca, Muhtar Karakalpak Sovyet eyaleti olarak tanınmıştır. Kuzey, Doğu ve Batıda Kazak, Güneyde ise Özbek ve Türkmenistan gibi, sözde üç Sovyet Türk Cumhuriyetleri sınırları ile çevrilmiştir. 1930’da Karakalpaklar Kazakistan’a, 1932’de nedense bu fikirden vaz geçilerek umumı Rusya sınırları içerisine, 1936’da Stalin’in tensibiyle, muhtar eyalet olarak Özbekistan’a alınmıştır. Yüzölçümü 126.000 kilometre kare olup, 200.000 in üstünde bir nüfusa sahiptir. Çeşitli bölgelere yayılmışlardır. Bir kısmı Afganistan’da yerleşmiştir.
Karakalpakların tam manası ile klasik bir edebiyatları yoktur. Buna karşılık, mazi yadigarı, kahramanlık destanları ile epik eserleri vardır. Daha Altın-Ordu devrinde teşekkül etmiş olan “Koblan”, “Er Şain”, “Er Kosay”, “Alpamıs” ve “Kırk Kız” gibi epik eserler, bugün bile zevkle söylenmektedir. XVIII. yıl Karakalpak şairleri içerisinde ün salmış olan şair – “jrau” lar dan biri jien Tagay-Ulı idi. Şöhretli destancı idi. “Poskan el” = “Parçalanmış el” adlı destanında şair, ağır ve merhametsiz akınlara uğrayan milletinin, ümitsiz ve insanlığa küskün acılarla, yeni vatan aramakta olduğunu ve bu hengamede, baba ve annesinin yurttan yurda dolaşmaya takatı kalmadan yetim bıraktıkları onüç yaşındaki zavallı Münaim adlı bir kızın macerasını terennüm etmektedir. “Ata jurtı Türkistan” adlı destan da, Karakalpak halkının göç ve muhaceret denilen zalim kaderiyle birleştirilmiş ve Jien Togay-Ulı sayesinde Türkistan illerine yayılmıştır.
Togay-Ulı ile beraber milletini terennüm eden diğer halk şairleri arasında: Berdah, Ajiniyaz, Künhoja, Ateş = Oteş, gibileri de vardır. Şair Berdah, Ali Şir Nevaı, Fuzulı, Mahtumkulu’nun eserleri tesiri altında yetişmiş olduğundan, tıpkı muasırı şair Ajiniyaz gibi kahramanlarını, Doğunun ünlü ve iç açan: Leyla, Züleyla, Şirin, Zal, Rüstem, Şah-Sanem, Garip’lerinden almıştır. Hatta Ajiniyaz, şiirlerini Nevaı tarz ve üslubunda yazmıştır. Hele geniş halk arasında ün salmış olan seksenlik şair Künhoja (1799-1880), eserlerinde şahsı hayatına yer vermiş, “Sopanlar” adlı şiirinde çobanları; “Orakşılar” adlı diğer bir şiirinde ise orakçıları katmıştır.
Nihayet şair Ajiniyaz Kosıbay-Ulı (1824-1878) da “Ellerim bardı” = “Ellerim vardı”; “Şıktı jan” = “Çıktı can”, gibi bir çok yanık şiirleri ile Karakalpak şiirini renkleştirmeğe çalışmıştır. Çeşitli “bahsı = jrau” lar tarafından, terennüm edilen bu kabil halk edebı nevileri, Karakalpak edebiyatına ayrıca bir zenginlik vermiştir. Halka tarihini öğreten bu edebiyat çeşnisi, Bilhassa “Kosık” lar, halk arasında geniş bir ilgi toplamıştır.
Karakalpak şivesi iki ağıza ayrılmaktadır. Kıpçak-Nogay şiveleri grupuna girmektedir. Kendine göre özel gramer şekillerine sahiptir.
Özbekler:
Batı Türkistan’ın öz ve asil halkındandır. Tarih boyunca sahanın kuzeyi, göçeri ulus ve eller yurdu olduğu halde, güneyi aksine yerleşik ve kültürlü Türk halklarının yerleştiği millı bir vatan olmuştur. Tarihin gün görmüş bir ülkesidir. Tarih boyunca istiklali uğruna yapılan mücadeleler sonunda, Rus esaretine boyun eğmeğe mecbur olmuştur. Sovyet idaresinin çeşitli siyası ayarlamaları ve kırpmaları sonunda Sovyet sosyalist özbek Cumhuriyeti olarak ilan edilmiştir. Yüz ölçümü 176.240 kilometre kare olup, güneyde Termez yakınlarında, Amuderya (Ceyhun) kıyılarında Afganistan’la müşterek sınırlıdır. Güney-Batıda Türkmenistan, batı ve kuzeyde Kazak, doğuda Kırgız, güney-doğuda Özbekistan’ın bağrından zorla koparılan Tacikistan Cumhuriyeti sınırları ile çevrilmiştir. 1953 Sovyet sayımına göre Özbekistanın nüfusu 8.106.000 kişi olmuştur. Altı yıllık yüzde 2 artışı buna katacak olursak, özbekistan’ın halkı 9 milyonu aşmış olur. Nüfusun, hiç şüphe yoktur ki %90’ını, öz Türk evladı teşkil etmektedir. Sun’ı ayrılışıla parçalanan Tacikistan, kendi ana kucağına bağlanacak olunursa çağımızın ikinci büyük Türk devleti, tarihi cüssesi ve millı kültürü, azameti ile ortaya çıkmış olur.
Özbek kavim adının türeyişine dair, Ebül-Gazi Bahadır Han’ın verdiği bilgiye bakılacak olunursa, bu ad 1340 tarihine kadar Altun-Ordu hükümdarı Özbek Han’ın, kendi tebasına verdiği etnonimdir. Zamanla bu ad Orta Asya Türk halkları arasında geniş rağbet görmüştür. Hatta Şeybanı Han’la beraber güneye doğru inen Türk halkları toplu olarak, seve seve Özbekliği kabullenmişlerdir. Çeşitli boylara ayrılmışlardır. İstila idaresi, fırsattan faydalanarak Özbek Türküne: Sart, kurama, Tacik gibi hiçbir anlamı olmayan sözüm ona millı adlar takmaya çalışmış, fakat tutturamamıştır.
Milletleri, Orta-Asya Türklüğünün bağrına götüren ve geniş Özbekistan eli geçidinin bekçileri sayılan Özbekler, yüzyıllar boyunca doğu ile batı arasındaki kültür ve ticaret mübadelesini temaslar sayesinde Türk yurtseverliğine ve tefekkürüne birçok yenilikler eklenmiştir. Nitekim XIII. yüzyıl başlarına doğru Orta-Asya’nın derinliğinden kopuveren Türk-mogol devri, ilk hamledeki yıkıcılığına rağmen, sonraları kendisine mahsus özel bir kültür akımı halini almıştır. Harekat, sırf garplı toplumunun sıcağı sıcağına geçirdiği ortaçağ skolastik din taassubu devresine rastlamış olduğundan, Türklük lehine olarak bir türlü hazmedilememiştir. Hindistan’dan Akdeniz kıyılarına kadar serilen ve gövdesine İran, Turan, Kıpçak eli ile, koca Rusya’yı alan Cengiz İmparatorluğu, Doğu için muazzam bir prestij, Batı için ise sadece nefret ve kin hissi unsuru olmuştur.
Bu devir, Batı-Türkistan sahasında yeni yeni şehir ve kültür merkezciliğinin doğuşunu temin etmeğe yaramıştır. Keş şehri payitahtı yapılmak istenmiş, Şahruh (1404-1447) hakimiyeti zamanında Horasan eyaleti ile Semerkand, yerleşik bir kültür merkezi haline getirilmiştir. Uluğ Bey (1409-1449) geniş imkanlar sağlıyarak, Semerkand’a rasathane kazandırmış, sonraları ise Herat’la kültür merkeziyetçiliği rekabet ve çekişmeciliğine başlanmmıştır. Hüseyin Baykara, bu çok nazik hususta daha atik davranarak Türkkültür merkezlerini Horasan, Belh, Seistan, Herat ve emsali gibi geniş coğrafı sahalara getirmeğe muvaffak olmuştur. Babur Şah ise Türk kültürünü Hindistan üzerine getirmiştir. Bu suretle eski Türk emirlerinden Laçın’ın ve oğlu Husrev Dehlevı’nin Hindistan’daki yerini yeni yeni Türk hemşehri alimleri tutmuştur. Uluğ Bey’in saray şairi sekkakı, arkadaşları Mukimı, Yakinı, Emirı ve Gedaı gibi üstat şairlerle Semerkand’ı, Türk kültür ve bilim merkezi yaptıkları halde, Lütfi de, mütevazı hayatı içerisinde, Herat’ı öz Türke merkez yapmak için çalışmıştır. Fakat Ali Şir Nevaı ve Sultan Hüseyin Baykara şahsı himmetleri sayesinde üstün gelmişlerdir. Çağatay Türkçesi adını alan ve bugünkü Özbekçe’nin anası sayılan bu edebı Türkçe uzun zaman Türk derdini ağlayan, gönlünü okşayan bir dil olmuştur.
Şahsiyeti ile Türk kültür kuruculuğuna, kalemiyle “Turki” adını verdiği Türkçeye karşı Ali Şir Nevaı’nin sarf ettiği emeği, burada değerlendirmek pek güçtür. Yüzlerce bilim adamları ile Türk şairlerini kanadı altında geliştiren ve besleyen bu büyük Türk evladı, cidden takdirin üstündedir. Dünya ölçüsünde bir üstat olmasına rağmen, onu Türkistan’ın bağrından ve kucağından ayırmak her baba yiğitin işi olmasa gerektir. Doğu’nun ve batının insaflı bilginlerince de takdir edilen Ali Şir Nevaı, her ne kadar çeşitli Türk ülkelerine yetiştirdiği çırak şairleri ile, bütün Türk dünyasına maledilecek bir üstünlük kazanmıştır.
Özbekler arasında, millı kültür yadigarı eserler üzerindeki araştırmalara da büyük bir ilgi gösterilmektedir. Vücuda getirilmekte olan Türkistan’a ait yazma kitaplar kütüphanesi dışında, Orta-Asya ile ilgili yazma tarihi ve kültür kaynaklarının Özbekçeye çevrilmesine başlanmıştır. Bunlar arasında: Hafız Tiniş’in, Abdullah-name’si; Mir Muhammed Emin Buharı’nin, Ubeydullah-name’si; Mir Emin Buharı’nin, Fetihname-i Sultani’si; Mirza Salim’in, Tarih-i Salim’i; Abdürrahman Tali’in, Tarih-i Abü’l-Feyz-Han’ı ve saire bulunmaktadır. Fakat Batı-Türkistan bununla yetinmemiş, eski klasik Türk kültür ve edebiyatı merkezi olması bakımından, yüzyıllarca manevi Türk kültür ve edebiyatı merkezi olması bakımından, yüzyılarca manevi Türk kültür ve edebiyatı merkezi olması bakımından, yüzyıllarcak manevi Türk kültür ve folklor gelişmesine de merkezlik vazifesini yapmıştır. Halk destanının rağbet bulması bunun en canlı bir örneğidir. Tarihı “Köroğlu”, “Yusuf ve Ahmet”, “Sanuber”, “Küntuğmış”, “Alpamış” gibi halkça bilinen ve sevilen destanlar yanında, ayrıca maziyi yaşatan bir de halk hikayeciliği, geniş bir gelişme imkanı bulmuştur. Bunlar tarihte ün salmış “uluğ çarçılar” tarafından söylenmekte idi. Tohtamış Han’ın Kamalzade’si ile Cihan Mirza’sı, bu Orta-Asya meddahlarının veyahut bahşı’larının en ileri gelenleridir.
Buraya, halk ruhunu okşayan, onları millı yolda terbiye eden bir çok anlı ve sanlı müşterek Orta-Asya derviş şairlerini de katmak gerekir. Kendi millı dillerini, diğer diler üstünde tutmayı gelenek haline getiren bu kabil şairlerin başçısı Ahmet Yesevi olmuştur. Orta-Asya Türklüğünü, dili ve dini ile kenetleyen bu halk şairinin, umum Türkçe ve halk felsefesi üzerinde tesiri ve tepkisi pek büyük olmuştur. Yetiştirdiği kendi tarzındaki şairlerin sayısı, klasik şairlerimizin kat kat üstünde olmuştur. Efsanevı birer şahsiyet kisvesine sokulan bu halk mutasavvıf şairlerinin, sahip oldukları üstün kabiliyet ve nüfuzları sayesinde Türk kültürü gelişmesine vermiş oldukları gerçek yön unutulmaz hizmetlerinden biri sayılır.
Batı-Türkistan halk şairleri ve bahşileri lehine olarak bir de, geniş saha bulma ve her çeşit vasıtalarla halk terbiyesinde üzerlerine aldıkları vazife imkanlarını, göz önünde bulundurmak lazımdır. Şamanizm dini yolu ile, halkın millı inançlarını teminat altına alan bahşiler, aynı itina ile mazinin ve millı tarihin, yüz güldüren canlı sayfalarını, öz Türkçeleri ile sermeğe çalışmışlardır. “Mollalı köy korkak – Bahşılı köy ise kahramandır” atasözü, Özbek Türkünün mazi yadigarına olan inancını en iyi belirten bir vecizedir. Geniş Batı-Türkistan ülkesini baştan sonuna kadar katetmeye hevesleri bulunan bu sazlı ve sözlü Özbek bahşilerinin, millı destanları yolu ile, millı bir Türk birliği vücuda getirmekte, kendilerine göre büyük himmetleri olmuştur. Ana yurtlarına ait destanı repertuarlarını terennüm ederek kardeşler ülkesi köşesine kadar sorarken, edindikleri yenilerini de kendi halklarına tanıtmakta idiler. Bir nevi mübadele karakterini alan bu halk edebiyatı, Batı – Türkistan’ın en önemli nokta ve merkezlerinde, birer mektep halini almış, Türkü daima tetikte tutmuştur.
Önemine göre Özbek dili ve edebiyatı oldukça düzenli bir şekilde işlenmiştir. Eski ve yeni Özbek Türkçesinin gramerleri hem Rusya’da hem Avrupa’da yazılmış, faydalı kaynak haline getirilmiştir.
Kırgızlar:
Orta-Asya’nın en eski halklarındandır. İki bin yıl önce öncüleri “Tiyanşan” a gelip yerleşmişlerdir. Çin kaynaklarınca haklarında ileri sürülen bilgiler, milat öncesi ikinci yüzyılı kolayca bulur. Tarihı gelişmeleri, çok haşin ve sert mücadeleleri yenmekle kabil olmuştur. Sürekli hür yaşama harp ve darpları, Kırgız boyunu, çok hırpalamış ve ezmiştir Çeşitli milletlerin istilalarına uğramış, sonunda sözde Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti olmuştur.
Cumhuriyetin yüzölçümü 198.700 kilometre kare olup: Güney-Batıda Çinle, güneyde Tacikistan, Kazakistan bölgesinde ise dağ silsilelerini aşarak, güney-batıda Fergana havzasında Özbekistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri ile hemsınırlıdır. 1939 yılı Sovyet sayımına göre 2.200.000 i rahatça bulur. Başşehirleri Pişpek olduğu halde Frunze’ye çevrilmiştir. Diğer mühim şehirler: Tokmak, Prjeval’sk, Celal-Abad, OŞ ve Üzgen’dir. Diğer ufak kasabaları da vardır.
Umumı Türk tarihinde Kırgızların, kendine göre özel bir hususiyeti vardır. Çok eski zamandan beri işgal etmiş oldukları Tyan-şan, doğunun çeşitli milletler medeniyetinin çarpıştığı ve karşılaştığı saha olduğundan, tabiatiyle ilk halkına pek ağır vazifeler yüklemiştir. Çin, İran, Soğd, Doğu Türkistan’ı gibi il ve memleketler kültür hamurunu yoğuran tarihı Kırgız halkı, kendi hürriyetini de ihmal etmemiş, zaman zaman şahlanmış, büyük devletler kurmuştur. Nitekim VI.-VIII: yüzyıllarda Kırgızlar, müstakil bir devlet kurmuş, IX. yüzyılda ise Uygur devleti üzerine konduktan sonra devlet sınırları içerisinde Mogolistan’al Tiyan-şan’ı bütünü ile ithal etmişlerdir. Bu suretle Batı-Türk hakanlığına giren ilk büyük Türk devletinin temeli atılmış oldu.
Kırgızların kurmuş oldukları devletler, Orhun-Yenisey havzalarından başlayarak çeşitli coğrafı bölgelerde zaman zaman yükselmiş ve çökmüştür. 1503-1504 tarihlerinde Kırgızlar, Mogolistan devletinin bu sahadaki en muharip ve savaşçı bir halkı olarak gözükmektedir. Daha XIII. yüzyılda Mogol istilasına uğrayan çeşitli uğrayan Orta-Asya milletleri kaderine katılmışlardır.
1606’dan 1642 yılına kadar Ruslarla kanlı ve sürekli savaşlara tutuşmuş istila dalgalarına karşı, aşılmaz bir set gibi göğüslerini germişlerdir. Üstelik komşu Çulım, Kondoma ve Mıras kıyılarında, Yenisey havzasında oturan Türk boylarını istiklal savaşına katılmaya teşvik etmişlerdir. Tebalığına zorla girdikleri devlete, hiçbir vakit sadakat andı içmemişlerdir. Mogollara karşı da aynı kin ve nefretle mücadele etmişlerdir.
İlk Rus istilası yıllarında Kazak Türklerine benzediklerinden dolayı Kazak kavim adı ile adlandırılmışlardır. Fakat 1855 yıllarında Rus istilası Tyanşan’ı boylayınca, gerçek Kırgızlar meydana çıkmış ve Ruslar bu Türk boyuna “Karagırgız” yahut “Vahşi taşlı Kırgız” kavim adını vermişlerdir.
Kırgızların fevkalade lirik ve içli bir halk edebiyatları vardır. Akıcı Kazak şivesi stili ve üslubu, şiir kalıbına dökülmüş Kırgız destanlarına, başka bir zevk ve ruh katlamıştır. Çabuk ve güzel konuşan, güzel konuşanı dinlemekten zevk alan Türk boylarının en imtiyazlısıdır. İç ve edebı zevkinin yaratıcı muhayyelesi olan Kırgız destanlarında, yüzyıllı haşin ve sert istiklal mücadeleleri, şair akın’ların kobuzlu terennümleri sayesinde, değerinden buledilmekle, hem gerçek edebı şeklini bulmuş, hem de yeni yeni kabiliyet ve istidatlı şair akın’lar yetiştirmiştir. Göçten göçe taşınan, kobuzlarının hnazin seslerini halka duyuran bu şair-nakiller, romantizme bürünmüş, tarihı Kırgız kederini terennümde, Türke, diline ve kültürüne büyük hizmetler etmişlerdir. Kırgızlar, Türk milletine “Manas” gibi şahaser bir destan bırakmayı da ihmal etmemiştir.
Destan, Kırgız ve genellikle Orta-Asya Türklüğü içerisinde, görmüş olduğu rağbet üzerine bir de “manaşçı” adı altında bir halk şair nakilleri grupu vücuda getirmiştir. Bunların arasında, üç ay müddetle “Manas” destanı naklini bitiremiyen A. Sagımbay Orozbak, gibi değerli kişiler de bulunmaktadır. Kendinden önce, büyük nakiller, yani destan terennüm edenler kuşağı mevcut olmuş ve bunların kurdukları “manascı” ekolü, bugüne kadar, Naymanbay; şair Akılbek; Tınıbek; Konurbay ve saire hep bu mektebin geleneğini devam ettirenler olmuşlardır.
Manas, Bartold’un da ileri sürdüğüne göre IX. ve X. yüzyıllarda teşekkül etmiştir. Bu devir Kırgız İmparatorluğunun en parlak çağı olmuş ve destanda bu yıllar mücadelesi ima yolu ile hatırlatılmıştır. Yani Manas, aşağı yukarı Dede-Korkut devrinin bir mahsulü sayılabilir. Eser,. Kahraman tipleri ile, bilhassa kadın kahramanların, insanlık ve kadınlık karakterleri yönünden, cihan destan edebiyatı seceresinde kolayca yer alabilir. Anlaşılan Kırgız, tarihi hayatında kadın-kahramanların, insanlık ve kadınlık karakterleri yönünden, cihan destan edebiyatı seceresinde kolayca yer alabilir. Anlaşılan Kırgız, tarihı hayatında kadın-kahraman himmetine güvenmiş, ona destanında saygıdeğer yeri vermeği unutmamıştır. Bahusus ki Orta-Asya Türk kavimleri destanlarında “Alp-Kız” lar tipi gelenekçi bir millet temsilcisi ve kahramanı olmuşlardır. Alpamış’taki Barçin; Dede-Korkud’taki Burla-Hatun; Koblandı-Batur’daki Karılga; nihayet Ebülgazi Bahadır Han’ın “Oğuzlara beğlik etmiş kızlar”, hikayesi hep Manas’daki kahraman ve destanı alp kızlarımız bir protitipinden başka bir şey değildir.
Kırgız Türkçesi Kırgız tarihi kadar eski Türk şivesidir. Daha Yenisey’de iken vücuda getirdikleri edebı şive eski Uygur ve Oğuz şivelerini andırmaktadır. Bugünkü Kırgızca ise iki ayrı ağıza ayrılmaktadır.
Kaynak:
Prof. Dr. Ahmet Caferoğlu, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Haziran 1964, Batı – Türkistan Türkleri, Cilt: III Sayı: 220