Türkçe Tarih

İslâmiyet’den önce Türkler’de Devlet Adamı Tipi

Attila'nın ziyafeti, Mór Than tarafından Bizans büyükelçisi Priskos'un (en sağ altta) yazmış olduğu tasvirlere dayanarak çizilmiştir. (1870) - Kaynak: Wikimedia Commons'tan Özgür medya deposu

“İslâmiyet’den önce Türkler’de Devlet Adamı Tipi” konusunu açıklamağa geçmeden önce, sayısız devlet, fikir, sanat adamı yetiştiren yüce Türk milletinin karakteri üzerinde durmak istiyorum. Ancak bu şekilde topluma yön veren şahısların gerçek hüviyetleri tesbit edilmiş olacaktır kanaatindeyim.

Türkler “beylik gurûru”na sahip bir millettir. Bu da at sâyesinde gerçekleşiyordu. Bazı milletleri istismarcılık yoluna sürükleyen husus, onlarda beylik gurûru’nun eksikliğidir Beylik gurûru, sadece öğünme vesilesi olan basit bir psikoloji değildir. Onun Gök Tanrı’dan kaynak alan üniversal devlet telâkkîsinin gereği olarak, asıl özelliği, karşılık beklemeden koruyucu olmasıdır. Târihçe ünlü Türk konukseverliğinin kaynağını da bu koruyuculuk psikolojisinde aramak doğru olur ki, yabancıların öve öve bitiremedikleri bir millî gelenek halinde yerleşmiştir.

Bu ise hüküm altına alınmış insanları sevmekte temellenir. İnsan sevgisinden doğan koruyuculuk, adalet, hürriyet ve eşitlik düşüncesini getirmiştir. Türkler’in târihte çeşitli kavimleri idâre etmekte gösterdiği başarıların sebebini burada görmek mümkündür. Buna Türk’ün “gerçekçilik”i de denebilir. Beylik duygusu + insan sevgisi + gerçekçilik şeklinde özetlenebilecek olan eski Türk düşüncesinin esaslarını ahlak prensibi yapmıştır.

Târihte kurdukları devletler ile “ilk kânun koyucu millet” olmak şerefini kazanmış olan Türklerin kendine mahsus bir hukuk nizamı, bir inanç sistemi ve bir san’atı vardır. Türk teamül hukukuna “töre” adı verilir. Husûsî Hukuk hükümlerini olduğu kadar, amme hukuku esaslarını da ihtiva eden töre’ye göre, kadına hürmet edilirdi; aile müessesesi kutsaldı; zinanın cezası idamdı; hırsızlık yasaktı; barış zamanında silah çekmek şiddetle menedilmişti. İnsana, sırf insan olduğu için saygı göstermek, töre’’in umumi hükümlerindendir.

Bu hususu iki misal vererek açıklamak istiyorum:

Türk devletlerinde yalnız Türkler değil, diğer kavimlerden olan insanlar da hürdü. 448 yılında Bizans elçilik hey’etinde katip olarak Avrupa Hun Devleti’ne gelen Grek târihçi Priskos’un notları bu meseleyi aydınlığa çıkarmaktadır:

Prisko ve yanındaki Bizanslılar, Atilla’nın sarayına giderken, yolda bir adamın Grekçe olarak: “Nasılsınız?” şeklindeki konuşması Priskos’u hayrete düşürüyor; çünkü konuştuğu şahıs Bizanslıdır. Bu şahıs Priskoc’a buraya nasıl geldiğini uzun uzun anlatır:

“Grekler’le Hunlar’ın yaptığı 1. Balkan Seferi’nde (441-442) Belgrat yakınında oturuyor ve ticaretle uğraşıyordum. Bu savaşta Hunlar’a esir düştüm. Beni buraya getirdiler. Hun orduları kumandanının emrine verdiler. Bu kumandanın Doğu Avrupa’da Ural bölgesine yaptığı bir seferde yararlık gösterdim. Beni serbest bıraktılar. Burada bir Hun kızıyla evlendim. Hayatımdan memnunum. Burada herkes serbest. Kimse kimseye karışmaz”.

Sonra Priskos’un:

“Niçin ülkene dönmedin?”

sorusuna karşılık olarak da:

“Bizans’ta halk huzur içinde değil, kumandanlar muharebede halkı korumaz. Barış zamanında ise, halk, ağır vergiler vermekten sefil bir duruma düşmektedir. Bizans’ta halk diye bir şey yoktur. Orada zenginin cezalandırıldığı az görülen bir haldir. Burada ise hak vardır. Hak çiğnenmez. Onun için ben Bizans’a dönmüyorum”

diyerek hür ve rahat yaşadığını ifade etmiştir.

İkincisi, M.Ö. 167 yılında Çin’e bir kaç defa gidip gelen bir Hun vezirinin Çin kaynaklarına geçen sözleridir:

“Çin’deki ahlak ile kânunlar yıpranmıştır. İdâre edenler ile edilenler birbirine kin ve düşmanlık dolu gözlerle bakıyorlar. Çin’deki evler ile sarayların yapımında çalıştırılan insanların güçleri de, artık tükenmiştir. Çin’de halk, güçlerini giyinmek ve yemek için, tarla sürmek ile ipek böceği yetiştirmeye verirler. Ayrıca kendilerini savunmak için savunma duvarları yapmak ve yeni kentler kurmak mecburiyetindedirler. Böylece, Çin’deki hak, tehlike zamanlarında ne döğüş ve ne de savaş için eğitilmiş olamazlar. Barış zamanında ise, o kadar yorgundurlar ki, kendilerinde, mesleklerine verebilecek bir güç bulamazlar. Bizde ise (yani Hunlarda) savaştan dönünce herkes kendi işinin başına ve ailesinin yanına giderdi. Askerlik eğitimi, zaten günlük hayatın bir parçası idi.”

İşte bu sebeble de eski Türk topluluklarında kütleler ve fertler arasında ayırım yapılmazdı. Devlete karşı vazifesini yerin getiren herkes töre’nin himayesinde hürdü. En medenisi dahil, bütün yerleşik kavimlerde mevcut bulunan kölelik müessesesi eski Türklerde yoktu. Çin kaynaklarının belirttiğine göre köleler bir hürriyet ülkesi olan Asya Hun topraklarına kaçıyorlardı.

Türk topluluğunda debdebe, gösteriş ve servete değer verilmez, yalancılıktan da şiddetle nefret edilirdi. Meselâ, bu hususta Gök-Türk prensi Türk-şad 576 yılında Bizans elçisi (Valentinus)’ne şöyle hitap etmişti:

“O Romalılar siz değil misiniz ki, ON DİLLE konuşursunuz ve herkesi aldatırsınız”. Bu arada Türk-şad hiddetinden on parmağını ağzına sokmuş ve:

“Görüyorsunuz, işte sizin bu kadar diliniz var. Bu dillerden bazıları ile bizi, bazıları ile de esirlerimizi olan Juan-juan’ları kandırırsınız. Güzel sözler söylersiniz; her milleti medh ü sena edersiniz; onlarla adeta oynarsınız ama, başlarına bir bela geldi mi bir köşeye çekilir, kendi çıkarınıza bakarsınız. Siz elçiler buraya yalanlarla dolu olarak geldiniz, şu anda bile bana doğruyu söylemiyorsunuz; ama sizleri gönderenler sizden daha çok yalancı ve daha çok sahtekardırlar. Türklerin en çok nefret ettikleri şeylerden biri yalancılık ve sahtekarlıktır”

diye devam etmişti.

Devletler arası siyasi andlaşmalarda bile sadece söz verilmekle yetinilmesi ve bu sözün başka topluluklardaki yazılı taahhüdlerden de üstün bir sağlamlık taşıması, eski Türk’ün bugün de millî gelenek halinde devam eden “söz namustur” telâkkîsini ahlâkî bir meziyet olarak ortaya koymaktadır.

Türklerin dikkat çekici ahlâkî bir özelliği de “utangaç” bir millet oluşudur. Yabancı kaynaklara göre, Türkler savaş meydanında değil, rahat döşekte ölmekten, hatta ihtiyarlayıp hastalanmaktan utanırlardı. Esir olmak, köle durumuna düşmek, kadınların düşman eline geçmesi büyük utanç kaynağı idi. Şatafat içinde yaşamaktan, böbürlenmekten, başarılarından dolayı öğünmekten ve öğülmekten, verdikleri sözü yerine getirememekten, yalan söylemekten utanırlardı. Eski Türk ahlakında, cesaret yanında ve belki ondan da üstün olmak üzere, kötülükten koruyucu, başkalarını aldatmaktan, vicdanın yerini kurnazlığa terk etmekten alıkoyucu ve insana namuslu bir hayat düzeni bağışlayıcı utanma duygusu en büyük fazilet sayılmıştır.

Bu ahlâkî özellikleri doyayısıyle Türkler hakka saygılı, doğruya hürmetkar olmuşlar ve meşru devlet idâresine bağlılıkları ile bozulmayan töre’nin disiplin anlayışı içinde “nizamcı” bir cemiyet teşkil etmişlerdir. Bilindiği gibi Türk düşüncesinde mühim yeri bilinen “otoriter devlet” telâkkîsinin iki dayanağından biri töre’ye sıkıca bağlılık ise, biri de devlet kuruluşlarının işleyişine damgasını vuran bu nizamcılıkta dikkatli ısrardır.

Ayrıca nizamcı ve gerçekçi Türk kafası vehimlerden, hayale dalmaktan hoşlanmamış, nazari ve metafizik konularla meşgul olmamıştır. Böylece eski Türk’ün fiilen yaşanan faal hayata karşı duyduğu tutkunluk ile, gerçekçiliğin tâbii bir sonucu olan, yalnız görülene inanmak eğilimi, Türk düşüncesini “mantık ve bilgi teorilerinden ziyade, ahlak ve devlet felsefesine” sevk etmiştir. Türk devlet felsefesi de devletin, nazariyelerle değil, topluluk eğilimlerine uymakla idâre edilebileceği gerçeğine dayanır. Bu Türk düşüncesi de daha çok “millet sevgisi, Tanrı korkusu, doğruluk” ilkeleri ile belirlenen ölçüler içinde devlet adamı, teşkilatçı ve idâreciler yetiştirmiştir.

İşte bu şekilde bir toplumdan yetişen münevver kişiler de elbette bağrından çıktığı milletin en seçkin evlatları olacaktır.

Şimdi asıl mevzûumuza geçebiliriz.

Mensup olduğu millete yön veren ve onları peşlerinden sürüklemesini bilen Türk devlet adamlarının vasıfları neler idi? Bunları sıraladıktan sonra devlet adamlarının oynadıkları rolleri ve vazifeleri kaynak eserlerimize dayanarak ana hatlarıyla belirtmeğe çalışacağız.

VASIFLARI:

1- Bilge olmalı.

Asya Hunlarından beri bilinen ve “siyaset ve idârede hakim” tâbirinin karşılığı olan “Bilge” sözü, Türkçe’nin köklü kelimelerindendir. Türk hükümdar, devlet adamı ve hatun’una “bilge” sıfatının verilmesi, bigelik’in Türk idârecilerinden istenen başlıca şart olduğunu gösterir.

“- Bilge kagan imiş cesur kagan imiş. Buyruku yine bilge imiş.” (Kitâbeler).

2- Akıllı ve bilgili olmalı.

3- Cesaretli, kuvvetli ve kahraman olmalı.

4- Asil soydan gelmeli.

“İki türlü asil insan vardır: biri bey, biri alim, unlar insanların başıdır.” (Kutadgu Bilig).

5- Dürüst olmalı, doğruluktan ayrılmamalı.

“Hükümdarlığın temeli doğruluktur. Hükümdarlar doğru olursa, dünya huzura kavuşur. Güneşe bak, küçülmez, bütünlüğünü daima muhafaza eder, parlaklığı hep aynı şekilde kuvvetlidir. Hükümdarın tâbiatı da ona benzer, doğruluk ile doludur ve hiç bir vakit eksilmez. Saadetle yükselmek için insana doğruluk lazımdır. İnsanlık doğruluğun adıdır. İnsan nadir değil, insanlık nadirdir, insan az değil, doğruluk azdır.

Hükümdarın sözü doğru olmalı, tavır ve hareketi itimat telkin etmelidir ki, halk ona inansın ve huzur içinde yaşasın.

Ey hükümdar, Tanrı seni doğruluk için bu mevkie getirdi, doğru ol, ve doğruluk ile yaşa.” (Kutadgu Bilig).

6- Fazilet sahibi olmalı.

“Ey hükümdar yatacağın yer, şüphesiz mezardır, onu iyilikler ile süsle. Tanrının yarattıklarına karşı iyi ol ve temiz kalple muamele et.” (Kutadgu Bilig).

7- Sözünde durmalı ve verdiği sözden dönmemeli.

“Sözünde durmayan hükümdara ümit bağlama, ömrün boşuna geçer ve perişan olursun. Hükümdarın sözü ve gönülü iyi olursa, onun hizmetinde bulunanlar doğruluk yolunu tutarlar.” (Kutadgu Bilig).

8- Hasis olmamalı, eli açık olmalı.

“Hizmetkar darlıkta kalır ve muhtaç duruma düşerse, onun sıkıntısını duyan hükümdar ihsan fermanını göndermelidir. Hasis bir hükümdar memleketine hakim olamaz, hasislik ile hükümdarlık birbirine düşmandır. Hasise karşı her yerde isyan edilir. Bu dünyada böyle adet olmuştur: Hasise söğerler, cömerdi öğerler.” (Kutadgu Bilig).

9- Yumuşak huylu, alçak gönüllü, himmet ve haya sahibi olmalı.

10- İhtiyatlı olmalı.

“Bir memleketin bağı ve kilidi iki şeyden ibarettir: biri ihtiyatlılık, biri kânun, bunlar esastır. Hükümdarlar düşmanı ihtiyat ile vurmuşlar ve ihmalkarlık ile hükümdarlığın bağlarını çözmüşlerdir.” (Kutadgu Bilig).

11- Uyanık olmalı.

“Gafil olma, gafil olursan, bu hükümdarlık gider, gafil insan her iki dünyada bedbaht olur. İnsanı uyutan bu gaflettir. Uyuyan insan işini-gücünü bırakır. İnsan bu gaflettir. Uyuyan insan işini-gücünü bırakır. İnsan bu gaflete hiç düşmese idi, o melek olur ve yalnız ibadet ederdi.” (Kutadgu Bilig).

12- İhmalkar olmamalı.

13- Aceleci değil, sabırlı olmalı,

“Hiç bir işde acele etme, sabret, kendini tut, kul sabırlı olursa, hükümdarlık mertebesini bulur. Sabır ve sükûnet hükümdarlık için bir ziynettir, bunlar hükümdarlığın başta gelen meziyetledir. Din işinden başka işlerde acele etme.” (Kutadgu Bilig).

14- Zalim olmamalı.

“Ey hükümdar, eğer her iki dünya hükümdarlığını istiyorsan, harama karışma, zulüm etme, insan kanı dökme, düşmanlık besleme ve kin gütme. Eğer devamlı ve ebedi hükümdarlık istiyorsan, adaletten ayrılma ve halk üzerinden zulmü kaldır. Zalim adam uzun müddet beyliğe sahip olamaz, zalimin zulmüne halk uzun müddet dayanamaz. Zulüm yanar ateştir, yaklaşanı yakar; kânun sudur, akarsa nimet yetişir. Zalim olma, zulmü kötülere karşı tatbik et, bütün memleketi kötülerden temizle.” (Kutadgu Bilig).

15- Merhametli ve şefkatli olmalı.

“Halk koyun gibidir, hükümdar onun çobanıdır, çoban koyunlara karşı merhametli olmalıdır. Ey hükümdar, memleketinde gözünü ve kulağını keskin tut, merhametini herkese ulaştır.” (Kutadgu Bilig).

16- Yalancı olmamalı ve yalandan hoşlanmamalı.

17- Siyasette mahir olmalı.

“Hükümdar memleket ve kânunu siyaset ile düzene koyar, halk hareketini onun siyasetine bakarak tanzim eder.” (Kutadgu Bilig).

18- Suçluları affetmeli.

Avrupa Hun hükümdarı Attila 448 yılında kendisine suikasd maksadı ile gelen Bizans elçilik heyetinin hiçbirine dokunmıyarak affetmişti.

19- İnatçı olmamalı.

20- Temiz olmalı.

21- Takva sahibi olmalı.

22- Dili yumuşak (tatlı dilli) olmalı.

“İnsanın gönlü bir bahçedir, onu yetiştiren su, hükümdarların sözleri ve nasihatleridir. Hangi bahçe devamlı sulanırsa, orada binlerce renkli ve kokulu çiçek açar. Hükümdar onun hakkında iyi sözler sarfederse, halkın gönlü açılır ve yüzü güler.” (Kutadgu bilig).

23- Mağrur ve kibirli olmamalı.

“Hükümdar mağrur, kabadayı ve kibirli olmamalı, gurûr insanı doğru yoldan çıkarır.” (Kutadgu Bilig).

24- Tok gözlü olmalı.

25- Gönlü temiz ve kalbi doğru olmalı.

26- Anlayışlı olmalı.

27- Misafirperver olmalı.

28- Nefsine hakim olmalı.

“Ey hükümdar, nefsine kuvvetle karşı koy: onun arzusunu yerine getirip, ona zevk sürdürme. En kötü düşmanın budur. Bu dünya bir düşmandır, nefsin ise, başka bir düşmandır; bu iki düşmanın her yerde tuzağı hazırdır.” (Kutadgu Bilig).

29- Harama el uzatmamalı.

30- Tanrı’ya kulluk etmeli, ibadet etmeli.

“Ölüm gelmeden sen ölüme hazırlan,hayatta iken Tanrı’nın emirlerini yerine getir, ibadette kusur etme.” (Kutadgu Bilig).

31- İçki içmemeli, kumar oynamamalı ve fesattan uzak durmalı.

“Hükümdar içki içmemeli. Hükümdarlar şarabın tadına alışırsa, memleketin ve halkın bundan çekeceği çok acı olur” (Kutadgu Bilig).

32- Kan dökmemeli, düşmanlık besleyip kin gütmemelidir.

33- Kılıcı elden bırakmamalı.

“Hükümdarlar kılıç ile memleketine hakim olurlar. Kılıç ile balta memleketin bekçisidir. Kılıç sâyesinde memleketler ele geçirilir. Kılıç kımıldadığı müddetçe düşman kımıldayamaz. Kılıç kınına girerse, hükümdarın huzuru kaçar.” (Kutadgu Bilig).

34- Dünya malına değer vermemeli, dünyaya aldanmamalı ve varlığının fani olduğunu unutmamalıdır.

“Ölüm olmasa ve insan baki kalsa idi, hükümdarlık ne güzel bir şey olurdu. Ey hükümdar ölüm gelmeden sen ölüme hazırlan, ölüme gafil avlanma. Ey hükümdar, sen saray ve köşkler yaptırma, kara toprak altında senin evin hazırdır. Bu dünya bir zindandır, zindan içinde endişeden başka bir şey bulunmaz. Zindanda sen fazla sevinç bekleme, sevinme ve avunma yeri ancak cennettir. Bu dünya çok eski, ihtiyar bir dünyadır. Bu haşin dünya çok hükümdarları görüp-geçirdi. Senin gibi yiğit bir çok hükümdarları ihtiyarlattı, seni de uzun müddet yaşatmaz. Dünyaya nail olan nice cihan hükümdarlarını ölüm yakaladı ve onlar gözleri ile etrafında dua dilenerek gittiler.” (Kutadgu Bilig).

35- Güler yüzlü, yakışıklı, saçı-sakalı düzgün ve orta boylu olmalı.

VAZİFELERİ:

1- Barış ve sükûnu sağlamak ve bunu yalnız Türk ülkesi ölçüsünde değil, dünya çapında gerçekleştirmek.

Türk hükümranlığı anlayışında mevcut olan cihan hakimiyeti düşüncesinin, eski Türk Gök Tanrı inancına bağlanabileceği ileri sürülmüştür. Buna göre Tanrı’dan inen siyasi hakimiyet yeryüzünde sağ-sol ekseninde olmak üzere dört cihete yayılıyor ve dünyanın her dört tarafı birden Gök Tanrı’nın kut ile donattığı Türk hükümdarlarının idâresine veriliyordu. Bu görevi üzerine alan Türk hükümdarı, kendilerini, yeryüzünde sulh ve sükûnu sağlamakla görevli saymışlardı. Esasen Türkçe’de devlet demek olan “İl” kelimesinin bir manası da “barış”tır.

Bilindiği gibi Türk cihan hakimiyeti felse1esinin temeli “güneşin doğduğu yerden battığı yere kadar” dünyayı Türk idâresine almak ideali şeklinde özetlenebilir. Bu hususta bir kaç misal verelim:

Oğuz Kagan Destanı’nda, Oğuz, hükümdar ilan edildikten sonra “Güneş tuğumuz, gökyüzü otağımızdır” diyerek “daha çok denizlere, daha çok ırmaklara doğru” dünyanın fethine hazırlandığı zaman, kendine bağlanmaları için etraftaki hükümdarlara gönderdiği bildiride şöyle diyordu: “Ben Uygur hakanıyım. Yeryüzünün dört tarafına Hakan olmam gereklidir.”

409 yılında Avrupa Hunları Batı kanadı kralı Uldız, Bizans’ın Trakya umumi valisine, gökyüzünü göstererek “Güneşin battığı yere kadar” her tarafı zapt edeceğini söylemişti.

576 da bu defa Asya’da Gök-Türk prensi Türk-şad, Bizans elçisine “Güneşin doğduğu yerden battığı yere kadar dünya önümüzde diz çökecektir” demekte idi.

Doğu Gök-Türk hakanı İşbara da Çin imparatoruna 585 yılında gönderdiği bir mektupta “Gökte nasıl bir Tanrı varsa, yerde de dünyayı idâre eden bir tek hükümdarın olması icap eder” diyordu.

Ayrıca Batı Gök-Türk hakanının 598 de Bizans’a gönderdiği meşhur mektup şöyle başlıyordu: “Yedi iklimin ve yedi ırkın (yani dünyanın) hükümdarlarından Roma imparatoruna”.

DLT’de ünlü efsanevi Türk başbuğu Alp Er Tunga “Dünya hükümdarı” sayılmaktadır.

Sulta Tuğrul Bey halife tarafından 20 Ocak 1058’de “Doğunun ve Batının hükümdarı” ilan edilmişti.

Sultan Melikşah fetih harekatlarında Akdeniz’e ulaştığı zaman, atını dalgalar arasına sürmüş, yenilgi yüzü görmeyen kılıcını üç defa suya daldırmış. “Yüce Tanrı bana okyanus’a kadar hüküm sürmeyi nasip etti” diyerek sevincini belli etmiş ve orada iki rekat namaz kılarak, “Uzakdoğu’dan Batı denizinin ucuna kadar bütün memleketleri” kendine ihsan eden Cenâb-ı Hakk’a şükretmişti. Daha sonra da 25 Nisan 1088 de “Doğunun ve Batının hükümdarı” ilan edilmişti.

Sultan Sencer de halifeye gönderdiği 1133 târihli mektubunda “Ulu Tanrı’nın lütfu sâyesinde cihan padişahlığına yükselmiş olduğunu yazıyordu.”

2- Millet için, gündüz oturmadan, gece uyumadan hizmet etmeli ve vatanı müdafaa etmelidir.

“… Babamızın, amcamızın kazanmış olduğu milletin adı sanı yok olmasın dile, Türk milleti için gece uyumadım, gündüz oturmadım. Küçük kardeşim Kül Tigin ile, iki şad ile öle yite kazandım, milleti dört yandan düşmansız kıldım.”

“Kapgan hakan oldu. Gece uyumadı, gündüz oturmadı. (Kitâbeler).

3- Memleketi tanzim ve idâre etmeli, halkı düzene sokmalı.

“İlsizleşmiş, kagansızlaşmış, milleti, cariye olmuş, köle olmuş milleti, Türk töresini bırakmış milleti, ecdadımın töresine yeniden yetiştirmiş, çeşitli kavimleri orada tanzim etmiş.”

“Amcam kagan oturarak Türk milletini tekrar tanzim etti.”

“Babam kagan, amcam kagan oturduğunda dört taraftaki milleti nasıl düzene sokmuş. Tanrı buyurduğu için kendim kagan olduğumda dört taraftaki milleti düzene soktum ve tertipledim.” (Kitâbeler).

“Hükümdarlar memleketi tanzim ve idâre etmek, halkı düzene sokmak için nasbedilmişlerdir.” (Kutadgu Bilig).

4- İyi kânunlar yapmalı, adaletle tatbik etmeli ve halkı korumalıdır.

Eski Türk topluluğunda fertler hür idiler. Hür olan kimse adalet ister. Adalet ise herkesin hakkını vermektir. Tabgaç Türk hükümdarı T’ai-wu (424-452) devrinde bir Çin kaynağının naklettiğine göre bu hükümdar:

“Ben devletimin içinde küçüklerin haydutluk etmesine ve halkımın ezilmesine göz yumamam”

demekle adaletin tatbikinde titizlik gösterdiğini ortaya koymuştur.

Demek ki, Türklerde devlet, “her türlü saldırıya son veren hürriyeti ve hukuki nizamı sağlayan düzen” olarak kabul edilir. Böyle bir devlet sisteminde önce hükümdar töreye saygılıdır. Töreye saygılı olan hükümdar ise Türk sosyal hayatının en seçkin fert örneğidir. Türk toplumlarında görülen büyük, kahraman, âdil liderlere gönülden bağlılığın sebebi de budur.

Yusuf Has Hacib töre’nin vasıflarını şöyle açıklamaktadır: “O, bilge, bilgili, akıllı bir baş idi. Siyaset icra ederken şahsî temayüllerini dikkate almazdı. İnsanlığı bir bütün sayardı. Bu sebeble güneş ve ay gibi bütün dünyayı aydınlattı. Töre güneş gibidir, sabittir, bir şeyi eksilmeksizin daima bütünlüğünü muhafaza eder. Her yerde parlaklığı aynı kuvvettedir. Aydınlığını bütün insanlara ulaştırır. Hareketi ve sözü herkes için birdir ve herkes ondan nasibini alır. Cihana hayatiyet verir, doğduğu zaman binlerce çiçek açar.”

KB’e göre kânun hükümdarlıktan da üstündür:

“Hükümdarlık çok iyidir, fakat daha iyi olan töredir. Fakat bundan da mühim olan törenin tüz (eşit) tatbik edilmesidir.”

Töre hususunda Yusuf, hükümdara şöyle seslenmektedir:

“Devletin temeli adalettir. Hükümdar âdil olursa dünya da huzur bulur. Töreyi âdilane tatbik eden hükümdar bütün dileklerine kavuşur. Halkı âdil kânunlarla idâre et. Birinin diğerine karşı zorbalığa kalkışmasına meydan verme. Fakir, dul ve yetimleri kolla, bunları korumak, kânunları gerçekten tatbik etmek demektir.”

Hükümdarlık kânun ile ayakta durur. Ey hükümdar, gücün yettiği kadar kânunu tatbik et ve halkın hakkını vermeğe çalış.

Yeryüzünü töre’nin himayesine almak suretiyle bütün insanlar arasında sürekli bir barış ve kardeşlik kurmak vazifesinin Tanrı tarafından kendilerine verildiğine inanan Türk devlet adamları her gittikleri yerde, bu sebeble, kurtarıcı olarak karşılanmışlar ve gerçekten Türkler, türlü iklimlerde, en uygun hukuk düzeni tesis etmekte müstesna bir kabiliyet göstermişlerdir. Türklerin, hiç bir millete nasip olmayan şekilde ve hiç bir milletin ulaşamadığı sayıda 100 den fazla, devlet kurması böylece mümkün olmuş; zavallılara hak ve hürriyet bahşederek, açları doyurarak ilerleyen kahraman Türk ordularının yeni ülkelere doğru sel gibi akmaları Türklerin târihte misli görülmemiş cihangir bir millet hüviyetiyle yükselmesini sağlamıştır. Bu hak anlayışıdır ki, Türklerin eski dünyanın efendisi haline getirmiştir.

Kısaca nerede Türk varsa orada adalet ve hürriyet vardır. Bu hiç bir zaman unutulmamalıdır. İnsanlar târih boyunca adalet ve hürriyet için mücadele etmişlerdir, eşitlik için değil. Cenâbı Hakk şöyle buyurmuşlardır:

“Celalim hakkı için, biz peygamberlerimizi açık mucizelerle gönderdik ve beraberlerinde (Allah’ın hükümlerini bildiren) kitap ve adalet indirdik ki, insanlar adaletle ayakta dursunlar”. (El-Hadid Suresi, ayet 57).

5- Dağınık boyları toplayıp, nüfusu çoğaltmalı.

Türk târihinde ilk defa Tanhu Mo-tun tarafından bu gayeye ulaşıldığı anlaşılıyor. Dağınık Türkleri toplamak işi daha sonra Kagan Kapgan (692-716) zamanında gerçekleştirilmiştir.

“Kagan oturup aç, fakir milleti hep toplattım. Fakir milleti zengin kıldım. Az milleti çok kıldım.

Amcam, kagan oturarak, Türk milletini tekrar tanzim etti, besledi. Fakiri zengin kıldı, azı çok kıldı.

Ben kendim kagan olduğumda, her yere gitmiş olan millet öle yite, yaya olarak, çıplak olarak dönüp geldi.” (Kitâbeler).

6- Halkı çıplak ise giydirmeli, aç ise doyurmalıdır.

“Milleti besleyeyim diye, kuzeyde Oğuz kavmine doğru, doğuda Kıtay, Tatabı kavmine doğru, güneyde Çin’e doğru on iki defa bir büyük ordu sevkettim.”,

“Ondan sonra, Tanrı bağışlasın, devletim var olduğu için, ölecek milleti diriltip besledim.” (Kitâbeler).

“Hükümdar halka hizmetlerine göre bol ihsanlarda bulunmalı, çıplak ise giydirmeli, aç ise doyurmalıdır.”(Kutadgu Bilig).

“Ey hükümdar, sen bugün bir hekimsin, halkın ise sana muhtaç olmanın hastasıdır. Bazısı darlığa düşmüştür, bir kısmı da fakirlik ıztırabı içindedir. Bazısı aç, bazısı da çıplaktır; bazısı endişe içinde kıvranır. Bütün bunların devası sendedir; sen onların hekimi ol, ilaç ver ve tedavi et. Eğer sen bunları tedavi etmesen, Tanrı bunu yarın sana sorar. Memlekette bir kimse bir gece aç kalırsa, onu Tanrı sana soracaktır.” (Kutadgu Bilig).

Bu hususta Dede Korkut Destanı’nda Dirse Han’ın sözleri aynı telâkkîyi ortaya koyar: “Attan aygır, deveden buğra, koyundan koç kırdırdı, aç görse doyurdu, yalın görse donattı.”

Yine Dede Korkut’taki şu ifade de dikkati çeker: Deli Dumrul Tanrı’ya yalvarırken şöyle diyordu:

“Ulu yollar üzerine imaretler yapayım, senin için; aç görsem doyurayım, senin için; yalınçak görsem donatayım senin için.”

Bu inanış kuzey Türk destanlarında da görülüyordu. Bundan da anlaşılıyor ki, bu inanışlar Türk kavimlerinin binlerce yıldan beri, kendi kökenlerinden ve geleneklerinden geliyordu. Bir Altay-Yenisey destanında şöyle deniyordu: “Han, yaya gelenlere at verdi, çıplak gelenlere elbise verdi, açları ise doyurdu.”

Bir kuzey Türk destanındaki bir bey, adamlarına:

“Acıktırmaz aş yedirin, dondurmaz don elbise giydirin” diye buyruk veriyordu.

Manas Destanı’nda Manas Han şöyle diyordu:

“Yoksulları bay ettim, çıplakları giydirdim, açları doyurdum.”

Yine Dede Korkut Destanı’nda açıklandığı üzere bey olabilmek için çıplak olan giydirilmeli ve aç olan doyurulmalı idi:

Oğuz zamanında Uşun Koca adında birinin iki oğlu vardı. Büyük oğlu Egrek, istediği zaman Bayındır Han’ın ve Kazan Han’ın Divânına girmekte ve beylerin yukarısında Kazan Han’ın yanında oturmaktadır. Bir gün yine böyle teklifsizce beylerin önüne geçip oturunca, Ters Uzamış adındaki bey ‘Hey Uşun Kocaoğlu, bu oturan beylerin her biri oturduğu yeri kılıcının ve ekmeğinin kuvveti ile almıştır, sen başı mı kestin, kan mı döktün, aç mı doyurdun, çıplak mı giydirdin ki, çıkar oraya oturursun?’ demiştir. Buna göre bey olabilmek için kan dökmek (vahşi bir hayvan öldürmüş olmak da kan dökmek sayılırdı –Oğuz Kagan Destanı-), aç doyurma, çıplak giydirmek de lazımdır.

7- Yiyecek, içecek vermeli ve mal dağıtmalıdır.

8- Kuldan fakir adını kaldırmalıdır:

“Ey devletli hükümdar, eğer kuldan fakir adını kaldırmazsa o nasıl bir bey olur?” diye Yusuf Has Hacib, bugün “Ortadirek” diye tâbir edilen kimseler hakkında 9 asır önce şu tesbiti yapmış idi:

“Zenginlerin yükü orta hallilere yüklenmemelidir, yoksa bu orta halliler bozulur ve büsbütün sarsılır.

Orta halli kimselerin yükünü fakirlere yüklememeli, yoksa fakir açlıktan kırılır ve mahvolur.

Fakiri korursan o orta halli olur, orta halli biraz kendini toplarsa zengin olur.” (K.B.)

9- Halkın menfaatini düşünmeli ve onlara şefkatle muamele etmelidir.

10- Devlet idâresinde sadık, seçkin, hakim idâre adamlarına görev vermelidir:

“Ey hükümdar, dedikoducu kimseyi kendine yakın tutma, müfteriyi kendinden uzaklaştır, ondan sakın. Aç gözlü kimseye memlekette mevki verme, onun memleket nizamını bozacağından hiç şüphe etme.” (Kutadgu Bilig).

11- Alimleri himaye etmeli,

12- Kumandan olmalı,

13- Asker toplamalı ve askerini memnun etmeli.

14- Kötüleri cezalandırmalı, iyileri korumalıdır.

15- Meclisi Toplamak.

Mevcut töreye yeni hükümler ekleyen kararları almak, eski Türk hükümdarlarının vazifeleri arasındaydı. Bunun için de çeşitli zamanlarda meclisi toplardı.

Türk hükümdarı, zannedildiği gibi zalim ve despot değildi. Zida yetkisi ve bütün icraatı töre hükümlerinin ve bunu tatbikle vazifeli “Meclis”in kontrolü altında idi. Bu hususta bildiğiniz üç misali sizlere hatırlatmak istiyorum.

Gök-Türkler’de 581 yılında hakan T’a-po ölürken yerine Mu-kan’ın oğlu Ta-lo-pien’in geçirilmesini vasiyet etmişti Durum töreye uymadığı için Meclis bu isteği red etmişti.

Gök-Türk hakanı Bilge ,ülkede Budist mağbetlerinin yapılmasını ister. Bu teklife başta tonyukuk olmak üzere karşı çıkılır. “Savaşı ve hayvan kesmeği yasaklayan ve miskinlik telkin eden bir dinin kabulü, Türkler için bir felaket olur” görüşünden hareketle teklif reddedilir.

Yine hakan Bilge’nin, Türklerin de Çinliler gibi etrafı surlarla çevrili bir yerde oturma teklifini yine meclis red eder.

Moğollarda ise durum farklıdır. Meclis devletin hakimi Han’a mutlak boyun eğmek mecburiyetinde idi. Han’ın sözü kânundu.

Türk devlet adamları, Türk örf ve adetlerinin korunması hususunda çok dikkatli idiler. Meselâ ağır Çin baskısı karşısında Gök-Türk hakanı İşbara, Çin imparatoruna şöyle cevap vermiş idi: “Size bağlı kalacak, haraç verecek, kıymetli atlar hediye edeceğim. Fakat dilimizi değiştiremem, dalgalanan saçlarımızı sizinkine benzetemem, halkıma Çinli elbisesi giydiremem. Çin adetlerini alamam. İmkan yoktur, çükü bu bakımdan milletim fevkalade hassastır, adeta çarpan tek bir kalp gibidir.”

İlk olarak kurduğu İmparatorluk ile kendisinden sonra gelen bütün Türk devletlerine örnek olan Tanhu Mo-tun’un şahsîyeti üzerinde durmak istiyorum. Tan-hu Mo-tun’un, vata topraklarının kutsal sayılması hususundaki düşünceleri, bugüne kadar Türk milletinin vazgeçilmez tutkusu olara kendini göstermiştir. Şöyle ki:

Mo-tun tahta çıktığı günlerde, komşuları olan Tung-hu’lar, Hun’lar tarafındaki çorak ve verimsiz bir arazinin kendilerine verilmesini istemişlerdi. Bunun üzerine devlet meclisini toplayan Motun,Tung-hu’ların kararını bildirdi. Mecliste bulunanların: “Atı ve hatunu verdikten sonra, bu çorak toprak parçası zaten işe yaramaz bir yerdir. Onu da verelim” şeklindeki konuşmaları üzerine Motun, “toprak devletin temelidir. Biz bunu nasıl başkasına verebiliriz” demiştir.

Çin kaynaklarında geçen bu kayıt da göstermektedir ki, Türkler ülkesine bağlı ve ülke toprağını korumak için hiçbir fedakarlıktan çekinmiyen bir topluluk idi. Yine aynı vesikadan anlaşılıyor ki, Türkler’de belirli sınırlara sahip olan ülke arazisi hükümdar ve hükümdar ailesinin değil, bütün milletin ortak toprağı idi. Diğer bir ifade ile:

“Türk devletinde ülke hükümdarın keyfine göre şahsî mal gibi tasarruf edilebilen bir toprak parçası olmayıp, bizzat devlet reisinin korumakla vazifeli olduğu ata yadigarı idi.”

Moğollarda devlet, Han sülalesi mensuplarının malı telâkkî edilirdi.

Tanhu Motun aynı zamanda siyasi kabiliyet bakımından da oldukça mahir idi. Motun bir Han prensesi ile evli olmasına rağmen, M.Ö. 179 da Çin’deki derebeylik sisteminin büyümesiyle Çin devletinin zor duruma düşmesinden de yararlanarak ve iki devlet arasındaki münasebetlerin bozulup, ticari faaliyetin aksamamasını önlemek maksadı ile yaşlı imparatoriçe Lu’ya evlenme teklif ederek Çin’i ortak idâre etmeğe hazır bulunduğunu bildirmişti. Saçları, dişleri dökülmüş yaşlı bir imparatoriçe olan Lu, bu teklifi kibarca red etmişti.

Hatırlanacağı gibi, Avrupa Hun hükümdarı Attila’nın Roma “Augusta”sı Honoria ile evlenme teşebbüsü de aynı mahiyette idi.

Ayrıca yine Türk devlet başkanlarının vazifeleri arasında yer alan “Barış ve sükûnu sağlamak ve bunu yalnız Türk ülkesi ölçüsünde değil, dünya çapında gerçekleştirmek” fikri de Motun’da bulunmakta idi. Motun M.Ö. 176 yılında Çin imparatoruna yazdığı mektubun sonunda şöyle demektedir: “Ben aramızda mevcut olan eski andlaşmayı yenilemek ve barışı devam ettirmek istiyorum. Ta ki sınırlardaki ahali sulh içinde olsun, küçük çocuklar büyüsün. İhtiyarlar da ömürlerinin sonlarına kadar rahat yaşasın. İnsanlar barıştan faydalansın.”

Türk devlet adamları, ülkenin geleneği açısından bazı sırları saklamak mecburiyetinde de kalıyorlardı. Meselâ Asya Hunları’nda M.Ö. 110 yılında vuku bulan bir hadiseyi buna bir misal olarak verebiliriz. Bu yılda her bakımdan çok zor durumda bulunan Hun tanhusu, Çin elçisini küstahlığına, ağır hareketlerine ma’ruz kalmıştır. Tanhu, devlete karşı yapılan bu saygısızlık, millet tarafından duyulmasın, diyerek, orada bulunanları öldürtmüştür.

Türk devlet adamları istiklâllerine, yani millî gurûrlarına düşkün idiler. Meselâ: M.Ö. 53 yılında Çin’e bağlanmak için yapılan teklifte tanhu Ho-han-yeh’in kardeşi Çi-çi’nin verdiği şu cevap oldukça manidardı:

“Biz (Hun-kavmi) kahramanlığı ve kudreti yüceltiriz. Bu tâbiiyeti ve esareti utanç verici sayarız. Yabancı kavimler üzerinde şeref ve itibarımız var. Hâlâ da ölünceye kadar mücadele edecek savaşçılarımız mevcuttur. Hakimiyetimizi tekrar kazanacağımız yerde, şimdi Çin’le uzlaşacağız diye devletimizin şerefini ayaklar altına almak atalarımıza yapılacak en büyük saygısızlık olur.”

Çi-çi, bu konuşmasından dolayı Fr. Hirth tarafından “târihte millîyetçiliği devlet politikasına temel sayan ilk devlet adamı olarak tanıtmıştır.”

Yine hatırlanacağı üzere, Timur, Yıldırım Bayezid’ten Osmanlı devletinin istiklâlini ortadan kaldıracak nitelikte bazı isteklerde bulunmuştu. Yıldırım’ın cevabı da, Çi-çi’nin konuşması gibi idi: “Şerefimiz ve karşı koyacak kuvvetimiz var, tâbi olamayız ve istiklâlsiz yaşayamayız.”

Türk devlet adamları iki yüzlülükten de hoşlanmazlardı. Meselâ Avrupa Hun hükümdarı Attila, hem kendisiyle dost görünen, hem de kendisini öldürmeye teşebbüs eden imparator II. Theodosios’a hitaben şöyle bir mektup göndermişti: “Theodosios, Attila gibi asil bir babanın oğludur. Attila, babası Muncuk’tan aldığı asaleti muhafaza etmiş, fakat Thecdosios kölelik haysiyetini de koruyamamıştır, çünkü efendisi olan Attila’nın canına kıymak istemiştir.

Görüldüğü gibi, Attila yazdığı bu mektupla, Bizans imparatorunun iki yüzlülüğüne en güzel cevabı vermiş bulunmakta idi.

Türklerde hükümdarlıkta esas olan, millete hizmet idi. Bu hususta, hükümdar vazifelerini yerine getiremeyip “gaflete düştüğü” takdirde, “Tanrı’nın kendisinden hesap soracağını” bilmelidir, diyen ve “memlekette bir kimse bir gece aç kalırsa onu Tanrı sana soracaktır” diyerek adeta haykıran meşhur Kutadgu Bilig yazarımız Yusuf Hac Hacib halkın hükümdardan isteklerini şu üç noktada sıralar:

1- Memlekette, gümüş temiz kalsın, onun ayarını koru (para aparının korunması, iktisadi istikrar),

2- İkincisi halkı âdil kânunlar ile idâre et, birinin diğerine tahakküme kalkışmasına meydan verme, onları koru (âdil kânun),

3- Üçüncüsü bütün yolları emin tut, yol kesici ve haydutların hepsini ortadan kaldır (âsâyiş).

Buna karşılık, hükümdarın da teb’a üzerindeki hakları Kutadgu Bilig’de şöyle belirtilmiştir:

1- Biri, halk senin emirlerine hürmet etmeli ve bu emir ne olursa olsun, onu derhal yerine getirmelidir.

2- İkincisi hazine hakkını gözetmeli ve bunu vaktinde ödemelidir.

3- Üçüncüsü senin dostuna dost ve düşmanına düşman olmalıdır.

Böylece sen onlara karşı vazifeni yapmış olursun, onlar da senin hakkını ödemiş olurlar.

Exit mobile version