29.10.1951 de Ankara’da verilen bir konferans
Türk milliyetçileri bugün birleşme ve aralarındaki muhtelif cereyanları telif etme ihtiyacını duyuyorlar. Teşkilâtları var, bunlar da partiler üstünde teşekkül olarak bulunacaklardır. Fakat takip edecekleri gaye yalnız kültürel mi, yahut hem kültürel hem siyâsi mi olacaktır, bunlar da açıklanmak icap eden meselelerdir. Acaba bu teşekkül vaktiyle Türk Ocağına mensup bâzı arkadaşlarımızın 1928 senesindeki kongre için yazıp bastırdıkları risâledeki uzun mütalâalarda arzolunduğu gibi misyoner teşkilâtına, yahut filantropik cemiyetlere benzer bir şekilde asırlar zarfında tedricen iş görecek, tarikat şeyhleri ve müritleri gibi halk arasında nesiller boyunca çalışarak aktüel meselelerden çok, umumî millî terbiye, ahlâk terbiyesi gâyesini görecek teşekküller mi olmalıdır?
Bence Türk milliyetçiliği bu hususta daha ziyade milletimizin gelecek nesillerinin terbiyesi gayesini gütmelidir. Fakat o daha çok aktüel meselelerde uğraşacak partiler fevkinde olmakla beraber isteklerini icabında siyasî dâvalar şeklinde ortaya koyacak bir canlı hareket olmalıdır. Bir iki misâl alalım:
Bu ayın 25 inde, memleket dahilinde Demokrat Parti ilk defa olarak serbest konuşan ve zaman icabatına uygun millî iradeyi aksettiren kararlar aldı ise bunda millî mefkurenin hâkim olduğunu herkes bilir. Yine ayni 25 Ekim’de vâki olan seçim îkinci Cihan Harbinin zimamdarlarını işbaşına getirmişse bu gibi büyük hâdiselerin doğuracağı imkânlar karşısında Türk milliyetçiliği kendisinin tutacağı yol ve sabit programı hakkında muhakkak ki düşünmektedir. Diğer bir misâl olarak ta geçen Eylül ayının 15 inde vâki olan iki hâdiseyi Türkiye’de ara seçimlerinde diktatörlük ve devletçilik cereyanının umarım ki ebediyet için uğradığı hezimeti ve ayni gün İstanbul’da Milletlerarası Müsteşrikler Kongresinin açılmasını ve bunun millî kültürümüz ve mukadderatımızla ilgili kararlar almış olmasını ele alabiliriz. Ben bu son iki hâdisenin ehemmiyetini tebarüz ettirmek istiyorum.
Bence ara seçimlerinde geçmiş rejim partisinin kazanamaması milletimizin bu rejime şuurlu ve nihaî olarak yüzünü çevirmiş olduğunu göstermekle onların liberalizm aleyhtarlığı, siyasî fikirlerde sol cenahçılığın inhisarı irtica tehlikesi bahanesiyle ve Iâyiklik şiariyle azınlığın çoğunluk üzerine tegallübünü yaşatmak gibi meş’um yolları iflâsa mahkûm olmaktadır. Onların kuvvetli olması karşısında bir çok nüfuz sahibi zevat ırkçı ve Turancı dâvasına karışmış, lekelenmiş, mimlenmiş diyerek, milliyetçilerle meselâ bizzat benimle temastan ve gazetelerde yazılarımızı neşirden çekinirlerdi. Son kongre hazırlıkları, onun sevk ve idaresi zamanında ben üzerimde hâkim fakat kendisini bir türlü teşhis edemediğim kötü bir hava içinde sıkılıyordum. Bu sıkıntı tam 11 ay sürdü. Bu hava muhitimize musallat olmuş fakat dediğim gibi teşhis edilememiş kalmıştır. Bu havanın bugünküsü için demiyorum, daha evvelki vaziyeti için bir taraftan Rusların tesirini kabul etmek gerekmektedir.
Vaktiyle Ruslar Ankara’yı böyle milliyetçiler için sıkıntılı, kendileri için müsait bir havanın yaradılışı için müsait bir yer addetmişlerdir. Bunu yoldaş Suriç’den dinleyelim. Ankara’da uzun zaman Sovyet Elçisi bulunan Suriç Paris’e elçi tâyin olunduğunda yerine Sovyetlerin Bükreş Sefiri Raskolnikov Ankara Elçiliğine tâyin olunacak olmuş. Fakat Raskolnikov Moskova ile arası açılıp hürriyeti seçer ve ikâmet için İtalya’ya geldiğinde vaktiyle Lenin’in yakın dostu olduğu halde onlardan ayrılmış ve hürriyetini daha evvel seçmiş olan İtalyan kadın sosyalisti Angelina Balabanova’ya Suriç’in Paris’e giderken kendisini görerek Ankara’da neler yapmak icap ettiğini anlattığını hikâye eder. Suriç demiş ki:
«Ankara’da yapılacak başlıca iş oradaki hava üzerindeki hâkimiyetimizi muhafaza etmektir. O havaya bâzı anonim fikirler atarsanız, o fikirler balıklara atılan yem gibi yutulur ve zimamdarlara kadar gider ve nihayet Türk zimamdarlarının kendi fikir mahsulleri sıfatiyle karşınıza çıkar. İşte marifet, ortaya attığınız bu anonim fikirler kendinize dönüp gelirken ötekilerin malı imiş gibi hareket edecek ve onlara hayranlık izhar edeceksiniz». İşte Suriç böyle demiş. Şimdi Türkiye’de herhangi bir yerde Sovyet elçiliğinin efkâr üzerinde hâkimiyetini temin eden şerait ilelebed ortadan kalkmıştır.
Zikrettiğim 11 ay içerisinde gördüğüm sıkıntı Sovyetlerin uzaktan tesirlerinden maada başka âmillerden doğmaktadır. İşte Türk milliyetçiliği bu havaya şimdi kendisi hâkim olmalıdır. Yine Sovyetlerin nüfuzundan bir misâl alalım. 1927 senesinde Moskova Şark Üniversitesi profesörlerinden Polıvanov Moskova’da Komünist Parti merkezi tarafından neşrolunan «Revalutsionny Vastok» (înkilâpçı Şark) mecmuasının i l k sayısında Rusya’daki ekalliyetler, bilhassa Türkler için millî, edebî dilde etimolojiyi ve ananeyi değil bugünkü telâffuzu esas edinerek onları inkisame uğratmanın ve devamlı imlâ anarşisi içinde yaşatmanın esaslarını tesbit ederek uzun bir makale neşretmişti. Moskova’da ayni Şark Üniversitesinde okuyup gelmiş olan Ahmet Cevat bir sene sonra (1928) Polivanov’un nazariyatını tebarüz ettirerek «Türkiye’de Lisan İnkılâbı» ünvaniyle eser neşretti ve mukaddemesinde merhum Atatürk’e «Ey Dâhi sen bu fikirleri daha 1919’da Türk inkılâbının plânlarını tertip ederken tesbit etmiştin» diye bu telâffuza göre edebî dil nazariyesini bize yutturdu. Şimdi bu telâffuza göre dil ve imlâ İran ve Tacik lehçeleri için ve yine telâffuza göre 48 kadar müstakil dile ayırmağa çalıştıkları Çince için de tatbik ediliyorlar. Bunun bütün safhalarını tasvir eden mühim bir eser yakında bir Sovyet dostu Amerikalı âlim (John de Francis) tarafından neşredildi. Halk kütlesine yakınlık şiarı altında bize sunulan bu telâffuza göre edebî dilin, milletimizin mübrem ihtiyacı olan dili Türkçeleştirme hareketinin tabiî ve normal merhalesi olmadığını bilmeliyiz.
Türk milliyetçiliği tarihi devirlerde tahavvüllere mâruz kalan «origine ethnique» mânasına gelen soy birliğini milleti teşkil eden unsurlardan sayıyorsa da diğerlerine üstünlük iddiasında bulunan antropolojik race-ırk prensibini hiçbir zaman kendi millî teşekkülünde müessir bir faktör olarak almamıştır. Fakat memleketimizde camiâmıza iltihak etmiş göründükleri halde ırkî harslarına bağlılıklarını bırakmıyan unsurlar vardır. Türk milletine candan iltihak eden Çerkeş Kölemenlerini Mısır’daki Türkler Türk – Çerkesi ül’asıl olarak kabul ettikleri gibi İlhanlılar da kendisini «Bir küçük Yahudi çocuğu olduğum halde bu devletin bu kadar eyilikierine mazhar oldum» diye samimî Müslüman ve samimî Türk olan Reşideddin’e millî tarihlerini yazmak gibi şerefli işi verdiler ve ancak Türk ırkına mensup olan «Beğ» ve «Hatun» gibi lâkabları bunun evlâdı tarafından taşınmasına müsaade ettiler. Bugün dahi İngiliz, Arap, Zenci ve Çerkeslerden Türk harsına tereddütsüz ve nihaî olarak iltihak edenleri milletimiz kendisinden sayar. Kezâ milliyetine açıkça sadık olan Musevî vatandaşları da vatandaş tanır. Ve İsrail devletini kuranlara ancak hürmetle ve insanca muamele eder. Fakat ismen Türk yahut Müslüman olan hakikatte asırlarca kendi ırkî harsına merbut kalan zevatın güya ırkçılıkla mücadele eder görünüp Türk milliyetçiliği ile mücadele etmesi, memleketin partileri arasında fesat yaşatmak, kültür müesseselerimize musallat olmak, basmı inhisarları altına almak gibi hareketleri kökü memleket dışında olan büyük siyasî ve ırkî teşekküllerin gizli, plânlı ve sistematik hareketleri olarak tanınmalıdır. Bu gibi zevatın her vakit değişmekte olarak görülen «noktai nazarları» rüzgâra göre değişen oportünist bir vatandaşın fikir değiştirmeleri olarak değil, büyük ve plânlı bir harekete ve teşkilâta mensup zevatın gereğine göre değiştirerek tatbik ettikleri taktikler olarak ele alınmalıdır.
Memleketimizde ırkçılık aleyhtarı görünen bu gizli ırkçıların siyasî hayatta olduğu gibi ili m sahasında da kundakçılık etmelerine karşı müsamaha göstermek yahut gafil davranmak günah olur. Meselâ bunlardan birisi bana gelir ve «siz Umumî Türk Tarihine Giriş» kitabınızda ırkçılık yapmışsınız.
Çünkü siz Anadolu’nun sekenesinden Türklere iltihak etmiş eski yerli unsurun %20 den fazla olmadığını iddia ediyorsunuz. Halbuki bu herhalde %80 den hiç te aşağı değildir. Garbî Anadolu’da Manyas civarı Rumları dâvanıza delil olamaz» der ve güya millî hissimi okşamak isteyerek «mensup olduğum Türk milletinin en mümtaz hususiyeti de kendisi % 20 teşkil eden bir ekalliyet olduğu halde % 80 olan ekseriyeti içinde eriterek yeni bir millet vücuda getirebilmesidir, cümlesini ilâve eder. Bakınız işi ne kadar derinden kavrıyor. Çünkü onca Türkiye Türkü diğer Türklerle hiç alışverişi olmıyan ve Önasya kavimlerinin bir halitası olarak gösterilip milletimize böyle tanıtılabilse onun istedikleri hasıl olmuş olacaktır. Tarihten tamamiyle cahil olan bu zat bu fikirleri sırf siyasî maksatlar yüzünden ileri sürüyor.
Bugün hâkimiyetlerinin devirleri hafriyatlarla anlaşılan muhtelif kavimler beş altı bin senedenberi bu memlekette yaşayıp biri diğerini takip etmişler ve ancak Türkler yeknesak bir etnik unsur sıfatiyle gelerek bu memleketi yeknesak bir milletin vatanı yapabilmişler. Asırlarca süren Arap – Bizans mücadeleleri neticesinde Kayseri, Sivas, Konya, Amurya ve Ankara aralarında XI . asrın ortalarında hiçbir yerli köylü sekene kalmamış, Rum ve Ermenilerden ibaret olan ahali ancak istihkâmlara ve şehirlere sığınmıştı. Türk bu ülkeleri boş buldu, yerleşti ve mâmure hâline soktu. Bugün asrî ziraat âletleri, asrî sulama usûlleri ile cennete çevrilmekte olan Orta Anadolu köylerinin, hele şu Konya, Obruk, Aksaray, Bor ve Niğde taraflarının köy ve şehir ve ziraat hayatının tamamiyle Ortaasya mamurelerinin tam kopyası olduğunu gören insan nasıl bu kültürün ve bu insanların Rum ve Ermeni hattâ mevhum Komogen halitası olduğuna hükmeder…
Memleketimizde antropolojik tetkikat tarafkir ırkçıların elinde tahrif edilmektedir. Bu ilim yeni baştan işlenmektedir. İşte mücadele edilecek ırkçılık budur. Gizli ırkçıların yalnız kendileri için değil Sovyetler için de çalıştıklarının misallerinden birini yakında müşahade ettim. Müsteşrikler Kongresi esnasında Ayşe Nur isminde bir kadın gazeteci İstanbul gazetelerinden birinde burada «Türk folkloru»na yer ayrılmamış diyerek kendisine tebliğ yapmak imkânı verilmemiş olan Pertev Naili Boratav’ı ve Türkçe bilmiyor diyerek bir dış Türkü diye tanıtmak istediği kongre başkanının «Türkiye Türklerini aşağı gördüğünden Türkiye hakkında tebliğlerde yer vermemiş» diyerek Abdülbaki Gölpınarlı’yı müdafaa etmiştir. Kongrenin hercümerc içinde devam ettiğinden muntazaman bahsedilip efkârı karıştır mak ve bilfiil Kongre seksiyonlarına giderek misafirlerimiz arasında Kongrenin sevk-u idaresi aleyhinde propagandada bulunmuştur. Sonra anlaşıldıki, bu kadın vaktiyle solcu hocalarla birlikte Ankara Dil – Tarih Fakültesini karıştıran ve bir Macarla evli bulunmak bahanesiyle bu Fakülteden koğulan Yahudi kadını Erhat imiş.
Masonluk ta böyledir, yâni başka isim altında havaya hâkim olmak gayesini güden bir ceryandır. Bunu siyasî nüfuzlarını yerleştirmek ve devlet idare makinelerine, kültür müesseselerine nüfuz edebilmek için büyük devletlerin ajanları ve Yahudiler tutar ve ancak kendilerini millî mefkûre tatmin etmiş, aydınlarımız buna kapılmaz. Bu cereyanla mücadele hakkında Demokrat Parti kongresinin aldığı kararlar yerindedir.
Havaya Türk milliyetçiliğinin hâkim olması bizde efkârı umumiye üzerine çökmüş riyakârlığı kaldırıp samimiyetin yerleşmesini temin eder. Dindar oldukları halde namaz kılmaktan utanan mümin Müslümanlar, içinden koyu milliyetçi olduğu halde milliyetçi görünmekten çekinen münevverlerimiz ve profesörlerimiz havaya kendi millî irademizin
hâkim olduğunu görünce tekrar samimîleşeceklerdir. 15 Eylül gibi memleketimizde diktatörlüğün asla geri dönmiyeceğini, yâni azınlığın çoğunluk üzerinde hâkim olduğu devirden şuurla uzaklaştığımızı gösteren hâdiseleri tesbit ederken kendimi Türk tarihçilerinin en mesudlarmdan sayarım.
15 Eylül’de toplanan Müsteşrikler Kongresi Türk dili ve Kültür tarihi ve İslâm tetkikatı üzerindeki çalışmaları beynelmilel ölçüde birleştirmek, merkezleştirmek ve milletlerarası ilmî çalışma mevzuu yapmak kararını vermiştir. Bu zaten bizim dileğimizdi. Onu ben geçen sene 17 Mayıs’ta yâni. 14 Mayıs inkılâbından üç gün sonra İstanbul Hukuk Fakültesinde «İslâm Şarkı ile Garp arasında ilmî işbirliği» mevzuu üzerine verdiğim ve Kongre azâlarına dağıtmak üzere İngilizce olarak da yayınlanan eserimde izah etmiştim. Gerek bu kararlar gerekse bu Kongrenin Türkün ilmî merkezi olan İstanbul’da in’ikat ederek Türk ilim adamları beynelmilel ilim çevrelerinde ayni usul ve metodlarla çalışmak için ağuşuna alması o kadar mühimdir ki bunların ehemmiyeti ancak zamanla anlaşılacaktır. Mesele muâsır zihinlerin çoğunun havsalasına sığmayacak derecede büyüktür. Türk dil ve tarihi, İslâm tetkiklerine ait kararı hükümetimizin itinasiyle tahakkuk ettirilecek olursa Üniversitenin islâhı ve hakikî ilmî inkişaflara bununla başlanacaktır. Türk aydınları bu geniş ilmî mesâiye kütle hâlinde iştirâk edecekler.
Türk tarihini, hattâ Türk milliyetini anlamaktaki tereddütler bu mesai sayesinde zâil olacaktır. Yâni İstanbul Kongresi bu hususta bir tarih başlangıcı bir dönüm noktası olacaktır. Belki İslâmiyetin ilmî esaslara göre İslahına da burada başlanabilir. Henüz Üniversite Senatosundan çıkmamış fakat yakında çıkacak olan İslâm Tetkikleri Enstitüsü yönetmeliği ecnebî profesörlerin de celbini mümkün kılan munzam tahsisatla tatbik mevkiine konulacak olursa Hindistanlı Muhammed Hamidullah, ‘ Prof. Johannes Fûck gibi mümtaz zevatın getirilmesi ve bu mesainin kendi kuvvetlerimizle geniş mikyasta inkişaf ettirilmesi mümkün olacaktır. Türk milliyetçilik şuurunun inkişafı memleketimiz dahilinde hakikî demokrasi prensiplerinin yerleşmesiyle olduğu kadar dışarıda Kore savaşlarına iştirak etmemiz, Amerika, İngiltere vesairenin maddî yardımlarına, Sovyet tehlikesi karşısında bir askerî millet sıfatiyle yapılan yardımlara mazhar olmamızın hayırlı verimleriyle mütenasip olmalıdır. Her halde dünya vaziyeti ve iç vaziyet bize şunu göstermektedir ki:
Türk milliyetçiliği hiçbir emperyalizme ve hiç bir ırk üstünlüğü dâvalarına kapılmadan, fakat ethnique hudutlarımızın siyâsî hudutlarımızla sıkıştırılması cihetine de gidilmeden, tıpkı Britanya’da, Avusturalya ve Kanada’da yaşıyan İngiliz milleti yoluyla inkişaf edecektir. Almanlara esir düşen Hasan Kaygu isminde bir Kırgız şâirinin Türkçülük şuurunun vazıh olarak gösteren bir şiirini 1943’te kendi ağzından dinledim. Bunu esarette mi yazdığını, yâni Türkiye’deki Türkçülüğün tesiriyle mi böyle şiirler tertip ettiğini kendisine sordum. «Hayır» dedi ve «Fransız gibi büyük bir milletin birkaç hafta zarfında yıkıldığını görürken Brockhaus kamusunun Rusça neşrinde «Kazak – Kırgız» maddesini okumuştum. Burada Kazakların Türklerden bir uruğ olduğu yazıldığından ayni ansiklopedide «Türk» maddesini de gözden geçirdim. Çünkü 5.000.000 Kazak – Kırgız’ın Leh gibi Fransız gibi büyük milletleri yutan büyük dâvalarda bir iş çıkaramıyacağını düşünerek daha kime dayanabilir diye kendi kendime sormuştum. İşte bu ansiklopedinin tesirinde daha Rusya’da iken 1940 ta şiiri yazdımdı».
Diğer taraftan memleketteki her üç parti milliyetçiliğe dayanmak mecburiyetindedir. Söz vermişim diye ve hemen fikir değiştirmeyi izzetinefis meselesi yaparak Halk Partisinde devam eden nice nice temiz milliyetçi ve Türkçülerimiz olduğu gibi iktidar partisinde de diktatörlük zamanından kalma unsurlar birçok ateşli milliyetçileri söndürüp onları oportünist yapmağa şevkedebilir. O halde Türk milliyetçiliği bu partiler içinde ve onların üstünde nâzım bir fikir olarak kalacaktır. Türk Ocağı da isterse bu harekete katılsın.
Daha bâzı diğer ayrı meselelere de temas etmeliyim: Türkçülüğün mânevî rehberi Ziya Gökalp olarak kalmalıdır. O hareketi sonradan benimseyen, Onun nazariyatını dal budaklandırıp kuramayan zevat, meselâ Rıza Nur hizmetleri ne kadar büyük olsa dahi kutup olamazlar, yolu şaşırtabilirler. Ziya Gökalp’ın yanlışları varsa onları öğrene öğrene, nazariyatını işleyerek kendisini mânevî rehber ittihaz edelim. Fakat o peygamber değildi ve Türk milliyetçi aydınları ona ihtiram ede ede kendisini geçeceklerdir.
Din, Türk milletinde muhakkak bir esastır. Rusya’da cebren tenassur ettirilen «Kreşin»lerin aydınlarının ve münferiden turisti yanlığı kabul eden münevverleri millî, siyasî hareketlere celbetmek yolundaki samimî teşebbüsler boş kalmıştır. Kogaybek denilen ve cebren hıristiyan edilen Türklerin köylerinden askerle geçerken kendilerini hâlâ batin en Müslüman addettikleri halde hürriyet saatlerinde kiliselerini yıkmakta tereddüt ettiklerini görmüş ve bunları yaktırmıştım. Vaktiyle tenassur etmiş olan Başkurt aydını (sonradan Kazan Üniversitesi profesörü) Dr. Kulayev hıristiyan ise de Türk milliyetçisidir diye hükümet üyesi yapmıştık; fakat 1919 da Sovyet hükümeti reisi Lenin’le sulh muahadesi imzalarken ismini Başkurtların kullandığı Muhammetcan Kulayoğlu diyecek yerde Mistilav Kulayev diye yazmayı tercih ettiğini görünce attık. Rus ve Slâv meselesine karşı bizim kadar hassas olamıyorlar. Nasıl ki eski Bulgarlar, Avar, Peçenek, Uz ve Komanlar da o yüzden Slâv, Ukraynalı, Eflâk ve Macar olmuşlardır.
Türkistan ve Azerbaycan’da olduğu gibi Türkiye de milliyetçiliğin mahallî tezahürü sıfatiyle Anadoluculuk güdenler olabilir. Fakat Sovyet camiasına karışan Türklerle etnik menşe ve kültür birliğine, hele bâzı siyasî fikirler birliğinden bahsetmeyi delilik sayanlar, diğer taraftan böyle bir fikri nefretle karşılayan Rusya’yı ilhak etmek istedikleri için Rusya vücudundan bir kıl koparılmak istenmesini büyük bir cürüm sayanlar da bu Anadolucu cereyanın taraftarları görünürler; hattâ Moskova’da Türkçülük fikirleri aleyhinde neşriyat yapan Ermeni Arşaruni bile Türk münevverleri arasında Anadoluculuk fikrini güdenleri ve Rusya Türklerindeki mahallîcileri realist düşünceli insanlar olarak tavsif ederse millî anlayışlarda tamamiyle meşrû olan mahallicilik zihniyeti müşkül bir vaziyete düşmüş olur. Umumî Türklük fikirleri ile, Sovyetler ülkesindeki kavimlerin meseleleriyle uğraşmayı delilik yahut hamakat saymak bir aşağılık zihniyetinin mahsulüdür. Ruslar için bütün Türk kavimleri memleketini hattâ bütün Ural-Altay kavimleri memleketlerini büyük Rusya’ya ilhak eylemeyi bir realist hareket sayanlar Rusya’da Türk unsuru mevcut olduğunu ve onların hayat hakkı olduğunu iddia edenleri deli yahut ahmak addetmeleri insanı düşündürecek trajedilerden biridir.