Türkçe Tarih

Hazar Etrafının Bin Yıllığı

Lev Nikolaeviç Gumilyov

“Tisyaçeletie Vokrug Kaspiya” Azerbaydjanskoye Gosudarstvennoye İzdatel’stvo, Baku 1991, 312 s. (L.N. GÜMİLEV, Hazar etrafının Bin yıllığı, Azerbaycan Delvte Neşriyatı, Baku, 1992, 312 s.)

Yukarıda, aslında kelime kelime çevirerek verdiğimiz eserin Rusça adı o kadar kısa yazılmış ki, yalnız kapağına bakmakla konusu açık olarak anlamak mümkün değildir. ancak eseri açıp ilk sayfasında birkaç cümle okuduktan sonra bunun Euraisa’da yaşamış halkların bin yıllık tarihi ile ilgili olduğunun görüyoruz. bu yüzden kitabın da Azerbaycan şivesine: “Hazar etrafı halkların bin yıllık tarihi” diye açıklanarak çevrilmiş bulunmaktadır. (s. 309).

Yazar eserini şu sözlerle takdime ediyor:

“Avrupa tarihçilerinin ilmi zihniyeti, uzun zaman merkeziyetçilik esasına dayanmıştır. F. Hegel devrinden beri Avrupa’da şu kanaat hakimdi: Medeniyetin ilerlemesi eski Yahudilik, Grek ve Roma kademelerinden geçerek Batı Avrupa’nın Roma-German dünyasında zirvesini bulmuştur. Bunlar etraftan tarihsiz veya geri kalmış halklarla çevrilmiş bulunuyordu. Çin tarihçilerinin düşünceleri de buna benziyordu, ancak onlara göre medeniyetin merkezi, büyük bozkırdan uzun duvarlarla ayrılmış bulunan kendi Orta ülke’leri idi. Hindistan ise kuzeyden Himalaya, batıdan Blücistan gölleri ve doğudan geçir vermeyen tropik ormanla çevrili olup, Brahman bilginlerine göre üzerinde durulmaya değer yegane ülke idi. Bu yüzden dünya tarihi ve dünya coğrafyası bu ülkeleri ilgilendirmiyordu. Kendileri için bir hodbinlik ve öğünme kaynağı olan saydığımız bu merkezilerin dışında Akdenizin güneydoğu sahilince uzanan Afrasia dediğimiz geniş bir bölge daha vardı. Buna dikkat etmeden olmazdı.

Fakat Batı Avrupa ile Çin arasında uzanan, özel iklimi, çok çeşitli halkları ve orijinal kültürü bulunan Eurasia dediğimiz muazzam ülke ile onlar uzun zaman ilgilenmediler, bunun bir neticesi olarak burası Yok sayıldı.

Eurasia’nın kalbi, Çin seddinden Karpatlara kadar uzanan büyük step-bozkır olup, kuzeyden Sibir taygası şeridi, güneyden İran yaylası çöl ve vahariyle sınırlıdır. Eskiden Görkler bu bozkıra Skifiya, İranlılar Turan, çinliler ise “Kuzey barbarları Bozkırı” Bey-hu derlerdi.

M.Ö. III. yy. da eski göçebelerin yerini, Türkçe konuşan Hun, Türküt, Uygur, Kıpçak ve Oğuzlar almış olup, araştırmamız bunların etnik tarihine tahsis edilmiştir.

XIII. yy.da bu halklar camiasının Türk oklu yerine Moğollar geçti. Fakta onlar kısa zamanda Türk halkları ile kaynaştılar ve büyük bozkırı etnografik haritasını karıştırmakla beraber onun ekolojisini, tarihini, kültürünü ve Eurasia’nın komşu memleketlerle münasebetlerini yıkmadılar.

Bununla beraber, hususi araştırmayı gerektiren yeni bir Zaman rengi ortaya çıktı. Bu ise, erken orta çağı anlamadan gerçekleştirilemezdi. İşte bu yüzden yazı hayatımın yarısını komşu memleketlerin tarihi ile bağlantılı olarak, Eurasia’nın kalbini incelemeye hasretmiştim, bu komşular: Orta Asya, Tibet Pamir dağlık bölgesi ve büyük bozkırın kuzey-batısındaki eski Rus idi. Göçebe dünyasının Azerbaycana ve Gürgen’de İslâm kültürü ile kaynaşması incelenmeden, Türk süper halkının meydana geliş tarihi tek taraflı ve tamamlanmamış olarak kalırdı.

Eurasia’nın step halkları olan Rus ve Turna’ının kendi kültürleri ve mertlik ve doğruluk geleneği mevcut olup, bunlar şövalye Avrupa, Filizof Hindistan ve bilgin Çin’den hiç de geri kalmamıştır. Türk göçebelerinin vahşilliği ve doğu Slavlarının iptidailiği haçlı seferleri devri diplomatlarının ustaca uydurmaları olup, bunlar küçük burjuva iftirası şeklinde XX. yy.a kadar canlı kalmıştır.” (S:3-4).

Eurasia Meselesi:

Asyanın orta kısmı ile Avrupanın doğusun içine alan ve muayyen bir step-bozkır şeklinde kendi başına bir kıta gibi mutlaka edilen Eurasia (Europa-asia – Avrupa Asya) tabiri bir rus icadıdır. Bu yüzyılın başlarında bazı yazarlar tarafından kullanılmış olan bu tabir, ihtilalden sonra Parg ve Paris’te yuvalanan muhaceretteki eski Rus devlet ve bilim adamları tarafından 1924’lerde tekrar canlandırılmış ve milliyetçi Rus komünist tarihçi ve siyasetçileri tarafından da benimsenmiştir. Komünist rejim hayranı birçok batılı tarihçi ve dilcilerin de bunun destekledikleri görülmüştür.

Ancak fin tarihçi edilcileri, Eurasia’nın kuzeyinde yaşayan kendileri ile kardeş birçok Fin-Ugor kavimlerinin durumun ve runik Skandinav işaretlerle Türk-Orhon yazıtları arasındaki benzeyişleri göz önünde tutarak, Eurasia’nın kuzey şeridini bu politikanın dışında mutalaa etmişler ve: “Fin-Baltık ve Ural-Atalay kavimlerinin,tunç devrinden beri büyük bur kuzey birliği teşkil ettiklerini” söylemişlerdir. Bu fikirlerin öncülüğünü yapan Fin arkeoloğu J. R. Aspelin (1849-19159 ve sonraları a. M. Talgren (1885-1945) olup, taraftarları 1926’da Tallgren tarafından kurulan “Eurasia Septentrilonalis antiqua” (Eski Kuzey Eurasia) dergisi ile fikir savaşını devam ettirmişlerdir. Fakat, Bilhassa Stalin devri Soyvet yazarları işe siyaset karıştırarark, Fin bilginlerini ağır bir dille suçlamaya girişmişlerdir. Mesela, esik Türkçe uzmanlarından A. Bernştam bir eserinde şöyle diyor: “Böylece, Aspelin, Tallgren vb. ların kuzey teorisi, sibirya’daki runlarla kuzey Skandinav runları arasındaki şekli benzeyişe ve büyük Çin seddinden Botna körfezine kadar uzanan kültür birliği fikrine dayanarak, Fin burjuazisinin, eskiden Finlerin anavatanı olduğunu iddia ettikleri, vasiyet edilmiş bu yerlere sahip olma fikrinin bir ifadesidir” (Sotsial’no-ekonomiçeskiy stroy orchono-Yeniseykich Tyurok, 1946, s. 22-23.)

Durumun tendiki ve muhalifler

Her ne kadar Sovyet-rus yazarları Eurasia’yı Çin seddinden Karpat’lara kadar uzanan birlik şeklinde bir bütün olarak göstermek istemekte iseler de coğrafi bakımdan bunun pek isabetli olmadığı haritaya bir göz atmakla hemen anlaşılır. Burada step-bozkırı olmak üzere, iklim şartları bakımından da üzerinde yaşayan insanlar bakımından da biribirinden oldukça farklı iki büyük saha vardır. bu iki muazzam saha kuzeyde Ural dağları ve Güneyde Hazar denizi ile biribirinden ayrılmış olup, birinden diğerine ancak bunların arasındaki “Kapı” gibi açıklıktan geçilebilir. Tarihi boyunca doğudan batıya ve batıdan doğuya türlü milletler hep buradan geçtikleri Çin, bu açıklığa “Kavimler kapısı” denmiştir.

Tarihi adlandırmaya gelince, yazar Gumilev sözleri bu konuda pek isabetli olmasa gerek şöyle ki, Gerekler Skilifiya tabi ile daha çok güney rusya bozkırını, İranlılar Turan derken ancak Türk ülkesi olan orta Asyayı kastetmişlerdir. Çinlilerin Bey-hu (Kuzey barbarları bozkırı) sözleri ile ancak Çin seddinin kuzeyindeki mahdut yerlerle oradaki Hunları üşündükleri açıkça görülmektedir. Yani, bundan iki bin ve hatta daha fazla yıl önce kullanılmış olan bu tabirlerin XX. Yüzyılda ortaya atılarak propagandası yapılan “Eurasia” fikrinin ispatı için zorlanarak ortaya atılmasını doğru olup olmayacağı, tarihi bir araştırma konusu olarak karşımızda durmaktadır.

Fin bilginleri hakkında ağır sözler sareden Sovyet yazarı A. Bernştam gibi önümüzde ki eserin sahibi L.N.Gumilev da batı dünyasını, Slavları “İptidaki” ve Türk göçebelerini de “Vahşı” saymakla itham etmekte ve böylece “Eurasia” nın batı kısmındaki ruslarla doğusundaki Türk topluluklarını ortak kadere sahip iki topluluk olarak göstermektedir. İşte “Eurasia” nın esas manası ve maksadı burada düğümlenmiş bulunuyor, yani; Eurasia taraftarları için esas problem iktisadi olmaktan önce halklar ve milletler meselesi olup, ileride burasını yalnız Rusça konuşan bir tek milletten ibaret bir ülke halinde görmeyi düşünüyor ve böylece siyasi bir iktisadi yönlerden rusyanın yeni bir hız kazanacağını ümit ediyorlardı.

Yirminci yılların Slavophil Eurasia taraftarları, burada çok eskiden beri kültür birliğinin mevcut olduğunun iddi etmişler, ve bunun eski helen kültüründen kaynaklanan Bizans tesirindeki Rus kilisesi ile temsil edildiği söylemişlerdir. Onlar bizahtihi mevcut olan, kendine has Rus-Eurasia kültüründe batı ve do ğu tesirlerini katiyetle reddetmişledir.

Halbuki XIII. Yy.da başlayıp gelişen Türk-Moğol istilası neticesinde Bizans kültür unsurları Asya tesirleri ile kaynaşarak yeni bir halita meydana gelmiş ve I. Petro tarafından Batı Avrupa’dan idhal edilen batı unsurları bu halita üzerinde işlenmiştir. Rus-Ortodoks kilisesi idaresinde Rus İmparatorluğunun doğup yayılması bu yollardan geçmiştir.

Elbette ki, Eurasia Fikrine karşı çıkan muhalifler de vardı. Onlara göre Eurasia tarafta0rları “Dindar Bolşevikler” olup, Slavophil’lerle Bolşevikleri birleştiren noktalar da vardı. Mesela muayyen devlet şekillerinin reddi ve birinci dünya savaşına kadar Rusyada mevcut olan bütün “kültür” varlığının inkarı gibi. Her iki taraf da bunları yıkılmasını ve yerine yeni bir kültürün getirilmesini istiyordu. Bolşevikler eskiye Burjua yeniye “Proletar” derken, Eurasia’cılar bunlara karşılık “Roma-German” ve “Milli” tabirleri tercih ediyorlardı. Burjuva”v e “Proletar” sözleri ilerlemiş bir cemiyetten geriye gitmeyi ifade edeceğinden, Eurasia’cılar bunları kabul etmediler, “Bu bir yükseliş değil, alçalıştır” dediler. Otuzuncu yıllarda iki taraf da Batı Avrupa sömürgeciliğine karış olup, Eurasia’cılar. “Milletlere hürriyet” derken, Bolşevikler: “Milliyetçilik yolu ile Beynemilelcilik!” diyorlardı.

şimdi 90ncı yıllarda Bolşevik-Kömünst dünyasında çok şey değişmiş bulunuyor. Sosyalist birlik ağılmış, Marxizm. Leninizm, Stalinizm çökmüş ve esri milletleri Çin yeni ufuklar açılmıştır. Fakat coğrafi bir varlık olarak Eurasia “ülkesi” de Eurasi fikri de yaşamaktadır. L.N. Gumilev’in 1990’da basılmış önümüzdeki eseri bunun açık bir delilidir.

Eserde Türkler ve Türk tarihi. “Türküt” meselesi

L.n. Gumilev’in eserinde Batı Avrupa, Eurasiya’ya karış menfi tutumundan dolayı sert bir dille suçlamakta ise de, ülkenin Turan bölgesinde M.Ö. III. yy.da ortaya çıkan “Türkçe konuşan” halklar hakkında hiç de menfi dil kullanılmamıştır. Son 50-60 yıldan beri birçok Sovyet yazarlarının yaptığı gibi Gumilev da “Türk, Türkler, Türk halkları, Türk

boyları” tabiri yerine birçok yerde “Türkçe konuşan halkalar’dan bahsetmektedir. Bunun politik manası şudur: “Türkler, ırk olarak Slavlarla aynı cinstendir, aslında Ruslarla Türkler, arasıda bu bakımdan bir fark yoktur. Ancak bu halkın Eurasia’nın doğusundaki bölümü, her nasılsa dil olarak Türkçeyi almış, batı kısmı ise Slav dillerini konuşmakta devam etmiştir. Bu yüzden, “Türkçe konuşan halklar da Rusça konuşmaya başlarsa Eurasia’da dil ve millet birliği sağlanmış olur.” Bununla beraber Gumilev durum gerektirdiği zaman “Türk sözünü de ve aynı zamanda; Hun, Avar, Bulgar, hazar, Uygur, kuman, Peçeneg, Guz-Oğuz vb. gibi Türk boy ve halk adlarını da rahatça ve yerinde kullanıyorum. Türlü Türk halklarının tarih ide tarafsız bir şekilde ve hatta yükselterek anlatıyor.

Fakat VIII. yy.ın ortalarında Orhon abidelerini yazılıp bırakmış olan, Köktür Kağanlığının kurcusu Türkler için, son yıllarda bazı Türkologlar arasıda moda olan “Türküt” tabirini kullanması biraz şaşırtıcıdır. Yazar bu konuda şöyle diyor:

“Aşina, ülkesinin Tabgaçlar tarafından zaptından sonra ordusunu, savaşçıların aileleriyle birlikte Gobi üzerinden kuzeye götürdü ve Altay yamaçlarında yerleşerek Jujanlar için demir işletmeye başladı. Bunlar, Türk halklarının cedleri idiler. Halk adını sözün bugünkü lingvistik manası ile almamak gerekir. XIX. Yy.da onlara Çince’de Tukyu, Moğolcada Türküt derlerdi. Biz de öyle diyelim. Üt Moğolca çoğul ekidir. Konuşma dilleri Siyenbiçe, yani eski Moğolca olan Jujanlar da onlara Türküt demişlerdir. (s. 143-144).

Şimdiye kadar hiçbir Türkçe metinde rastlanmaya Moğolca bu “Türküt” sözünün Türkoloji için ne gibi bir fayda sağlayacağı şüpheli bir merak konusudur. Gumilev’in yukarıda naklettiğimiz sözleri de bu bakımdan bir açıklık getirmemektedir. Bu hadise Rusya imparatorluğunun kuruluşu sırasında bütün Türk boyları için “Tatar” sözünün kullanılmış olduğu zamanları hatırlatmak ve herhalde Euraasia teorisi için Uygun bir terim olacağı düşüncesiyle ortaya atılmış olsa gerektir.

Eserde kullanılan Metod

L.N. Gumilev’in “Hazar etrafının bin yıllığı” adı bu eseri tarih , etnoloji ve coğrafyanın bir sentezi olup, beşeri e tabi ilimlerin kaynaşma noktası üzerinde kurulmuştur. İçinde ne Marx, ne Lenin ve ne de Stalin var. (Yazar, eserinde Lenin ile Stalin’i hiç zikretmemiş ise de herhalde Ne olur ne olmaz düşüncesiyle K. Marx ve f. Engels’in eserler külliyatından bir iki not düşmeden yapamamıştır. Bk. S. 20 ve 295 Sanki isim değiştirmiş bir Marxizm’le karış karşıyayız). Onların yerini Euraisa, coğrafya, zaman ve mekan içinde insanlığın tarihi almış. Bu insanlık türlü adlar altında farklı dilleri konuşan türlü milletler halinde karşımıza çıkmaktadır. Fakat eserde ırk meselesine yer verilmemiş, yani beşeriyetini bölünmesi ırk esasında yürütülmemiştir. Burada Avrupa milletleri olduğu gibi, hiç küçültülmeyen Hindli ile Çinli de var. Moğol da var, Türk de var. Fakat Batı Dünyası tarafından ihmal edildiği kanaati ile en çok Hunlar, eski Türkler, Uygurlar, oğuz ve Kıpçaklar üzerinde durulmuştur. Turan step-bozkırların çevreleyen Çin, Yakın doğu, Bizans ve Avrupa tarihi de karşılaştırmalı bir şekilde ele alınmıştır.

Eserde tatbik edilen metod üzerine yazar şöyle diyor:

“Gelenek halindeki tarih araştırmalarında mevcut kaynaklar incelenerek belirli bir zaman ve mekân içinde ancak hadiselerin sıralanması yapılabilir, bunlar arasındaki bağlantı ve hadiselerin mantığı, bu esnada kısmen kenarlar kalabilir, Böylece dikey bir gelişme hayali ortaya çıkar, fkata zikzaklar, kopmalar ve patlamalar, sanki tesadüfi imiş gibi gözden kaçabilir. Etnoloji metodu, yalnız bir memleketin ve komşusundaki halkların tarihindeki boşlukları doldurmaya imkan vermekle kalmaz, bundan fazla olarak Aurasia’nın etnik tarihini bir bütün olarak anlamamıza da yardım eder.”(s.5.)

Birkaç ilmin sentezi şeklinde karışık bir metodla işlenen bu araştırmada yazar, çoğu Latince köklerden yapılan birçok terim kullanmış ve V. Yu, Yermolayev tarafından tertip edilen bunlara ait küçük bir açıklamalı sözlük kitabın sonuna eklenmiştir. (s.297-304) Eser XI. Bölüm üzerine tertiplenmiş ve tarihi hadiseler için tafsilatlı sinkronik ve diakronik cetveller eklenmiştir. (S:249-252/252-273/278-284).

Bibliyograf meselesi ve eserin adı

Yazarın kullandığı kaynakları incelediğimiz zaman hayretle görüyoruz ki, hiçbir yerinde “Türkiye” ve “türkiyeli yazarlar” dan söz edilmemiştir.

İslami Arap ve Fars tarihçi v ediplerinden İbn Haldun, Taberi, Firdevsi, Gardizi, İdrisi, İbni Munkız’ın adları geçmekte ise de, Kaşgarlı Mahmud, Farabi İbn Sina, Fuad Köprülü, Necip Asım, R.R. Arat, Hüseyin N. Orkun v.b. gibi Türk bilginlerinin adlarına rastlamıyoruz. Eskilerden ancak bir yerde Eul-gazi’nin (S. 240) ve morden Tatar ve Türkmen yazarlarında Halimow (12) Gafarov (57), Magaometov (150-151), Karimullin (71)’in adları ile karşılaşıyoruz. Fakat Türkiye’nin adı hagi geçmedikten başka, sanki Türkiye’de Orta Asya tarihi üzerinde hiç çalışılmamış gibi yok farzedilerek bu mesele atlanmıştır.

L.N. Gumilev her nedense Eurasia sözünü eserin kapağında kullanmaktan çekinmiş ve “Hazar etrafı” tabirini tercih etmiştir. Bu yüzden eserin adı ile içindekiler arasında bir tezat meydana gelmiştir. çünkü, Eurasia Hazar denizini her taraftan çevirmez, onunla ancak doğudan ve kuzeyden temas halindedir.

Netice

L.N. Gumilev’in “Hazar etrafı halkların bir yıllık tarihi” adlı eserinin dilimize çevrilerek yayınlanmasının faydalı olacağı kanaatindayım. Bazı noktalarda tarihçilerimizin sert tenkidlerine hedef olacağı beklenebilirse de, büyük kısmı Türk tarihine tahsis edilen ve hususi bir metodla meydana getirilen bu esreni Türkçe olarak da yayınlanması, kuzey komşumuzun Eurasia ve onun Türk halklarının yaşadığı Turan denen doğu kısmı hakkındaki düşünce maksatlarını anlama bakımından faydalı ve yerinde bir hizmet olurdu.

Kaynak:

Prof. Dr. Ahmet Temir, Lev Mikolajeviç Gumilyov Belleten Aralık 1992 Cilt: LVI Sayı: 217 Sayfa: 1105-1109

Exit mobile version