Türklerde Av Kültü ve Müessesesi.
Eski tarihi bozkır Türk Devletçiliğinin en kudretli geleneklerinden biri olan avcılık, bugünkü Altay Türk boylarının ve halklarının ekonomik hayatında nazım rol oynamakla kalmamış, toplumun hayatı üzerindeki güçlü tesirleriyle, ayrıca bir dini kültün ve inancın doğmasını temin etmiştir. Bu inancın başında, Altay sahasının başlıca Jeolojik özelliğini teşkil eden “Tayga ve dağ”ların sahibi bulundukları ruhlara karşı beslenenidir. Çünkü avcı halkın inancına göre avın verimliliği ve zenginliği tamamiyle bu ruhların himayesi altındadır. İçerisinde kolayca kaybolma imkanları daima hazır bulunan ıssız ve uçsuz Taygalara dalan her avcı, kendisini koruyacak ve ümitsizlikten kurtaracak tek kuvvetin, Tayga ve dağlar sahipleri olduğuna inanmış ve ava bir inancı teşvikiyle çıkmıştır. Yoksa hiçbir Altaylı Tundura ıssızlığına gömülecek cesareti gösteremezdir. Buna göre de her Altay halkı Tayga ve dağlarla içten bir manevi münasebet kurmuş, hayatını ve maişetini buna göre ayarlamıştır. Ava çıkmadan önce, çeşitli dini ibadetler yapar, avın verimliliği ve başarılı olması için, gereken bütün örf kaidelerine riayet eder. Bilhassa avı koruyacak olan ruha bağlılığını göstermeğe çalışır.
İktisadi bir hayat kaynağı olan alelade avcılık, Orta-Asya Türk halkları teamül hukukunca, sıkı bir nizam altına alınmıştır. Bu kabilden ve türden olan avların, dini inanca bağlı bir tarafı yoktur. Daha fazla balık, ayı ve emsali gibi kaba avla ilgili olanlara aittir.
Fakat vahşi kuş avları, Altay Türkünün inancında tamamiyle başka ve mukaddes bir ruh aleminin dünyası olarak telakki edilmektedir. Bu ruhlar Altay Türklerinin sarsılmaz inancına göre, tıpkı insanlar gibi hayat sürmektedirler. Kendi aralarında evlenerek, aile yuvası kurarlar. Örfün bütün icaplarına ve kaidelerine uyarak, hayatlarını tanzim ederler. Taygaların ve dağların bütün hayvan ve kuşları, onların servetinden sayılırlar. Avcılar tarafından, kendilerine karşı gösterilen saygı ve ilgi nispetinde cömert olur. Kusurda kalmamak amaciyle her avcı, ava çıkmadan önce muayyen ve gereken dini bir ibadet yapmak mecburiyetindedir.
Tersine bizim Çukuroca sahasındaki Türk avcılarındaki Türk avcılarının inancında, Altay Türk avcı ruhunun yerini evliyalar tutmaktadır. Avın verimli ve başarılı olması için sahada bulunan evliya yatırlarından, yahut “Avluk” yani avın yapıldığı bölgedeki ağaçtan ve saireden şeytana karşı uğur dilerler. Av esnasında silahı kendisine yar olmazsa, şeytanı ortadan kaldırmak için, yanındaki köpeğini, silahının üstünde atlatır. Köpeksiz bulunduğunda ise, bizzat kendisi atlar. Bu merasim bir nevi “Ateş Kültü”nden kalma eski bir inançla, kötü ruhlardan temizlenmeyi gösterir.
Hele bugünkü Altay Türkleri, maişetlerini temin eden bütün av hayvanlarına karşı, o kadar içten bir inanç ve itimatla bağlıdırlar ki, ava ait en ufak bir laubaliliğe tahammül edemezler. Avın, ancak temiz ve arınmış olarak yapılmasiyle verimli olabileceğine inanır ve buna göre de hazırlığını yapar. Şöyle ki, ava çıkacağı gece avcı, karısından ayrı bir başka odaya çekilir,kimse ile konuşmaz ve yapacağı her şeyi sır tutar. Bazı Türk boylarında ise, yeni doğuran kadına, sırf temiz sayılmadığından, av eti verilmesi yasaklanmıştır. Bu suretle av kültü bütüniyle tatbik edilmektedir. Yerli Türk örf ve teamül hukuk, bütün bu inançları lüzumlu sayarak, topluma, tatbik salahiyyetini haizdir. Tatbik edilmediği takdirde avın verimliliği derin bir şüpheye deşür. Aynı inanç ve örfle, evin kadın halkı, kesin olarak av tüfegine el vurmamalıdır. Hele samur avlarına mahsus ağlara, ne pahasına olursa olsun kadının eli dokunulamaz. Sibirya Türk halklarından Şor’larda, hala vahşi hayvan avcılığı maddi değerinden hiç bir şey kaybetmemiştir. 1900 yıllarında, yerli halkın % 90 ı avcılıkla geçinmekte idi. Buna göre de Taygalar resmen hükümetçe nizam ve intizama konulmuş, istifade imkanları artırılmaya çalışılmıştır. Hatta Taamül hukuku kaidelerine göre, yapılan avdan istifade temin etmek isteğile, avla ilgisi olmayan bir kimsenin “Uca” kelimesini söylemesi, elde edilen avın derhal paylaştırılmasını gerektirir. Kelimenin asıl manası “kokum kemiği”dir. Yalnız baş konuğa ikram edilir. Avcılık hukukunda ise, bir nevi bizim “İmece”mizi andıran “yardımlaşma müessesesi” değerindedir. Böylece bozkır hayatı, gelenekleri, avı, muayen normlara bağlı bir Enstitütü haline getirmiştir.
Çeşitli inanç, itikat ve geleneklerle kült haline getirilen avcılık, elbette Türk toplum hayatı üzerindede etkisini yapacaktır. Türk sosyal ve hatta çeşitli devlet teşkilatı ve emsalinde, dialektolojide, onomastikte, dil ve edebiyatta, kısaca kültür hayatında, avcılığın müsbet izleri bugün bile hayatımızda görülmektedir. Nitekim Altay Türklerinin inancına bakılırsa, kıymetli ve değerli av hayvanları, insan dilini olduğu gibi anlamak kuvvetindedirler. Bundan dolayı da av hayvanları hakkında konuşulurken, öyle bir dille konuşmalıdır ki, onlar bu dili anlamasınlar. Neticede bu inancın etkisiyle Orta-Asya halklarında yeni bir “Gizli diller” üzerine yaptığım araştırmalar, bu türden dil yaratıcılığı, bütün Türk boylarına ve halklarına mahsus özel bir kabiliyet olduğunu göstermiştir. Yapıca birbirini andıran bu türeme “gizli” diler, sırf diğerlerinin anlamaması için olmuştur. “Gizli avcı dilinde” de kuşların, konuşulan dile hulul edememesi için mevcut kelimeler, başka deyimlerle değiştirilmektedir. Nitekim silah yerine ‘enişte’ anlamında olmak üzere küzyö; ayıyı vurmak için atılan kurşuna “nişanlısı tarafından kıza sunulan armağan” manasında olmak üzere kalamçı gibi bizce anlaşılması zor deyimler veya kelimeler, kullanılmıştır.
Örfün tayin ettiği kanunlara uyularak, genellikle av esnasında avlanan kuşların ve hayvanların adları kullanılmaz. Yerine, tasviri karakterdeki kelimelerle fikir ifadesine çalışılır. Mesela ‘at’ yerine “geniş burunlu”, yahut “yuvarlak gözlü” gibi tabirler kullanılır. Çünkü Altay Türklerinin inanışında av sahası ile birlikte avlanan kuşlar, dağlar, hayvanlar, hatta ağaç ve ormanlar bile, tıpkı avcılar gibi, sahanın gerçek sahibi bulunan ruhların himayesi altındadırlar. Ve bunların izni olmadan en ufak bir teşebbüse girişilemez. Bu ilahi ruhlar antropomorgik olup hem kadın ve hem erkek kılığına girmektedirler. Bu yüzden kuşlar, Sibirya halklarının en mukaddes mitolojik unsurudur. İlk şamanlık yapan ve şaman vazifesini gören yine de bu kuşlar olmuşlardır. Kendilerine karşı saygı vazifesini gören yine de bu kuşlar olmuşlardır. Kendilerine karşı saygı ve sevgi esirgenmemelidir. Çünkü dünya, yaradılışını, ateş ise yanmasını bu kuşlara borçludur.
İlk göçebe Türk devlet hayatında bir taraftan vahşi hayvan eti yeyilip yaşarken, bir taraftan da avlarda kullanılan şahin ailesinden bütün kuşlar totem olarak takdis edilmekte idi. Tonyukuk yazıtında “vahşi hayvan” karşılığı olarak “tavşan” kullanılmıştır. Tersine Orhun yazıtlarında ise devlet ricalinden birinin ölümü tasvir edilirken onun ölmez ruhu, “Şunkar kuşu” ruhiyle birleştiği ifade edilmektedir. Böylece, totem haline getirilen şahin’ler yardımiyle avcılık, milli bir gelenek haline getirilmiş idi. Şöyle ki, Onbirinci yüzyıl filologlarından Kaşgarlı Mahmud, çağının ananevi avcılığından bahsederken, artık bunun kişilere mahsus bir zenaat olmaktan çıkıp Hanların halkla beraber yaptıkları sürgün avı mahiyetini aldığını anlatmaktadır. Ve bu türden geniş sürgün avlarında, esas avı tamamlayan şahin kuşu, Türk mitolojisinde muhtelif Türk boylarının hami totemi olmuşlardır. Türklü cinslere ayrılan avcı şahin kuşlarından, en esaletli sayılanı Oğuz boylarından birincisinin, Kartal cinsindan olanları yine Oğuz boyunun beşle sekizinci, Sungur cinsinden olanlar on üçle onaltınca, Çakır ve Doğan cinsten olanları da yirmi birle yirmi dördüncü boyların resmi totemi sayılmışlardır. Oğuz Kağan destanında Oğuz kabilesinin damga ve amblemi olarak Öküzün gösterilmesi dikkatimizi çekmektedir. Ve oldukça manidardır.
Bozkır göçebe halklarının himayesine sığındıkları şahin cinsten avcı kuşlar, Selçuklular devrinde daha geniş bir imtiyaz elde etmişlerdir. Ekonomik bir kazanç olmakla kalmamışlar, Kaşgarlı Mahmud’un da tarifi üzerine, avcılık tamamiyle Askeri manevra mahiyetini alarak, milli devlet sporu şekline konulmuştur. Avcılığın aldığı bu değer üzerine, Selçuklulardan Melikşah zamanında avcılığa ait “Şikarname” türünden yeni bir edibeyat janrı da vücuda getirilmiştir. Aşağı yukarı aynı devrelerde Orta-Asya Karahanlılar devlet reislerinin avcılıktaki san’atkarane kabiliyetleri meth ve sena edilirken, kendilerine en kudretli hayvan adı, lakap olarak verilmekte idi. Nitekim onbirinci yüzyılın şaheseri sayılan Kudatgu Bilig’de İlek han avcılıktaki mehareti sayesinde “Gökbörü’lakabını almıştır. Börünün Türklerce en kudretli bir totem olduğuna bakılırsa, bu Epitheta ormantia türünden unvan, Türklüğün en azametli ünvanlarından olmuştur. Beyhaki 1034-1035 olaylarında ün kazanmış Türk kahramanlarından birinin Büri-Tigin, adını taşıdığı gibi Alp-Arslanın oğlunu adı da Büri-Bars olduğunu söylemektedir.
Orta-Asya’ya nisbetle avcılık müessesesi, Osmanlı imparatorluğunda daha muazzam bir devlet enstitüsyonu haline getirilerek, devlete maledilmiştir. Devletin eliyle tertiplenen avlar, bir taraftan askeri manevra değerinde olduğu halde, bir taraftan da bir nevi eğlence karakterini almıştı. O kadar ki, yılda iki defa yapılması ve onbeş gün sürmesi gereken “Ulu av”lar, tamamiyle resmiyet kazanarak, askeri devlet müessesesi haline getirilmiştir. Eski ekonomik değerinden bir çok şeyler kaybeden Osmanlı devlet avcılığı, en sonda bugünkü anlamiyle “milli müdafaa” idaresi yapısını almıştır.
Çeşitli avcı şahin kuşlar marifetiyle yapılan bu “Ulu av”lar ve avcılık geleneği, aynı zamanda Moğol İmparatorluğu tarafından benimsenmiş, tıpkı Selçuklular ve Kıpçaklarda olduğu gibi, askeri müdafaa gücünü kazanmıştır. Hatta Milli müdafaa vekaleti yerini tutmak üzere bir de Avcıbaşı makamı kurulmuştur. Çünkü, eski inanca göre, şahin ve doğanlarla yapılan büyük avlardaki kuşlar kadar, bunları yetiştiren ve terbiye edenlerin de, çok büyük önemleri vardır. Av merasimi, bir devlet müessesi olarak, muayyen disipline bağlanmıştır. Askeri bir nizamla yapılmakta idi. Daha fazla “harbiye mektebi” derecesine yükseltilmiş idi. Askeri bir manevra olarak, Moğol İmparatorluğunda yapılan avcılık hakkında, gezgin Marco Polo’nun verdiği bilgi çok yerindedir.Tanıkladığına göre Cengiz Han zamanında, sulh devrelerinde harp oyunları yerine av ve spor merasimleri ve eglenceleri tertiplenirdi. O kadar ki, Kubilay zamanında, onbin avcının 500 doğanla büyük bir avı tertiplenmiştir. Bu tarihi olay yanında, ayrıca cengiz Han’a Kırgızlar tarafından armağan olarak beyaz bir doğan kuşu da sunulmuştur. Devrin Harbiye Vekili salahiyetini haiz Tuman Bey de, şahsına armağan edilen ve kırım’ın Solhat şehrinden getirilen bir şahin kuşunu terbiye ederek, karşılığında bir tımara sahip olabilmek umuduyla, Gazan Han’a hediye olarak sunmuştur. Bu suretle Asya ve Orta-Asya Türk ve Moğol İmparatorluklarında av ve avcılık daha muhteşem bir müessesese haline getirilmiştir.
Avcılık müessesesi, ayniyle Osmanlı İmparatorluğu’nda da geniş gelişme imkanları elde etmiş, devletin azametine layık bir seviyeye yükseltilmiştir. Hatta Sultan dördüncü Murat, ava karşı gösterdiği düşkünlüğü yüzünden “Avcı” lakabını dahi almıştır. Devlet reisinin bu müesseseye karşı aldığı bu tavır şüphe yoktur ki, devri için birçok şeyler ifade etmiştir, Nitekim Avrupa Türkologlarından birisinin iddiasına göre Kanuni Sultan Süleyman bir av dönüşü, ordusunun ve imparatorluğunun yenilmezliğine, devletinin azametine bir sembol olmak üzere insan derisinden yapılmış kirişli bir yayla oku, Avrupa imparatorlarından birine armağan göndermiştir. Zamanın Çarlık Rusyası tarafından avcılık, tamamiyle Osmanlı sarayındaki teşkilat ve şekliyle alınmıştır. Hatta av merasimlerinde vazife alanların adları dahi Türkçe olmuştur.
Nitekim Rus müşteşriklerinden N. İ. Dimitrev’in tespit ettiği üzere, rusya devlet avcılığının nomenklitürü, tamamiyle Doğu filolojisi malzemesiyle vücude getirilmiş bir üründür. Ve bu filolojinin tümü olmasa da çoğu Türkçeden, bir kısmı ise Sibirya Türk halkları dillerinden alınmıştır. Arap, Fars dillerine ait unsurlar da Türkiye Türkçesi yoluyla Rus diline aktarılmıştır. Çarlık sarayına ait yazılmış rusça vesikalar ve kaynaklar, Osmanlı devlet avcılığı taklitçiliği durumunda bulunan rusya avcılığının aşağı yukarı 1652 tarihlerinde Çar Vasiliy zamanında en yüksek seviyeye eriştiğini, bildirmektedirler. Hatta bu ihtişamlı saray merasimine ait oldukça zarif bir Rus edebiyatı dahi yazılmıştır.
Rusya saray avcılığının idaresi başlıca beş esas nokta üzerine yapılmakta idi. Her avcının hangi kuşla, merasimde yer alması gerektiği bile belirtilmiştir. Doğu menşeli ava katılan kuşların cinsi: Hümayun, Kizilbay, yani ‘Kızılbay’, Anperest ‘Güzellik hadimi”, Ferzend, Arbas (Kazak-Kırkız Türkçesinden alınma), Armas, Adar, Amar, Bumar olup, bu adlarla çağırılmaktaydılar. Kuş adları yanında ayrıca ava katılan genç dilaverlerin antroponimleri de menşece Doğu dillerinden alınmıştır. Bunların arasında: Murat, Ables, Bilyay, Adragan, Saltana, Bulat, Ardaç, İnbran bey, yani Ümran bey, İslan bey, yani İslam bey ve saireyi hatırlatmayla yetineceğim. Bu türden Saray avcılığı nomenkletüründe yer almış birçok kelimeler daha vardır. Yer ve zaman darlığı yüzünden, bu çok dikkatimizi çeken özellikleri, şimdilik bir kenara itmek mecburiyetindeyiz. Yalnız şu kadarını hatırlamamız gerekir ki, osmanlı devleti saray avcılığı, bizde değerini yitirmesine rağmen Rusya Çarlık sarayında, daha uzun ömürlü olmuştur.
İran şahlarından kaçar sülalesine mensup olanlar, herhangi bir devlet ve saray merasimine katılacak, yahut ta geziye çıkacak olurlarsa, kendisine mutlak, kolunda avcı şahin bulunan “Şahinci” refakat etmek mecburiyetinde idi. Hatta son zamanlara kadar Orta-Asya Buhara hanlığında, Başvekil makamı karşılığında bir “Kuşbeği” idaresi kurulmuş idi. Bu makam daha 1920 yılına kadar devam etmiştir.
Böylece bozkır göçeri Türk devletlernide ve boylarında, dini merasim yaptıracak kadar bir kült değerini bulan avcılık, Türk, Moğol, osmanlı ve Rusya imparatorluğunda muayyen bir devlet enstitüsyonu haline getirilmiş, devletin askeri gücü sembolü karakterini taşımıştır. Buna paralel olarak, manevi toplum hayatının çeşitli cephelerinde kökleşmiş kalmıştır. Avcı kuşun mahareti, yabancı eşdaşlarını kendisien iltihaktaki ve düşürülmesindeki mahareti, gösterdiği selika ve cesaret, yüzyıllardan bu yana Türk halk edebiyatında, kahramanlık ve güzellik sembolü olmuştur. Bundan dolayıdır ki, ortaçağ Anadolusunda etnonim değerini taşıyan Demirciler, Balcılar, Avcılar ve saire gibi teşekkülleri, hep eski Türk toplum geleneklerinin en iyi hatıralarından olmuştur. Avcı kuşların cins ve türüne göre ayarlanan çeşitli Onomastik adlandırmalar da, eski Türk avcılığının özel bir sonucudur. Başlangıçta bu eski ve tarihi külte ait avcı kuş adları Androponim olarak kullanıldıktan sonra, nüfuz çevresini genişletmiş, ona milletlerarası bir karakter kazandırmıştır. Nitekim Şunkar, Doğan-Toğan, Çakır, Şahin, Toğrul, Laçin avcı kuş adları bütün Türk halk ve boyları arasında kökleşip kaldığı gibi, Şunkar avcı kuş adı Türk elleri dışına da taşmış, Mançu dilined Şonkon kılığına, Macarcaya Zongor telaffuzu ile girmiş, İran, Irak, Arap, Mısır, Rusya ve Balkan yarımadası milletler Antroponimisinde bugün bile kullanılmaktadır. Bazıları ise hem Antroponim, hem de Toponim olarak kullanılmıştır.Nitekim yukarıdaki Şunkar kuş adı, Anadolu Toponimisinde Sungurlu, Antroponimisinde Baysungur, Etnolojisinde Sungurlu, Antroponimisinde Baysungur, Etnolojisinde ise Oğuz boyunun totemi olmuştur. Bu kadar zengin cepheli, dede-baba yadigari avcılık müessesesi için bu çeşitliği ve yaygınlığı çok görmemelidir. Bu Türk tarihinin, kültürünün, gelenekli toplum hayatından kopup gelen çok değerli hatıralardan biridir. Kültürümüz onlarla yaşar ve bizleri yaşatır.