Yazar: Jean-Louis Bacqué-Grammont Hasseine Mammeri
Kurtuluş Savaşı’nda Sultan Altıncı Mehmed Vahdettin’in tutumu ve başvurduğu yöntemler, öylesine sert ve görünüşte çok haklı tenkitlere yol açmıştır ki, modern tarihçilerin bu padişahı hemen hemen unutmaları hiç de hayret uyandırmamaktadır. Bu koşullar içinde, otuz altıncı Osmanlı padişahının hatırasını temize çıkarmayı hedefleyen umutsuz bir çaba ve genel kanıya ters düşen bir düşüncenin ürünü olan, inandırıcılıktan uzak bir teşebbüsü, takdirle karşılaşmıştık.[1] Ancak bu savunulması güç davanın aleyhine, tam o sıralarda yayımlanan bilimsel bir yazı, savunucularını zor duruma sokacak bir şekilde, Altıncı Mehmed’in işgalcilerle yapmış olduğu işbirliğini, apaçık olarak bir defa daha gözler önüne sermiştir.[2]
Paris’te Dışişleri Bakanlığı’nın arşivlerinde bulunan Hilâfetin ilgasıyle ilgili belgeleri incelerken bu konu ile ilgili olarak son zamanlarda okuduklarımız gözlerimizin önüne geldi. Gerçekten bu incelemelerimiz sırasında, elimize geçen bazı dosyalarda, hâl’edilen padişahın, sürgün sırasındaki faaliyetlerini konu alan ve bugüne kadar tarihçilerin dikkatinden kaçmış görünen bazı vesikalar bulduk. Şunu belirtmek gerekir: burada sunacağımız belgeler, Kahire’de yayınlanan bir gazetenin eski koleksiyonlarında rastlanılan bir tanesi hariç, münhasıran Fransız diplomatik arşivlerinin belirli bir serisinden alınmış bulunmaktadır.[3] Bu vesikaların önümüze serdiği tablo, doğal olarak hem yarım, hem de yan tutan nitelikleri itibariyle, şimdilik bunlardan herhangi bir sonuç çıkarmayacağız. Bunları tamamlayacak belgeleri her şeyden önce İngiliz ve Türk arşivlerinde ve o zamanların Hicaz basınında aramak gerekir. Bu incelememiz, meslektaş tarihçilerinden birini, böyle bir çalışmayı kısmen veya tamamen ele almaya yöneltirse, yararlı bir hizmet görmüş olacaktır.
Bu vesikaları, olduğu gibi, kendi değerleri içinde sunarken şu hususu belirtmek gerekir: Kemalist devrimin içinde yer aldığı ortamın nesnel olarak bilinmesine katkıda bulunmak, biricik gayemizdir. Hâl’edilen bir hükümdarın kendisini sür-güne gönderenlere methiyeler yağdırması beklenemez. Böyle olduğuna göre, tarihin bir tanığı olan Vahdettin’in müşahedeleri, tutumu ve ifadesi okuyucuda hiçbir şaşkınlık yaratmayacaktır. Kullanılan dil, Abdülhamitvâri mutlak bir halife-hükümdar ağzıdır. İçindeki öç alıcı kin, onu savunulamayacak derecede çürük kanıtları, gün gibi âşikâr mukalataları kullanmaya sevk etmektedir ki, bunların üzerinde durmak dahi abestir. Vahdettin’in bu aşırılıkları, serin ve bitaraf bir kafa ile düşünenlerde, yaratılması istenen etkinin tersini yaratacağı kanaatini uyandırabilir. Mustafa Kemal, davâ arkadaşları ve eylemleri bu ithamlardan daha da yücelmiş olarak karşımıza çıkmaktadır.
Başvurduğumuz kaynaklar, genellikle Fransız Hariciyesi’nin, tahta çıkışından evvel de, sonra da, hükümdarlığı esnasında da son Osmanlı sultanına karşı fazla bir ilgi ve merak beslemediğini göstermektedir.[4]
İstanbul’un Itilâf Devletleri’nce işgali döneminde Fransa Cumhuriyeti’nin Bâbıâli nezdindeki iki yüksek komiseri, Jules Defrance (1919-1921) ve General Maurice Pelk (1921-1924), yalnızca İngiliz menfaatlerine tamamen bağlı gördükleri Vahdettin’e karşı yakınlık ve ilgi göstermemiş ve ilişkileri, protokol çerçevesinde mesafeli kalmıştır. İşte bu ortam içinde M.Pellé’nin padişahın ısrarlı ve mükerrer talebi üzerine kendisiyle yapmış olduğu bir görüşmeyi anlatan 25 Ekim 1922 tarihli[5] telgrafına icap eden dikkatle eğilmek gerekir.[6] Çok sıkışık ve zor durumda olan Altıncı Mehmed, komisere şu beyanatta bulunmuştur:
Ankara’daki “Genç İnsanlar” kabul edilemez iddia ve isteklerle ortaya çıkmaktadır. Delegelerinin konuşmalarında bolşeviklerin tesirleri kolayca fark ediliyor. Ulusal egemenliğe ilişkin telâkkileri Türk halkının ne sosyal durumuna, ne de geleneklerine uygundur; şeriatin gereklerine de uymaz. “Sultan ben hoca kılığında biri değilim” diyor, “Papa gibi yalnız bir din adamı olarak kalmaya asla rıza gösteremem.” İslâmi telâkkiye göre Halife, dini korumak için dâima kuvvetli olmalıdır. Türkler halifeyi hal’ettikleri takdirde diğer ülkelerin Müslümanları, Türkiye dışında, örneğin Arap memleketlerinde, gerçek halife olacak birini bulmaya çalışacaklardır. Aynı zamanda büyük bir Müslüman devlet olan Fransa, böyle bir olasılığın tehlikelerini takdir edecek vaziyettedir. Suriye’yi ele geçirmekle Türkiye ile sınırdaş olan ve ülkenin istikrar içinde gelişmesiyle yakından alâkalı olan Fransa’nın, Osmanlı İmparatorluğu’nda istikrarsız bir rejimin yerleşmesini endişe ile karşılayacağı muhakkaktır. Ortak menfaatlerimiz vardır. Sizin için Türkiye, Suriye’den çok daha önemlidir.
Bu kanıtlara dayanarak Sultan, hayretler içinde kalan muhatabından, Fransa’ nın Ankara Hükümeti nezdinde sert bir girişimde bulunarak yakında toplanacak Lozan Konferansı’nda Türkiye’nin tek bir delegasyonla temsil edilmesini ve bu heyetin başına da, ifadesinden anlaşıldığı-na göre, kendisi tarafından tayin edilecek bir murahhasın getirilmesini talep etmesini isteyerek:[7]
“Osmanlı halkının Halife Padişah etrafında toplanması için, Fransa’nın nüfuzunu kullanmasını, benim de kişisel itibarımı ve ağırlığımı koymamı ümit ettiğini imâ eder şekilde, ifade etmiştir.”
General ihtiyatla, protokole uygun nezaket ve mücamele çerçevesinde, hükümetinin Türkiye’nin içişlerine müdahale etmek istemediğini belirtmiştir. Raporun sonuç kısmından anlaşıldığına göre, hele itibarını kaybetmiş bir lider lehine böyle bir girişim söz konusu olamaz:
“Tamamen kaybolmuş bir davâya bulaşmak, hiçbir şekilde yararımıza olmayacaktır.”
Burada dikkati çeken husus Altıncı Mehmed’in ileri sürdüğü ve sürmekte sonuna kadar direteceği, delilleridir. Meşruiyetini mensup olduğu hanedan sülalesinden alan bir Osmanlı Padişahı ve Müslümanların halifesi olarak otoritesi asla tartışma konusu olamaz; bunu yapanlar ise Türk milletini hiçbir şekilde temsil etmeyen ve itilâf Devletleri’yle yakın bir zamana kadar savaş halinde bulunan karanlık amaçlı yeni bir devlet tarafından perde arkasından yönetilen, sorumsuz mukaddesat yıkıcılarıdır.[8] İzlediği çizgiye sadık kalan sultan, İstanbul’u terk ettiği sıralarda, hâiz olduğu ayrıcalıkların hiçbirinden feragat etmeyeceğini ilân etmiştir.[9] Bu beyanatın ertesi günü, Ankara Hükümeti’nin Umur-u Şeriye Vekili Mehmed Vehbi, Vahdettin’in halifelikten ıskatını bildiren bir fetva yayınlamış,[10] aynı günde Türkiye Büyük Millet Meclisi, Veliaht Abdülmecit Efendi’yi Halife-i Müslimin seçmiştir. Vahdettin her iki kararın meşruiyetini tanımayı sonuna kadar ısrarla reddetmiştir.
Sultan’ın Türkiye’yi terkedişini takip eden günlerde Ankara Hükümeti’nin, hattâ binnefs General Pellé’nin Sâkıt Sultan’ın İngiltere politikasının âleti haline gelerek, bu ülkenin nüfuzu altındaki bir İslâm memleketinde halife olarak kullanılmasından, endişe duydukları, sezilmektedir.[11] Aynı dönemde beliren başka endişeler gibi bu da dayanaksızdı. Türkiye ve Türkler hakkındaki kişisel bilgisi İstanbul’a ve bu şehirde yaşayan bir kısım varlıklı sosyete kesimine inhisar eden Pellé Büyük Millet Meclisi’nce Hilâfetle Saltanatın birbirinden ayrılması ve Abdülmecid’in halife seçilmesinin kamuoyu tarafından geniş çapta tasvip edilmediğini söylemekle, Kasım 1922 olayları karşısındaki halkın tepkisini, abarttığı kanısındayız.[12]
Gerçekte Doğu Anadolu’da (Urfa, Birecik, Elazığ, Antep) ve Suriye’de beliren mevziî ve geçici bazı hoşnutsuzluklar bir kenara bırakılırsa, o zamana kadar cuma hutbelerinde Vahdettin’in adının geçtiği yerlerde yeni halife, genellikle benimsenmiştir. Sürgündeki halife padişah artık hiçbir değer ifade etmiyordu. Daha da kötüsü Vahdettin’in apaçık bir şekilde İngiltere’nin himayesi altına girmekle, örneğin Mısır’da olduğu gibi bu ülkeye düşman İslâm halkoyunu, karşısına almış oluyordu.[13]
Sürgün Vahdettin ilk önce Malta’ya gider. Orada ancak birkaç hafta kalır. Sağlığı bozuk bu adamın birdenbire uzun ve zahmetli bir yolculuğa çıkışının kesin nedenleri -dini vecibeleri yerine getirmek veya dışarıdan yapılan ısrarlı ricalar- bizce meçhuldür. Öyle görünüyor ki, İslamın kutsal yerlerinde hac farizasını ifa için Hicaz Kralı Hüseyin tarafından kendisine bir davet telgrafı gönderilmiştir.[14]
Bilindiği gibi, Osmanlı İmparatorluğu’nun bir tabii olan Mekke Haşimi Şerifi Hüseyin 1915 yılında İngiltere tarafına geçerek ve Halife Sultan’a karşı tam bağımsızlık talebinde bulunarak Türkiye’ye cephe almış ve bu tarihten itibaren de Sultan’ın ismi Hicaz camilerinde okunmaz olmuştur. Hüseyin’in, konfedere bir Arap imparatorluğu kurarak içindeki çeşitli krallıkların başına çocuklarını getirip halife unvaniyle hüküm sürmek gaye ve ihtirası, herkesce bilinmekte idi.[15] Ancak bu gayeye erişilmesi, güçlü hâmisi İngiltere ile tam bir uyum halinde olma koşuluna bağlı idi. Zira böyle bir proje, Fransa’nın doğudaki menfaatlerini zedelediği gibi, tehlikeli komşusu Necd Bölgesi’nin Vahhabi kralının hedef ve maksatlarına da aykırı düşüyordu. Üstelik bizzat kendi tebaası dahi zaman zaman bu politikasına karşı çıkıyordu. Ağabeyine (Sultan Reşad’a) başkaldıran Hüseyin’in, kendisini tek meşru halife addetmeye devam eden Vahdettin’i Mekke’ye davet ederken ne gibi art niyetler beslediğini kesin olarak bilmiyorum. Uygun bir karşılık vermek suretiyle Hilafet hakkının kendisine intikalini sağlamak mı? Her ne hal ise Altıncı Mehmed bu daveti hemen kabul ettiğini, tam bir Osmanlı nezâketini yansıtan telgrafıyla bildirir.[16]
İngiliz Hükümeti, Vahdettin’in emrine Ajax Zırhlısı’nı tahsis eder. Sultan bu zırhlı ile 9 Ocak 1923 tarihinde Port Said’e gelir. Burada kendisini Hüseyin’in oğullarından Şarkilürdün Emiri Abdullah’ın başkanlığındaki bir heyet karşılar. Buna karşılık Mısır Kralı Fuat ve Kahire Hükümeti, Sâkıt Padişahın Mısır topraklarından geçişini, gösterişli bir şekilde görmemezlikten gelirler.[17]
Vahdettin’in, kendi konsolosluk bölgesinden yakında geçeceğini geç haber alan Başkonsolos Léon Krajewsky, ziyaretçiye karşı ne gibi bir protokol uygulanacağını, hariciyesinden ivedilikle[18] sorar. 15 Ocak sabahı Sultan Cidde’ye varır. Krajewsky durumu telgrafla bildirir[19] ve aynı gün, bu hususla ilgili ayrıntılı bir mektup gönderir.[20] Bu mektupta, Vahdettin’in Süveyş’ten itibaren Hidivi Deniz Şirketi’ne ait “Mansura” adlı mütevazı bir vapurla geldiği vapurun ana direğinde Türk bandırasının açılmış olduğu belirtilmektedir.[21] Hüseyin ve Veliahtı Ali vapura çıkarak Padişahı karşılarlar ve şehre kadar kendisine refakat ederek, halkın ilgisizliği arasında ikâmetine tahsis edilen yere götürüp yerleştirirler. Ancak Hicaz kralının Altıncı Mehmed’e karşı bu itibar ve saygı gösterilerinin noksan bir yanı vardır; protokolün eksik bırakılan bu yönü üzerinde Sâbık Padişahın bunu kasdi bir hareket sayacak kadar duyarlı olması beklenirdi. Başkonsolos, bununla ilgili olarak şunları söylüyor:
“Bu gibi merasimlerde adet olduğu üzere Peygamber’in sancağının karşılamada açılmaması, dikkati çekmişti. Bana kalırsa Hicaz kralının bu hareketi, Vahdettin’i halife sıfatiyle karşılamadığını ifade eden kararının sonucudur. Zira 1916’dan beri cuma namazlarında halifenin ismi artık okunmamaktadır.”
Sabık Sultanın şehre bir İngiliz harp gemisiyle değil, “patates torbaları ve domates sepetleri” yüklü bir gemi ile gelmesinin şehirde olumsuz bir hava yarattığını belirttikten sonra, Başkonsolos şöyle diyor:
“Acaba İngilizlerin bu kararı, kendine hala halife nazarıyla bakmakta devam eden kişiyi, İslamın kutsal topraklarına İngiliz bayrağını taşıyan bir geminin korunmasında göndermemeyi uygun gören kasıtlı bir tutumun mu sonucudur?”
Her ne hal ise Kral Hüseyin, böylesine müstesna bir kişiliği hâiz, ancak hangi resmi sıfatla karşılanacağı açıkça belli olmayan, bir ziyaretçiyi, nezdinde mutemet diplomatların ve teb’asının gözleri önünden uzak tutmaya hiç de niyetli değildi. İki gün sonra, 17 Ocak’ta Krajewski, Altıncı Mehmed’le mülakatını şöyle anlatır:[22]
Vahdettin’in benim üzerimde çok üzüntü verici bir intiba bıraktığını gizlemeyeceğim. Durumu, doğal bir sebebe bağlı veya ileri derecede zehirlenmeden ileri gelen bir yorgunluk belirtilerini taşıyordu. Başı önüne düşmüş, alt dudağı sarkık, gözleri sönük ve uykulu. Benim ve yanında oturttuğu yaveri için oldukça sıkıcı bir sessizlik hüküm sürdü. İngiliz diplomatik temsilcisi de aynı sıkıcı izlenimi taşıyordu.[23]
Vahdettin Cidde’de birkaç gün kaldıktan sonra, Emir Ali refakatiyle Taif’e hareket etti.[24] Bu şehirde iki aydan fazla kalacaktı. Bu süre içinde pek de açıklığa kavuşmayan çeşitli olaylar cereyan etmiştir. Bu olaylarla ilgili olarak Fransa’nın Cidde Konsolosluğu’na ait yazışmada 12 Mart 1922 tarihli son derece dikkat çekici bir dosya vardır.[25] Bu dosyada Altıncı Mehmed’in Halife Sultan sıfatiyle İslam alemine hitaben yayınlamak istediği bir bildirinin çevirisi bulunmaktadır. Konsoloslukça gönderilen sunuş yazısından anlaşıldığına göre, Cidde’nin ileri gelen bir şahsiyeti henüz yayınlanmamış olan bu metnin Arapça bir nüshasını konsolosluğa sağlamıştır. Konsolosun hazırlanan metnin Kral Hüseyin tarafından “kaleme alınmış olmasa bile” onun “ilhamcısı” olduğu görüşünü, kuşku ile karşılamak mümkündür. Bu hususta Sultan’ın bu tarihten altı ay önce General Pellé ile yapmış olduğu konuşmayı hatırlamak kâfidir: Mekke’de yayımlanmak istenen beyannamede, bu konuşmada ileri sürülmüş olan delillerin geliştirilmiş şekli, takınılan tavır ve zihniyetin aynısı vardır. Bütün bunlar, daha ileride göreceğimiz gibi Mart 1924 tarihli mektupta yer alacaktır ki, kanaatimce bu metnin Vahdettin’e ait olduğunu teyid etmeye yeterlidir.[26]
Hicaz kralının, haklarını binnefs Hazret-i Peygamber’den alan ve kendini şaşmaz bir şekilde tek meşru halife addeden Vahdettin’ in beyannamesinin ilhamcısı olabileceği, aklın kabul edeceği bir şey değildir; aksine kendi kendine, hilafet makamı için başlıca aday nazariyle bakan Hüseyin böyle bir metnin yayınlanmasına, hiç olmazsa kendi krallığı sınırları içinde engel olmak isteyecektir. Böyle de olmuştur. Bizce bu neden, Ankara Hükümeti’ne karşı ihtiyat ve teenni ile hareket etmek arzusundan daha ağır basmaktadır. Zira bu hükümet tarafından ağır ithamlarla memleketinden kaçmaya zorlanan bir hükümdarı debdebe ile ve merasimle kabul etmekle, Hicaz kralı, nasıl olsa Ankara Hükumeti’ni zaten rencide etmiş bulunuyordu. Gerçekte bu beyanname yalnızca Kral Hüseyin’in menfaatlerine dokunmuyordu, Krajewski’nin bildiri ile ilgili olarak göndermiş olduğu mektubun sağ yukarı köşesine Fransız Başbakanı Raymond Poincaré, okunması güç el yazısıyla şu notu yazmıştır:
“Bu bildiri, İstanbul Hükümeti’nin İtilâf Devletleri’ne karşı hareketlerinde serbest olmadığı, bu sebeple de bütün tasarruflarınm hükümsüz bulunduğu şeklinde Ankara Hükümeti’nce ileri sürülen tezi desteklemek için kullanılabilir, bu nedenle yayınlanmaması uygundur.”
Konu ile daha yakından alâkalı bulunan İngiltere Hükümeti de aynı şekilde düşünmüş olabilir. Bu duruma göre bildiri büyük bir rahatsızlık kaynağı olarak ortaya çıkmaktadır, hattâ bizzat yazarı için de. Halbuki kendisi, bu bildiriyi İslâm âleminde kullanılan bütün dillere tercüme ettirmiş ve yaygın bir şekilde her tarafta yayınlanmasını da arzu etmişti. Beyannamenin ne ölçüde dağıtıldığını bilmiyoruz. Türkiye’de fiilen dağıtıldığı şüphelidir.
Bu bildirinin yayınlanmasıyla ilgili eldeki tek iz, Kahire’de münteşir el-Ahram gazetesinin 29 Şaban 1341’e rastlayan 16 Nisan 1923 tarihli 14024 sayılı nüshasında tek başlık altında üç sütun üzerine yer alan metnidir. Bu metnin, Mısır milliyetçiliğinin düşmanlarının, yani İngiltere ile taraftarlarının menfaatlerini zedeler nitelikte olması, Arap âleminde etkili olan bu gazetenin sorumlularınca yayınlanmasında göz önünde bulundurulan bir husus olup olmadığı akla gelmektedir.
İçeriği bakımından Krajewski’nin yardımcılarının ellerine geçmiş olan metnin görünüşte aynı olan Türkçeden çevrili Arapça nüshasını okurken, adı geçen kişilerin bildiriyi birçok yerinde bozuk bir şekilde özetleyip basitleştirdikleri görülmektedir.
Bu durumda metni yeni baştan ve bütünüyle ele alıp anlamına bağlı kalarak harfiyen çevirmeye teşebbüs ettik. Elde edilen sonuçtan Mösyö Pierre Godé’nin yardımlarına çok şeyler borçluyuz. Kendisine burada minnettarlığımızı ifade ederiz. Tercümenin başlığı ve takdim tarzı “El-Ahram” gazetesinin yukarıda bahsettiğimiz nüshasının aynısıdır.
Fransa Cumhuriyeti Fransa Konsolosluğu
Ticari ve Siyasi işler Dairesi Cidde
Asya N.56
Sâbık Sultan’ın bildirisi(MAHREMDİR)
Cidde 12 Mart 1923
“Bu bildiri, İstanbul Hükûmeti’nin itilâf Devletleri’ne karşı hareketlerinde serbest olmadığı, bu nedenle bütün tasarruflarının hükümsüz bulunduğu şeklinde Ankara Hükûmeti’nce ileri sürülen tezi desteklemek için kullanılabilir, bu nedenle yayınlanmaması uygundur.”
Poincaré
(Fransa Başbakanının el yazısı ile)
Fransa Başkonsolosluğundan
Ekselans Mösyö R. Poincaré’ye
İcra Vekilleri Heyeti Başkanı ve Hariciye VekiliMuhammed Vahdettin tarafından İslâm âlemine hitaben kaleme alınan ve yayınlanması şimdilik geciken beyannamenin tercümesini Ekselansınıza sunmakla şeref kesbederim. İslâm âleminde kullanılan bütün dillerde kaleme alınan bu bildiri, gerçekte kuru ve karmaşık bir savunma, aynı zamanda Kemalistleri ve özellikle Mustafa Kemal’i hedef alan bir ithamnamedir.
Hiçbir yeni değerlendirme unsurunu getirmediği gibi, İstanbul’un Bolşeviklere teslimi için muvafakatini koparmak üzere Sâbık Sultan nezdinde yapıldığı iddia olunan teşebbüs dışında, hiçbir yeni ayrıntıyı da içermemektedir. Vahdettin kaçışını Peygamber’in bir öğretisine uygun olarak yaptığını ifade etmekle beraber, kendini korumak ve hayatını, kanun ve adalet tanımayan kimselerin ellerinde muhakkak bir tehlikeye maruz bırakmak istemediğini de itiraf etmektedir.
Henüz kimse tarafından bilinmeyen bu beyannamenin Arapça bir nüshasını Yüzbaşı Depui, Cidde’nin tanınmış ayânından birinin yakın ilgi ve yardımıyla elde etmiştir.. Bunun bir kopyasını çıkarttım. Yine aynı şahıs tarafından sağlanan bilgilerden, bu bildirinin yazarı değilse de ilhamkârı olan Hicaz kralının, bugünkü ortam içinde Mustafa Kemal Hükümetini hoşnut etmeyecek böyle bir belgenin Mekke’den çıkarılıp dağıtılması hususunda tereddüt ettiğini, zira adı geçen kralın son zamanlarda Yeni Türkiye’den, Arap ülkelerinin tam bağımsızlığını tanıdığı ve kendisini de bu ülkelerin en büyük önderi addettiği konusunda güvence aldığını, öğrenmiş bulunuyoruz.
İmza: Léon Krajewski
Birkaç günden beri gelen telgraflar, Sâkıt Sultan’ın İslam âlemine bir mesaj ile hitap edeceğini, bu mesajı Hindistan’a ve diğer islâm ülkelerine göndereceği haberini vermektedir. Bu mesajın elimize geçen Türkçe suretinin sözcüğü sözcüğüne çevirisi aşağıdadır. [Bu metnin Arapça çevirisinden Fransızcaya çevrilmiş halini yeniden Türkçeye çevirmek yerine, rahmetli Refik Halid Karay’ın evrakı arasında bulunan Türkçe aslının çevrimyazısını sunuyoruz. Ayrıca, bu sayımızdaki Refik Halid’in anılarına bakınız.]
Sâkıt Sultan Vahideddin’in İslam Alemine Beyannamesi
Şevketlü Sultan Muhammed Vahideddin Efendimiz Hazretlerinin Beyanname-i Hümayunlarıdır
Bismillahirrahmanirrahim
Bidayet-i iştialinde (tutuşmasının başlangıcında) devletimizin iştirakine katiyyen rıza göstermediğim ve bütün müddet-i devamınca elimde bulunan bilcümle vesaitle tahribat ve mazarratını tahdide çalıştığım harb-i umuminin avakıb-ı vahimesi (korkutucu sonuçları) tamamıyla kendini göstermeye başladığı bir zamanda biraderimin vefat-ı müessifi vukua gelerek Kanun-u Esasî-i Osmanî’nin bahşettiği hakka istinaden ve Ehl-i hâl ve akd’in[27] (bağlayıp çözenlerin, yani devlet ileri gelenlerinin) bîat-ı umûmiyesi ile (genel onayıyla) makam-ı hilâfet ve saltanata câlis olmuştum (tahta çıkmıştım). O günler göz önüne getirilirse, makam-ı hükümdarîyi kabul eylediğim zaman beni karşılayan müşkilâtın derece-i ehemmiyet ve azameti takdir olunur. Bilâhare cephelerimizin birbirini müteakip sukut etmesiyle sabit olduğu üzere hiçbir ümid-i galebeye makrun (yaklaşmış) olmayan harb-i hâilin temadisi (korkunç savaşın sürüp gitmesi) ve usul-ü meşrutiyeti ilan ve tatbik ettirmek nikâbı (örtüsü) altında 324-1908’den beri re’s-i idâremize yerleşmiş bulunan İttihat ve Terakki erkânından müfrit ve müteneffiz (aşırı ve ileri gelen) kısmının harpten bil-istifade dahil-i memlekette revac verdiği yağma, ihtikâr ve anlaşılmayan maksatlarla bir bir ika’ettikleri gûnagûn (renk renk = türlü türlü) yangınlar sebebiyle payitahttan müntehay-ı hududa (sınırın sonuna) kadar memleketin her noktasında milletin varlığı erimekle ve üsare-i hayatiyyesi hevlengiz (cansuyu korkunç) bir surette heder olup gitmekte idi. Bu fecâi karşısında tevcih-i mesâi edilecek hedef ve gaye bittabi sulh ve müsalemetin (barışıklığın) iadesinden başka bir şey olamazdı. Bu maksadın temini için de hiçbir terahitevciz edilmemiş (gecikmeye izin verilmemiş) ve mümkün olan her çareye tevessül olunmuştur. Fakat, harbin devamından müteneffi olmakla (yararlanmakla) beraber, memleketimizde daima daire-i hukuk ve selâhiyetini tecavüze alışmış olan o zamanın hükûmeti ile yine o hükûmeti-i mütehakkimenin (diktatör yönetimin) etrafında tesis eylediği şebeke-i ihanet, mesâimin semeredâr olmasına hail (engel) olarak münferiden müzakerat-ı sulhiyyeye girişmekle elde edilecek menâfi (çıkarlar) ve şerait-i müsaideye (uygun koşullara) ve muhterem milletin hun-u mazlumunu (günahsız kanını) bilâsebep heder olmaktan vikâyeye imkân-ı vusul (korumayı sağlama olanağı) bırakmadı ve harp bütün dehşet-i tahripkâranesiyle meş’um (Mondros) mütarekenamesini imlâ mecburiyeti hasıl oluncaya kadar devam eyledi. Bu mütarekenin akdine memur murahhasların, elyevm Ankara’daki heyet-i vekile reisi Rauf Beyin taht-ı riyasetinde ve o zaman memleketin en mühim kuvve-i askeriyesinin de şimdiki Ankara meclisi reisi Mustafa Kemal’in kumandası altında bulunduğu herkesin hatır-nişanıdır.
Asayiş meselesi vesile ittihaz olunarak lüzum görülen herhangi bir mahallin işgali hak ve selâhiyetini düvel-i itilâfiyyeye bahşeden madde-i mahsusasıyla Adana, Musul, Antalya, İstanbul, İzmir işgalleri gibi sonraki bütün felâketIerin menşe ve masdarı (kaynak ve dayanağı) bulunan mezkûr mütarekenamenin akd ü imzası mağlubiyet ve mecburiyet ilcasıyla (zorlamasıyla) vuku bulmuş olduğu halde bilâhare İzmir işgali dolayısıyla beni ithama cüret edenlerin nokta-i nazarına göre, mezkûr işgallere istinatgâh olan Mondros Mütarekenamesini akde bilfiil iştirak eden Rauf, Fethi ve vaziyet-i askeriyyesi ile devlet-i böyle bir mecburiyet-i elimeye düşürmekte cidden zi-medhal (katkısı) bulunan Mustafa Kemal gibi bugünkü rüesayı aliyyenin (yüce başların) mes’ul ve müttehem olması lâzım gelir. Zira gerek bu mütarekenin imzasında ve gerek ondan sonraki bütün mesailde (sorunlarda) Kanun-i Esasî mucibince mes’uliyetten müstesna (sorumsuz) olan makam-ı hükümdarî için hükûmet-i mes’ulenin maruzatını tasdik lüzumu gibi gayr-i kabil-i itiraz bir sebep bulunduğu halde, ne kendi imlâ ve imza ettiği mütarekenin tatbiki demek olan felaketlere karşı bilâhare muhalefette önayak olmak küstahlığını gösteren Rauf Bey için, ne de devletin belli başlı kuvâ-yı mevcudesinin kısm-ı küllîsini esir vererek zilletle (Toros) eteklerine iltica etmesi yüzünden mütareke akdini gayr-i kabil-i ictinab (kaçınılmaz) bir hale getiren Mustafa Kemal için şayan-ı kabul hiçbir mazeret mevcut değildir.[28] İşte taht-ı Osmanîye cülûsumdan sonra ilk mühim hatve-i siyasiyyeyi (siyasal adımı) teşkil eyleyen mütarekeye kadar cereyan eden hadisat karşısında benim vaziyetim budur.
Mütarekeden sonra ittihaz ettiğim meslek ise geri alınması mümkün olmayacak bir hatve atmaktan ihtiraz ile beraber bir taraftan dahilde makul ve mutedil ıslahat ve icraata germî (sıcaklık = hız) vermek, bir taraftan da hariçte teşebbüsat-ı siyasiyyeye devam eylemek suretiyle aleyhimizdeki gayz-ı umumiyyenin (genel kızgınlığın) bertaraf olunacağı müsait zamanlara intizar edebilmek (bekleyebilmek) için vakit kazanmaktan ibaret idi. İzmir işgali hadisesinin karşısında ittihaz ve takip ettiğim meslek ve gaye de bundan başka bir şey değildi. Çünkü Yunan askeri tarafından derhal icra olunacağı bildirilen bu işgal,[29] düvel-i selâse-i muazzamanın kat’i ve nagehanî (üç büyük devletin kesin ve âni) kararına istinad etmekte olduğu gibi vak’anın bize tebliği de doğrudan doğruya düvel-i selâse-i müşarünileyha (anılan) tarafından vuku bulduğu cihetle düvel-i muazzama meselesi şeklinde tecelli etmiş idi. Hadisenin Yunan meselesi haline tahavvülü Yunanistan’daki vaziyet-i siyasiyyenin tebeddülü ile düvel-i muazzama-i müşarünileyhanın ittifakına haleldârî olduktan (girdikten) sonra husule geldi. Ondan evvel bu mesele, büyük ve galip devletlerce müttefikan ittihaz olunmuş bir karar-ı kat’inin tebliği mahiyetinde bulunduğu cihetle hakkımızdaki gayz-i umumiyyenin zevaline intizaren teşebbüsat-ı siyasiyye ile iktifa mesleğini tercih ettirmekte olduğu gibi, işgalin muvakkat mahiyeti haiz olması da meslek-i mezkûru müeyyed (anılan yolu doğrular) görünüyordu. Mesele Yunan meselesi halini aldıktan sonra harpte mağlup olmamak şartıyla mukavemete ben de taraftar idim ve nitekim bu his ile kuva-yı milliyyeye[30] mütemayil bir takım kabineleri de mevki-i iktidara getirdim. Şu kadar var ki, o devrelerde Mustafa Kemal devlet-i metbuasına (tâbi olduğu devlete) itaat dairesinden huruc etmiş (çıkmış = başkaldırmış) ve Anadolu’da birçok aksakallı müftilere varıncaya kadar asıp kesmek gibi mezalimiyle vazife-i milliyye hududunu tecavüz ederek milletin başına tahammül olunmaz bir belâ kesilmiş idi.
Tıpkı İzmir hadisesi gibi, “Sevr” muahedesine ait teklif-i düvelî de Yunanistan’da vaziyeti siyasiyyenin tebeddülünden ve devletlerin aleyhimizdeki ittifak-ı şedidine haleldârî olmadan mukaddem olarak (önce), hiçbir noktasında tadil teklifine müsaade edilmeyerek yirmi dört saat zarfında tamamen kabul veya reddine mütedair tazyikat ve tehdidatı ihtiva ettiği cihetle, gayet nazik ve tehlikeli bir şekilde vuku bulmuş idi. Bununla beraber ben “Sevr” muahedesini kesb-i katiyyet etmiş addolunacak surette tasdik etmedim. Meselenin kat’iyet kesbetmesi, Meclis-i Meb’usanın kabulünden sonraki tasdikime mütevakkıf (bağlı) olduğunu ve hak ve adaletle te’lif olunamayacak surette gayr-i tabiî olan böyle bir muahedenin devam ve tekerrür edemeyeceğini (yerleşemeyeceğini) bildiğimden, hakkımızın anlaşılmasına müsait zamanın hululüne kadar vakit kazanmak tarikinde (yolunda) devam ile, muahedenin hükûmetçe kabulüne taraftar göründüm.
Mondros mütarekesi, İzmir hadisesi, “Sevr” muahedesi gibi müstesna bir nokta-i nazarla telâkki ettiğim vekâyiden sonra gelen mesailde, daima icabat-ı meşrutiyete tevfik-i hareket eyledim (meşrutiyet gereklerine uygun davrandım) ve bu sebeple, muhtelif kabinelerin muhtelif ve belki mütehalif (çelişen) içtihatlarına riayet ettim. Mustafa Kemal’i Anadolu’ya gönderen ve bilâhare devlet-i metbuasını tanımadığı cihetle tenkili (bastırılması) için kuvve-yi askeriyye sevkine lüzum gösteren kabinelere mümaşaatımda (uymamda) hükûmet-i mes’ule ile makam-ı hükümdarînin münasebet-i mütekabilesine (karşılıklı ilişkisine) ait icabat-ı meşrutiyetten ayrılmamak arzusu ve bazı esbab-ı zaruriyye-i siyasiyye âmil olmuştur. Bundan maada gerek kabine tebeddülâtında, gerek icraat-ı sairede nâzım-ı harekâtım, efkâr-ı hissiyar-ı şahsiyyemden ziyade daima efkâr-ı umumiyye veyahut gayr-i kabil-i mukavemet diğer müessirat olmuştur. Bunun en bariz delili; son Tevfik Paşa kabinesini, sırf aleyhinde efkâr-ı umumiyye tezahüratı meşhut olmadığı (gözlemlenmediği) için, şahsım ve makamım hakkında su-i niyetleri zâhir olan (görünen) Kemalcilerin, İstanbul’da tesis-i nüfuz etmelerine müsait bulunmasına rağmen, iki seneyi mütecaviz mevki-i iktidarda tutmaklığımda görülebilir.
Ankara ile İstanbul arasındaki ikiliğin izalesi emrinde bu gibi fedakârlıklardan geri durmamakla beraber, hilafetin saltanattan[31] tefriki veya tahtın İstanbul’dan Anadolu’ya nakli hakkındaki karar ve tasavvurlarına muvafakat eylemek elimden gelmemiştir. Bunlardan birincisi, ulema-yı İslamın malumu olduğu vechile şer’-i şerife (kutsal şeriate) katiyyen mugayir (aykırı) ve müekkilim bulunan[32] Fahr ül-Mürselin[33] efendimiz hazretlerinin hukukundan feragati mutazammın olmakla (içermekle) benim için selâhiyet ve imkân haricinde bir şey olduğu gibi, İstanbulun manen Ruslara teslimi ile Bolşeviklere cemile ibrazı (yararma)[34] mahiyetinde bulunan ikinci tasavvurları da, hilâfeti İstanbul gibi siyasî ve tarihî bir istinatgâhtan mahrum eylemek demek olduğu cihetle katiyyen gayr-i kabil-i kabul idi. Bu gibi müfrit ve mecnunane arzularını tebaiyyet etmediğim (uymadığım) için bana hıyanet-i vataniyye izafe ve isnat edenlerle birlikte, her akıl ve iz’an sahibinin bilmesi lazım gelir ki dünyanın en büyük cah ü mansıbı (orunu) olan hilâfet ve saltanat makamını fiilen ve bi’l-irs ve’listihkak (babadan kalarak ve lâyığı olarak) haiz bir hükümdarı, hıyanet-i vataniyye gibi bir cürm-ü şenîe (kötü suça) sevk edecek hiçbir emel ve ihtiras mevcut değildir. Ben o makamların ve simâ-i hilâfet makamının şeref ve haysiyetini muhafaza için muvakkaten tahtımdan, vatanımdan ve huzur ve rahatımdan cüda (ayrı) düşmeyi bile göze aldırdım. Bu müfarekatim (ayrılığım) bilhassa harb-i umumîden sonra kendi ef’alinin (edimlerinin) hesabını vermek mevkiinde bulunanlara karşı ef’alimin hesabını vermekten korkmak kabilinden olmayıp, belki hiçbir kanuna tâbi olmayan insanlar elinde müdafaa ve hakk-ı kelâmdan memnu bir halde hayatımı göz göre tehlikeye teslim etmek gibi emr-i ilahînin ve akl-ı selimin kabul etmeyeceği bir şeyden ictinab eylemek (kaçınmak) ve hem de “Elfiraru mimma la-yutak min sünenil mürselîn” [35] [dayanma takatını aşandan kaçmak, peygamberlerin sünnetindendir.] fehva-yı şerifi (kutsal kavramı) üzere müekkil-î zi-şanımın (vekili olduğum şanlı zatın) hicret-i nebeviyyelerine ait olan sünnet-i seniyyeye itba’etmekten (uymaktan) ibarettir.
Müdafaa-i vatan gibi müstahsen gayelerle hiç münasebeti olmadığı halde Ankara meclisinin ittihaz ettiği mukarrerat-ı âhire (aldığı son kararlar) üzerine, muarızlarımla aramızda tahaddüs eden (ortaya çıkan) ve memleketimiz için hasıl olan vaziyel-i ahireyi telhis ederek (özetleyerek) derim ki:
Ceddim Osman Gazi’den Selim-i Evvel’e kadar Devlet-i Osmaniyye namıyla Türk Saltanatı var idi, Selim-i Evvel’den sonra ise bu saltanat hilâfetin inzimamıyla (eklenmesiyle)[36] Saltanat-ı Muhammediyye haline geçmişti.[37]
Şimdi bana bi-gayr-ı hakkın ihanet-i vataniyye isnat edenler, hilâfeti hukuk ve nüfuzundan tecrid ve tatil ederek bu Saltanat-ı Muhammediyye’yi yıkmışlar ve yalnız vatanlarına değil, bütün âlem-i İslâma ihanet etmişlerdir. Ben, devleti tehlikeden vikaye için, bilhassa harb-i umumîye iştirakimizdeki ifratların acısını tattıktan sonra, siyaset-i hariciyyede muarrızlarımın tâbiri vechile korkarak, yani itidal ve ihtiyat ile hareket ettim; daha doğrusu, vakit kazanmak için, icab eder ise kendimi feda etmeye karar verdim. Bu mutedil ve ihtiyatlı meslek karşısında, muarızlarımın müfrit ve herçibâd- abâd mesleği (aşırı ve her şeyi göze alır yolu) müntec-i isabet ve muvaffakiyet olur (doğruluk ve başarıyla sonuçlanır) ise, şahsen ben kaybedecektim, fakat devlet kazanacaktı; halbuki onlar devlete Saltanat-ı İslamiyyesini kaybettirdiler.
Eğer benim bir hatam var ise, din ve devletin bu derece tahrib ve tagbirine (yıkılmasına ve gücendirilmesine) (bazı müstesna şahsiyetlerden maada) bütün vükelâ ve ulemâ ve ukalâ ve ricâl-i memleket tarafından ses çıkarılmayacağına ve bazı hasis menfaatler mukabilinde[38] gizli ve aşikâr suretlerle yardım edileceğine ihtimal vermemekliğimdedir. Ben, devletin hayat ve mematıyla herkesten ziyade alâkadar olan münevveran-ı milletimin, vazife-i vataniyye ve vicdaniyyelerini bu derece suiistimal etmeyecekleri hakkındaki hüsn-i zannıma ait olan hatamı itiraf ediyorum.
Netice-i kelâm olarak şurasını beyan ederim ki, hilâfet meselesinin halli, dini, kavmiyeti, vatanı meşkuk ve mahlût (kuşkulu ve karışık), askerîden ve sünuf-u saireden (diğer sınıflardan) mürekkep bir şirzime-i kalile (küçük bir azınlık) ile, kısmen mükreh ve mücber (korkutulmuş ve zorlanmış) ve kısmen ahvalin ledünniyatından (iç yüzünden) bî-haber olarak mugfel halinde (kandırılmış) bulunan beş altı milyonluk masum Türk kavminin selâhiyeti dahilinde olmayıp, bu; üçyüz milyonluk âlem-i İslâmın tamamına taallûk edecek bir mesele-i azimedir. Binaenaleyh şimdi ben, hilâfet hakkında Ankara’da ve İstanbul’da verilen fuzulî ve cebrî hükmü[39] kat’iyyen kabul etmeyerek ve hakkımda reva görülen müfteriyatı (iftiraları), isnad edenlere kemal-i nefretle red ve iade ederek, memleketin ve bilâ-tefrik-i cins ve mezheb bütün ahalinin saadet ve refahından başka bir emeli olmayan, ve adl ü itidalin hâkim olmasını isteyen müsterih bir kalp ve vicdan ve hak ve hakikatin mağlûp edilemeyeceğine dair kavi bir iman ile sevgili vatanıma avdet edinceye kadar hak-i ıtr-nâkinin ezelden müştakı (güzel kokulu toprağının öteden beri özleyeni) olduğum haremeyn-i şerifeynde ve şimdilik civar beytüllahta imrar-ı evkat ediyorum (vakit geçiriyorum).
Beni “beldetüllah”a[40] isal eden şu macereti[41] mucib ül-mefharet (övünülesi) ile, hilafetin saltanattan tecridi teklifine karşı sebat ve mücahedem, nasibe-i hestîmi ve dehr-i ahiretimi teşkil edecektir.
Misafir olduğum bülâd-ı mukaddese-i Arabiyyenin hükümdar-ı âlî-tebarı (yüce soylu) ile ahali-i necîbesi (temiz soylu halkı) taraflarından gerek benim hakkımda ve gerek vatan-cüda diğer hemşehrilerim hakkında gösterilen âsâr-ı mihman-nevaziyi (konukseverlikleri) şükür ve mahmidetle (övgüyle) yad ettiğim gibi, haiz oldukları asalet-i mümtaza ve mutahharaya muvafık (seçkin ve temiz soyluluğa uygun) bir suretle hareket eden müşarünileyh cehâlet ül-mülk hazretleriyle aile-i muhteremeleri erkânının teâli-i şan ü şereflerini ve bu sayede bülâd-ı mukaddese-i Arabiyyenin ve sekene-i necibesinin tarihe ziynet veren mazileriyle lâyık oldukları inkişaf-ı mes’uda mazhar olmalarını da cidden temenni ederim.
İstanbul’dan müfarekatimden sonra bu ilk beyanımdır.
Vesselamu ala men itteba’l-Hüda
[Allaha uyanlara (doğru yoldan gidenlere) selâm olsun.]
Muhammed Vahideddin bin es-Sultan
Abdülmecid Han
Birkaç gün sonra, 15 Mart tarihinde Krajewski, Vahdettin’in Mekke’ye döndüğünü, hâdiselerin gelişmesini beklemek üzere İngiliz makamlarınca yapılan davete icabeten Arabistan’ı terk ederek Malta’ya gitmeye hazırlandığını bildirmektedir. Konsolos bu gidişi, Kral Hüseyin ve oğlu Ali’nin el altından kendilerine karşı ingilizlerce desteklendiğine inandıkları İbni Saud ile muhasematın yeniden başlaması ihtimaline bağlıyordu.[42]
24 Mart tarihinde Krajewski, Sâbık Sultan’ın Mekke’den bir hafta sonra hareket edeceğini bildiriyordu,[43] ancak bu hareket pek de anlaşılmayan sebeplerden ötürü müteaddid defalar ertelenmiştir. Bu sıralarda Vahdettin’in hastalık nedeniyle on beş gün süreyle yatağından ayrılamaz duruma düşmüş olması muhtemeldir.[44]
30 Mart tarihli mektubunda konsolos, Türkiye ile ilişkileri düzelmeye başlayan İngiltere’nin, Vahdettin’i yolculuktan alıkoyması için Hüseyin üzerinde baskı yapmış olabileceği kuşkusunu dile getirmektedir. İkinci bir ihtimal de, İbni Saud tehlikesi karşısında zor duruma düşmüş bulunan Hicaz kralının, İslâm dünyasından hacıların kutsal yerleri ziyarete hazırlandıkları sırada, Vahdettin’in bu tehlike sebebiyle ayrıldığının bilinmesini istememiş olmasıdır.
“Cereyan eden olaylara genellikle ilgisiz kalan Hicaz kamuoyu bir muamma haline gelen Vahdettin’in ayrılması meselesine büyük ilgi duymaktadır. Mekke’de yayınlanan resmi ‘Kıble’ [45] gazetesinde Sâbık Sultandan bahsedilirken eskiden olduğu gibi dalkavukça, şatafatlı unvanlara artık yer verilmediğini gören kamuoyu, biraz da sevinerek Haşimî kralının zor durumda kaldığı sonucunu çıkarmaktadır. Hicaz kralına üzecek her şey teb’ası tarafından sevinçle karşılanmaktadır.” [46]
Konsolosun 13 Nisan tarihli mektubu kuşkuları teyid eder görünmektedir. Bu mektupta, İngiltere’nin isteği üzerine Vahdettin’in alıkonmuş olmasa bile, maddeten gidebilme imkansızlığı içinde bırakıldığına işaret edilmektedir. “Bunun yanı sıra, Sultanın Hicaz kralından birçok şikayeti olmuştur. Hüseyin’in harçlık olarak kendisine ve maiyetine günde 40 franktan fazla tahsis etmediği ve yakında açıklanan bildiri metninin Hicaz basınında yayınlanmasına ısrarla engel olduğu dolaşan şayialar arasındadır” denilmektedir.[47]
Nihayet VI. Mehmed, 18 Nisan tarihinde, kendisini uğurlamak arzusunu izhar eden Hüseyin’le beraber Cidde’ye gelir. Sürgün Sultanın gideceği yer meçhuldü. Krajewski, yolculuğun, İngiltere’nin muvafakatiyle Hayfa’ya veya başka bir İslâm ülkesine yapılacağını sanıyordu.[48] Halbuki İngiltere Hükümeti, himayesi altındaki kişiden umduğunu bulamamanın hayal kırıklığına uğramıştı, onunla daha fazla işbirliği yaparak başına dert açmaya pek niyetli görünmüyordu. 19 Nisan tarihli mektubunda Krajewski, maiyetindeki birçok kişinin ölümünden dolayı çok üzülen Sultanın Hicaz’ı terk etmekte acele ettiğini yazıyordu. Üstelik Hicaz Kralı Hüseyin’in, kendisinin lehine Hilâfetten feragat etmeyi inatla reddetmesi Sultandan çıkar uman koruyucularının ani hoşnutsuzluğuna yol açmıştır.
Birkaç gün sonra, İngiltere Hükümeti, müstemlekelerinden hiçbirinde kendisini kabul etmek istemediğini bildirmiştir.[49] Sultanla aralarındaki ilişki kesinlikle ve apaçık bir şekilde kopmuştu. Türkiye ve İslam alemi tarafından reddedilen Sâbık Sultan, artık büyük devletlerin tahtasında bir piyon dahi değildi. Vahdettin İsviçre’ye çekilmek istediğini bildirerek 2 Mayıs tarihinde bir ticaret gemisiyle Cidde’yi terk etmiştir.[50]
Yolculuk esnasında fikir değiştiren Vahdettin İsviçre’de yerine İtalyan Rivyerası’na gider.[51] Mayıs ortasında San Remo’ya gelir ve orada vefatına kadar üç yıl kalır. Burada, herkesten uzak kapalı bir hayat yaşar ve hemen hemen hiçbir siyasal faaliyette bulunmaz.[52]
Ancak iki vesileyle kendini Halife Sultan telâkki etmeye devam ettiğini belirtir.
Birincisinde, yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin yakın gelecekte Hilâfeti ilga edeceğine dair birbirini teyid eden şayialar üzerine, Vahdettin, basına verdiği beyanatta, değişmez görüşünü bir kez daha yineler.[53]
İkincisinde ise tutumunu daha resmî yollarla ortaya koyar. 13 Mart 1924 tarihinde Hilâfetin lağvı ve Osmanlı hanedan ailesinin Türkiye dışına çıkarılmasından on gün sonra[54] Vahdettin, Fransa cumhurbaşkanına bu durumu protesto eden, el yazısıyla kaleme alınmış bir mektup yollar. Mektubun tam metni aşağıdadır: [55]
Ekselans Mösyö Millerand
Fransa Cumhurbaşkanı, ParisSayın Cumhurbaşkanı,
Dünyada cereyan eden olayların gerçek anlamı ve kapsamı hakkında bilgi sahibi olan Ekselansınız, Başkentimi geçici olarak terk etmeme yol açan âmilleri ve nedenleri herhalde bilmektedirler.
Bu ayrılış, altı asırdan beri sülâlemizin uhdesinde bulunan ve atalarımın tahtının mirasçısı sıfatıyla kutsal bir hak olarak bana intikal eden Hilâfet ve Saltanattan feragat etmemi hiçbir zaman tazammun etmez. Asi teb’amdan teşekkül eden Ankara Meclisi’nin aldığı kararların hükümsüz olduğu ve etkisiz kalmaya mahkûm olduğu apaçık ortadadır. Bunlardan, Hilâfetle Saltanatı birbirinden ayırıp Hilâfeti ilga eden karar, yalnızca altı milyon Müslümandan oluşan Türk halkının yetkilerini aşmaktadır; kaldı ki, halen Türk halkı cebir ve şiddet yoluyla kendisini alet eden ve masumiyetiyle temiz kalpliliğinden yararlanarak onu aldatan, çoğunluğunun kökeni ve inançları belirsiz, etkili bir azınlığın yönetimi ve güdümü altında bulunmaktadır.[56] Hilâfet ve Saltanat sorunu, dünya çapında sorunlar olup 300 milyon Müslümanı çok yakından ilgilendiren ve ancak dünya Müslümanlannın ezici çoğunluğunun iradesi ve en yüksek fetva makamlarının kararlariyle çözüme kavuşturulabilecek sorunlardır.
Şeriatin ahkâmına aykırı olan kararların hükümsüz ve keenlemyekün kalmaya mahkûm olduğu keyfiyeti, şer’i hukukçuların nezdinde yerleşmiş bir görüştür. Öte yandan, şimdiki olaylardan tahmin edilebileceği üzere, böylesi kararlar Müslümanlar arasında büyük huzursuzluk ve infial yaratabilecek nitelikte olduğundan, dünyadaki durum üzerinde de vahim tepkilere yol açabilir.
Sadık teb’aları arasında sayısız Müslümanların bulunduğu Fransa Cumhuriyeti’nin en yüksek sorumlu şahsiyeti olan Ekselanslarına bu açıklamayı yapmayı, faydadan hali bulmadım.
Öte yandan Ankara Meclisi, Hanedan ailemize ait bütün malları müsadere etmiş ve fertlerini sürgüne göndermiştir. Bu keyfi kararlar onları en doğal ve kutsal haklarından yoksun bırakmaktadır. Bu güç durum karşısında Ekselansınızca veya Fransa Cumhuriyeti Hükümetince imkan nispetinde kendilerine gösterilecek himaye ve yapılacak yardım, kuşkusuz büyük bir destek teşkil edecektir.
Bu vesileyle Ekselansınıza ve Ailenize sağlıklar dilerim.
İmza
Mehemmed Vahideddin
Osmanlı imparatoru
Oldukça can sıkıcı bu mektup, Cumhurbaşkanlığı makamınca Fransız Hariciyesi’ne iletilir. Kuşkucu Dışişleri Bakanı Poincaré, bu mektupların birer kopyasını çıkartarak İngiltere ve İtalya’daki Fransız sefirlerine gönderir ve telgrafla, kendilerinden, benzeri mektupların, sürgün Sultan tarafından Kral Beşinci George ile Kral Üçüncü Victor-Emmanuel’e gönderilip gönderilmediğini öğrenmeleri görevini verir.[57]
Gerçekten benzeri bir mektubun Londra’ya gönderildiğini ve tahmin edildiği gibi bu teşebbüsün sonuçsuz kaldığı anlaşılır.[58]
Bunu örnek alarak kaygılarından sıyrılan Cumhurbaşkanlık Genel Sekreterliği, müsveddesi arşivde korunan şu kaçamak protokoler cevabı, gönderir: [59]
Haşmetmeab
13 Mart tarihli mektuplarında Majesteleri, Başkentlerinden muvakkaten ayrıldıklarını, bu geçici ayrılışlarının hiçbir zaman Hilâfet ve Saltanat makamından feragat anlamına asla gelmeyeceğini bana lütfen bildirmişlerdir. Saltanat ve Hilâfetin birbirinden ayrılması ve Hilâfetin lağvıyla ilgili Ankara Büyük Millet Meclisi kararlarının Kuran’ın âmir hükümlerine aykırı düştüğü ve bu Meclisin yetkilerini aştığı, ayrıca belirtilmiştir.
Ailenizin efradının mallarının müsaderesi ve bunların yurtdışına çıkarılmalarıyla ilgili mezkûr Meclisce alınan kararlardan bahseden Majesteleriniz, ailenizin güç durumda olduğunu, Fransa Cumhuriyeti Hükümetince imkân nispetinde bunlara gösterilecek himaye ve yapılacak yardımın bunlar için gerçekten büyük bir destek olacağını, belirtmişlerdir.
İletilen bu habere muttali olduğumu bildirirken, evvelâ Majestelerinin uğradığı haksız felâketler vesilesiyle en derin sempati duygularımı ifade etmekten şeref duyarım.
Hilâfet ve Saltanat konularında Fransa Hükümeti’nin müdahale edecek durumda olmadığından dolayı, büyük bir üzüntü duyduğuma emin olmanızı isterim. Saltanat konusunda Fransa, başka ülkelerin içişlerine müdahale etmemeyi bir kural olarak kabul etmiştir. Hilafet meselesinde ise bütün dinlere saygılı olan Fransa bu konunun münhasıran Müslümanların vicdanî kanaatlerine ait bir iş olduğuna daima inanmıştır. Fransa her yerde ve her zaman Müslüman vatandaşlarını kendi dini ihtiyaçlarıyla ilgili kararlarda daima serbest bırakmış ve onları etkilemekten sakınmıştır.
Zaten Fransa gibi Müslüman-olmayan bir ülkenin bu konuda müdahalesi, müdafaa edilmek istenen davayı tehlikeye sokabilir.
Şahsımın ve Bayan Millerand’ın sağlığıyla ilgili iyi dileklerinden dolayı, Majestelerine teşekkürlerimi bildirir, şahsınız ve aileniz için en halisane temennilerimin kabulünü rica ederim.
Bu tarihten sonra, Fransız diplomatik arşivlerinde VI. Mehmed’e dair herhangi bir haber yer almamıştır. Sadece ölümünden sonra, ailesiyle Abdülmecit ailesi arasında 15 Mayıs 1926’da yapılan geçici anlaşma dolayısıyla ve son arzularına uygun olarak, naaşı Şam’a nakledildiğinde adından söz edilmiştir.[60]
Kaynakça:
[1] Necip Fazıl Kısakürek, “Vatan haini değil, büyük vatan dostu Sultan Vahidüddin” (İstanbul: Büyük Doğu Yay., 1975), 2. bas. Bu kitap, kaynak göstermeyen, sağlıklı bir kronolojiden hemen hemen yoksun bulunan, taraf tutan (engage), savunduğu teze aykırı her şeyi bile bile bir kenara iten bir eserdir. Böyle olmakla birlikte, burada bu eserden bahsetmeyi uygun gördük. Son padişahın hâlâ tek tük taraftarlarının bulunduğunu, alıntılarımızın Kısakürek’in kitabının ikinci baskısından yapıldığını vurgulamak isteriz. İncelememizde, bu esere bazen tekrar başvuracağız.
[2] Salâhi R.Sonyel, “Son Osmanlı Padişahı Vahdettin ve İngilizler,” Belleten, XXXIX/154 (Ankara, 1975), s.257-64, dört fotokopi.
[Bu makalenin özünü şu cümle anlatıyor:“İngiltere’nin Istanbul’daki diplomatik temsilcisi [Yüksek Komiseri!] Sir Horace Rumbold’un İngiliz Dışişleri Bakanı Lord Curzon’a 7 Mart 1922 tarihinde gönderdiği 232 sayılı gizli bir yazıdan anlaşıldığına göre, Vahdettin, [Yunan propagandasına karşı Türk tezini Avrupa’ya tanıtmak amacıyla Ankara’dan gönderilen, Dışişleri Bakanı] Yusuf Kemal [Tengirşenk] kurulu üyelerinden özel kâtip Kemal Beyin, kayınpederinin evinde bulunan valizini, kâtibin iki günlük gaygubetinden yararlanarak ajanlarına açtırmış, içindeki altı gizli belgenin fotokopilerini çektirerek, belgelerin gene valize yerleştirilmelerini buyurmuş; fotokopileri 6 Mart 1922 günü emektar bir mabeyncisiyle, İngiltere Yüksek Komiserliği baştercümanına göndermişti.” (s.260)
Yazar, incelemesinin sonunda, “Vahdettin bunları gerçekten çaldırarak, Türkiye’yi işgalinde bulunduran bir ulusun diplomatik temsilcisine göndermişse, ulusal akıma ve yurdu kurtarma çabalarına hıyanet etmiştir” (s.264) yargısına varıyor.]
[3] Serie E, Levant, Turquie, 1918-1929. Burada, yalnızca cilt numaralarıyla atıf yapılacaktır. 27 (Osmanlı sarayı, Hanedan sorunları, 1919-1926), 87 (İçişleri), 97 (İç politika, Ağustos 1921-Ekim 1922), 108-109 (Din işleri, genel dosya, 1918-1919 ve 1920-1929), 110 (Din işleri, Hilafet, Ocak 1922-15 Mart 1924), 571 (Hilafet, Temmuz 1920-Haziran 1926).
[4] Abdülmecid’in oğlu ve kardeşleri V.Murad, II. Abdülhamid ve V.Mehmed Reşad’ın en küçüğü olan Vahdettin, 2 Şubat 1861 tarihinde doğmuştur. Amcazadesi, Abdülaziz’in oğlu Yusuf İzzettin Efendi’nin 1 Şubat 1916’da intiharı üzerine veliaht ilan edilmiş, V. Mehmed’in (Reşad) vefatı üzerine de 4 Temmuz 1918 tarihinde tahta çıkmıştır. Bu olaylar, Fransa’nın Osmanlı İmparatorluğuyla harp halinde olduğu sıralarda cereyan ettiğinden, Fransız Dışişleri Bakanlığı’nca pek tanınmayan bu yeni Sultan hakkında daha fazla bilgi için, sözkonusu bakanlık, İstanbul sefareti eski mütercimlerinden A.Ledoulx’un belleğine başvurmuştur. Bu zatın 6 Temmuz 1918 tarihinde bakanlık için kaleme aldığı notta (cilt 87, elyazması yaprak 107-109, daktiloya çekilmiş sureti, s.110-111), Vahdettin şöyle anlatılmaktadır: “… Uzun boylu, zayıf ve güçlü bir kişi. Kendisiyle son defa Haziran 1914’te görüştüğümde, 50 yaşında, tam sağlıklı bir insan görünümündeydi. Çok zeki, faal, çok muhteris, soğuk tabiat-içten pazarlıklı ve iradeli bir kişidir. Karakterini ve zihniyetini çok takdir eden (II) Abdülhamid’in şüpheli nazarla bakmadığı en gözde kardeşidir. Yeni padişahın eğitimine, ilk gençlik dönemindeki diğer Osmanlı hanedanı prensleri gibi, gerekli itina gösterilmemiştir. Az Fransızca bilir, fakat cereyan eden olayları daima ilgiyle izlemiştir. Abdülhamid’in düşüşünden sonra devamlı olarak şüphe içinde yaşayan Jöntürkler Vahdettin Efendi’ye karşı her zaman güvensizlik beslemişlerdir. Bunlardan biri, bana bir gün şöyle demişti: Vahdettin aynen Abdülhamid’in karakterini taşır. Bizde hiç güven uyandırmamıştır; ama bir gün hükümdar olursa vay halimize.”
Sefaret tercümanının notunun aynı günü, Fransa’nın Berne Büyükelçiliği tarafından VI. Mehmed’le ilgili mahrem bir yazı gönderilmiştir. Bunda, padişahın İsviçre’de oturan akrabalarından birinin sözleri şöyle nakledilmektedir:
“Vahdettin otoriter ve hilekâr tabiatı bakımından ikinci bir Abdülhamid olacaktır. Belki biraz daha zeki … ve hilekâr… daha inatçı… soğuk ve esnek.” (Aynı yazıdaki diğer bilgiler için yaprak 122’ye bakınız.)
[5] Cilt 97, yaprak 210-213, açık telgraf
[6] General Pellénin bu gözlemini lâyıkıyla değerlendirmek için, kronolojik sırayla bazı vak’aları hatırlatmak gerekir. Kurtuluş Savaşı’nda Mustafa Kemal hareketinin zaferini tescil eden Mudanya Mütarekesi, yukarıda belirtildiği gibi, 11 ilâ 14 Ekim 1922 ta-rihinde imzalanmıştır. Mustafa Kemal, Sadrazam Tevfik Paşa’ya, Büyük Millet Meclisi’nin Türkiye Devleti’nin yegâne ve mut-lak mümessili olduğunu bildirir. Barış Konferansı çalışmalarının Lozan’da başlayacağı ve Türkiye’nin temsil edilmesi sorununun olanca ağırlığıyla ortaya atıldığı bir sırada bu sözler, büyük bir önem taşır. Pellénin Padişahla görüşmesinden üç gün sonra 28 Ekim’de itilâf Devletleri Ankara ve İstanbul hükümetlerini konferansa birer delegasyon göndermeye çağırırlar. Ayın 29’unda, Ankara Hilâfetle Saltanatın birbirinden ayrılması kararını alır. Aynı gün, TBMM’ye sunulan bir önergeyle, 16 Mart 1920 tarihinden itibaren Saltanatın mevcut olmadığı ilân edilir. (Bu, Istanbul’un İtilâf Devletleri’nce “inzibatii bir tedbir olarak ve muvakkaten” işgal edildiğinin bildirildiği, VI. Mehmed’inse herkesi hayretler içinde bırakan edilgin bir suskunluk gösterdiği tarihtir.)
[7] Padişahın İngiliz Yüksek Komiseri’yle sonuçsuz kalan benzer bir konuşmasından sonra, General Pellé ile de aynı şekilde konuştuğu, büyük bir yanılgıya düşme tehlikesini göze almadan varsayılabilir.
[8] Ankara Hükümeti’nin düşüncelerine ve Sovyetlerle yakın ilişkilerine imâda bulunan VI. Mehmed, olayların bu cephesine son derece duyarlı bulunan muhatabına, bilerek ve maksatlı olarak bu sözleri yöneltiyordu. 26 Ekim 1922 tarihinde, yani iki gün önce, Pellé 19 Ekim günü TBMM’nin temsilcisi olarak şehre gelen Refet Paşa’nın İstanbul Üniversitesi’nde verdiği söylevden bazı parçaların çevirisini şu girizgâhla sunmuştu: “Bu belgenin Bolşevikler’den esinlendiğini de, Ankara hükümetinin siyasal kuramlarının içindeki ütopya payını da belirtmeye gerek yoktur.” Hem sert hem yumuşak olan bu tuhaf metnin gerçek anlamının açıklanmasının henüz yapılmadığını itiraf etmek zorundayız. (Cilt 97, yaprak 216-220.) Ancak Pellé, örneğin, Konya’da yayımlanan 26 Kasım 1922 tarihli Babalık gazetesinin şu başyazısının çevirisini okusaydı, Kemalistler hakkındaki kanaatinin dayanaksız olmadığını düşünebilirdi: “Bize itiraz meyanında, Hilâfetin dünyevi iktidarının lâğvıyla ilgili kararın bütün dünya Müslümanlarınca alınması gereken bir karar olduğunu ileri sürenler olursa, biz de cevap olarak, Türklerin İslam dünyasının sözcüleri olduğunu ve görüşlerini muzaffer kılmak için kendi güçleriyle Moskova’daki dostlarının güçlerine dayandıklarını söyleriz.” (Cilt 110, yaprak 67-88: Suriye ve Lübnan Yüksek Komiserliği İstihbarat Hizmetleri’nce hazırlanan bir rapora ek, 15 Aralık 1922, Beyrut.)
[9] Cilt 110, yaprak 4: Pellé’nin 17 Kasım 1922 günü saat 12:40’ta yolladığı şifreli telgrafta, “Sultan tahttan feragat etmediğini özellikle vurgulamıştı. Bununla birlikte, General Harington’a gönderdiği mektubu Sultan unvanını zikretmeden, Halife VI. Mehmed şeklinde imzalamıştır” denilmektedir. Yine aynı şifreli telgrafın 18 Kasım tarihli bölümünde, İngiltere Yüksek Komiserliğinin yayınladığı bildirinin metni verilmektedir: “Zat-hazret-i padişahinin, mevcut durumun neticesinde, hürriyetinin ve hayatının tehlikeye girmemesi için bütün Müslümanların Halifesi olarak Ingiltere’nin himayesini ve Istanbul’dan derhal ayrılmasının sağlanmasını talep ettiği resmen bildirilmiştir.”
[10] Cilt 10, yaprak 19-20. Pellé’nin 21 Kasım 1922 günü saat 15.40’ta çektiği şifreli telgraf:
“Sâbık Halife, Ankara’da Şeyhülislâm ‘ın yerine kaim olan Şer’iyye Vekilinin bir fetvasıyla azledilmiştir. Azil gerekçesi şunlardır:
1) Hiçbir mücbir zaruret yok iken, bütün Müslümanların mahvına sebep olabilecek düşmanın, ağır şartlarını kabul etmesi,
2) Düşmanla işbirliği ederek, davalarını savunmak için birleşmiş olan Müslümanların arasına nifak sokacak fiillere teşebbüs etmesi,
3) Yabancı himayesine sığınarak Hilâfet merkezini bırakıp kaçması.
Böyle hareket etmekle, Emirülmüminin, şer’i ahkâma göre hilâfetin haiz olduğu imtiyazlardan bilfiil feragat etmiş, böylece Müslümanların hak ve menfaatlerini korumak için hilafeti, ehil ve muktedir bir kişiye tevdi etme zarureti hasıl olmuştur.” Aynı cildin 141v numaralı yaprağına bakınız.
[11] Sözkonusu ettiğimiz, 18 Kasım tarihli telgrafında, Pellé, Refet Paşa’yla yaptığı bir mülakattan bahsetmektedir. Bu görüşme sırasında, Paşa, Pellé’den, kanaatince Vahdettin’in İngilizler tarafından kaçırılarak kendisine siyasi bir rol oynatılmak istenip istenmediğini, bu takdirde Fransa’nın sömürgelerinde ve mandası altındaki ülkelerde yaşayan Müslüman halkın tutumunun ne olabileceğini sormuştur. Pellé’nin ifadesine göre, kendisi Barış Konferansı’nın açılışının arefesinde soğukkanlı olmak gerektiğini savunmuştur (Cilt 110, yaprak 9).
Gerçekte, Ankara’nın şüphesi daha belirgindi; zira Pellé 21 Kasım’da gönderdiği telgrafta (Cilt 110, yaprak 19) şöyle diyordu: “Türk milliyetçileri… Vahdettin’in Ingilizlerin müzaheretiyle, kendisinin Arap ülkelerince Halife tanınması için Hicaz Kralı ve oğullarıyla ilişki kurduğundan şüphelenmektedirler.” (yaprak 49’daki Pellé’nin 28 Kasım , tarihli telgrafına da bakınız). Şunu da hatırlatmak yerinde olacaktır: Kurtuluş Savaşı sırasında TBMM’nin Vahdettin’i bütün görevlerinden ıskat ederek Hilafeti Hüseyin’e vermek istedikleri söylentisi çıkmıştı. Bu konuyla ilgili olarak, Yüksek Komiser Jules Defrance 26 Temmuz 1920 günü saat 14.15’te gönderdiği şifreli telgrafta: “Milliyetçi ve ıttihatçı da olsalar, Türklerin Sultan’ın elinden Hilafet makamını nez’etmeye çalışacaklarına inanmak istemiyorum” demiştir (Cilt 571, yaprak 2; ayrıca bkz. y.3 ve 4). Her ne hal ise, Mustafa Kemal hareketiyle Hicaz Kralı arasında çok erkenden ilişkilerin kurulmuş olduğu, kralın temsilcilerinin müteaddit defalar Anadolu’ya geldikleri anlaşılmaktadır. Bu ilişkilerin tarihi henüz yazılmamıştır; yazıldığında bazı ilginç ve şaşırtıcı yönlerin ortaya çıkması olasıdır. Bütün bu koşullar, Ankara’nın sorumlu makamlarının tutumunun 1922 Kasımında hangi çizgiye kadar gelmiş olduğunu göstermektedir.
[12] Cilt 110, yaprak 48-52: 28 Kasım tarihli şifre telgraf. Buna tepki olarak, hükümet muhtemel muarızlara, yarıresmi Yenigün gazetesi vasıtasıyla o takdirde vatana ihanet suçlamasına ve idam cezasına maruz kalabileceklerini ihtar etmiştir. Istanbul’da ikamet eden, Peygamber sülâlesinden gelme şürefa yeni halifenin 24 Kasım’daki cülüs törenine katılmaktan, dikkat çekercesine imtina etmişlerdir. Eski başkentteki Iran kolonisi de, aynı şekilde bu durumu onaylamadığını belirtmiştir.
[13] Cilt 571, yaprak 91; Sefir Aumale’in şifre telgrafı, Kahire, 14 Kasım 1922, saat 18.10; Suriye ve Lübnan Yüksek Komiserliği’nin raporu, Beyrut, 15 Aralık 1922. Cilt 110, yaprak 59-66.
[14] Tarafımızdan yaklaşık olarak çevrilen bu telgrafın metni, N. F. Kısakürek’e göre şöyledir (a.g.e., s.260):
“Yeryüzünün Halifesi ve bütün İslamların İmamı, Emir ül-Mü’minin Efendimiz Hazretlerini, Hicaz Kralı Hüseyin kulları Kâbe-i Muazzama’nın muazzam misafirliğine da vet eder ve dindarâne bir sadakat ve mer butiyetle hakipâ-yi şahanelerine (ayak tozlarına) yüz sürer.”
Osmanlılarla ilişkilerini koparmasından sonra Hüseyin’in tutumuna dair bildiklerimiz kendisinin VI. Mehmed’i Halife olarak tanıdığını ifade edecek şekilde ona hitap etmiş olması ihtimalini çok uzak kılmaktadır. Bu nedenle, Kısakürek’in metni çok büyük bir olasılıkla uydurmadır.
[15] Hüseyin’in durumu ve beslediği tutkular hakkında, Cidde’deki Fransız Başkonsolosu Léon Krajewski tarafından 26 Kasım 1923’te hazırlanmış, uzun, çok ayrıntılı ve özellikle sağlıklı bir rapor vardır: cilt 108-109, yaprak 292-321.
[16] N. F. Kısakürek (a.g.e., s.261):
“Atebe-i felekmertebe-i cenabı hilâfetpenah-ı akdesiye (felek mertebeli ve mukaddeslerin mukaddesi hilâfet makamının eşiğine) hitaben çekilen telgrafname-i haşmetpenahileri son derece sürur-u şahaneyi (padişah sevincini) mucip oldu. Ravza-i Nebi-ye yüz sürmek ve müvekkil-i zişânının (vekili olduğu şanlı zatın) davet emirlerini yerine getirmek üzere derhal harekete karar verdiklerinin teşekkürat-ı şahaneleriyle birlikte zat-ı haşmetpenahilerine iblağını kulunuza irade buyurdukları ve hareket gününün ayrıca iş’ar edileceği maruzdur.”
[17] Cilt 17, yaprak 69, imzasız şifreli telgraf, Port Said 9 Ocak saat 17.15; yaprak 70, Mısır Sefiri Gaillard tarafından 9 Ocak saat 10.30’da gönderilen şifreli telgraf.
[18] Cilt 18, Krajewski’nin Cidde’den 10 Ocak saat 10.10’da gönderdiği şifreli telgraf: “Sabık Sultan saat 15 ‘te vasıl oldu. Hicaz Kralı karşılamaya geldi. İngiliz temsilcisi ziyarette bulunacak, ne şekilde davranmam gerekir?” Cevap: yaprak 72, şifreli telgraf, 11 Ocak saat 20: “İngiliz temsilcisine benzer bir nezaket gösterisinde bulunmanıza itirazım yoktur.”
[19] Cilt 110, yaprak 73, şifreli telgraf, saat 18.25: “Sâbık Sultan bu sabah geldi. Gemi bordasında Hicaz kralı ile veliahtı tarafından karşılandı. Gemiden inerken top atışıyla selâmlandı. Halk ilgisiz.”
[20] Cilt 110, yaprak 74.
[21] Görgü tanığının bu şahadeti, tabiatıyla N. F. Kısakürek’in açıklamalarından daha inandırıcıdır. N. F. Kısakürek’in ifadesine göre, VI. Mehmed, Hüseyin tarafından kiralanan Zemzem vapuruyla gelmiş; vapurun seren direğinde Osmanlı Padişahlık arması, pupa direğinde ise İran (?) bandırası dalgalanmaktadır.
[22] Cilt 110, yaprak 75, 17 Ocak tarihli mektup.
[23] Bu iki diplomatın birbirine uygun izlenimlerini, 1918 yılı ilkbaharında resmi bir ziyaret için Almanya’ya giden Veliaht Vahdettin’e refakat eden Mustafa Kemal’in edindiği izlenimle karşılaştırmak yerinde olur. Mustafa Kemal, “Bu zat bir defa gözlerini kapadı, derin bir vecde daldı. Neden sonra tekrar gözlerini açtı, bize lütfen iltifat etti: Sizinle müşerref oldum, memnunum. Tekrar gözlerini kapadı.” İki ziyaretçi (Mustafa Kemal Paşa, Miralay Naci Tınaz Beyle birliktedir), kendi kendilerine acaba bu adam tekrar konuşabilecek kuvveti kendinde bulabilecek mi diye sordular. “Biraz sonra gözlerini açtı: Seyahat edeceğiz değil mi? dedi”
Mustafa Kemal’de “bir mecnunla karşı karşıya bulunduğu” duygusu uyandı. Ancak, trenleri İstanbul’dan hareket eder etmez, Vahdettin’le yaptığı uzun bir görüşme, Mustafa Kemal’in ilk kanaatını yumuşatmasına neden oldu. Bu kere, Veliahtın zekası kıt biri olmadığını anladı. Daha sonra onunla yaptığı konuşmalar da, bu izlenimini pekiştirir nitelikte oldu. Vahdettin’deki bu değişikliği, başkentten uzaklaşmasına, her türlü baskıdan sıyrılmasına bağlıyordu. Veliaht tekrar gerçek kişiliğini kazanmıştı.” Karş. Jean Deny, “Souvenirs du Gazi Mustafa Kemal Pacha,” Revue des Etudes Islamiques, 1927, cilt II, s.147-148.
[24] Cilt 110, yaprak 76, Krajewski’nin 1 Mart tarihli mektubu.
[25] Cilt 110, yaprak 78-82.
[26] Böyle bir yayının varlığını, Büyükelçi Gaillard’ın Kahire’den gönderdiği 19 Nisan tarihli, saat 19.15’te çekilmiş şifreli telgraftan biliyoruz (cilt 110, yaprak 88). 1981 yılında Kahire’den geçerken El Ahram gazetesinin ilgili servislerinin nazikâne ilgisi ve özellikle Dr. Muhammed Madkur ve Bayan Zainab Muhammed Ali’nin yardımlarıyla metnin bir suretini sağlayabildik. Burada, kendilerine tekrar teşekkür ederiz.
[27] Ahlu-l-hall wa-l’ikd sözcük anlamıyla “düğümleyip çözenler” demektir; devletin ileri gelenleri.
[28] Gerçeğe aykırılığı son derece açık olan bu iddiaları reddetmeyi fuzuli görüyoruz.
[29] Yani Rauf ve Fethi Beylerle Mustafa Kemal Paşa. [Yazarlar tarafından kullanılan Arapça çeviri, anlaşılan, bazı yerlerde Türkçe aslına uygun değildir. Bu ve 33’üncü, 37’nci ve 38’inci notlar, böyle tutarsızlıklar nedeniyle Türkçe metne aykırı düşüyor.]
[30] Arapçası: kuwwat-ı wataniyya.
[31] Arapçası assultat: yetke, saltanat.
[32] Gönderilmişlerin (peygamberlerin) övüncü = Hz. Muhammed.
[33] Halife.
[34] Bu kadar acayip bir iftiranın neye dayandığını bilmiyoruz.
[35] Hazret-i Peygambere yakıştınlan bu sözü, başlıca Hadis derlemelerinde boşuna aradık.
[36] Şu noktayı belirtmek gerekir: son Sultan Halifenin düşüncesine göre, hilafet saltanata bağlanmıştır; oysa bunun tersine, ikincisinin birincisinden kaynaklanması söz konusudur.
[37] Yani Abbasilere, Abbasilerden de bizzat Peygambere kadar uzanan bir meşruiyet.
[38] Burada “kawm” terimi küçültücü anlamda kullanılmıştır; VI. Mehmed, bu sözle Kemalist kliği kastediyor. [Kavim, Arapçada “erkekler topluluğu”, daha sonralarıysa “dil, gelenek, kültür ve ortak çıkarları olan insan topluluğu”, yani “ulus/millet” anlamını taşır.]
[39] TBMM’ce kabul edilen Hilafetle Saltanatın ayrılması ve Saltanatın lağvı ile ilgili kanunlar. [Aslında, 307 ve 308 sayılı Heyet-i Umumiyye Kararları.]
[40] Hicret. Aşağıda not 53’e bakınız.
[41] Sözcük anlamı, “Tanrı’nın şehri.”
[42] Cilt 110, yaprak 83-84. Bu bölgelerin tarihine pek de âşina olmadığı anlaşılan Necip Fazıl, eserinin 263-64’üncü sayfalarında, Vahdettin’in Hicaz’ın Suudiler tarafından kesin olarak ele geçirilmesinin hemen öncesinde bu ülkeyi terk ettiğini sanıyor. Oysa, gerçekte, Suudiler bu ülkeyi ancak iki yıl sonra ele geçirebilmişlerdir.
[43] Cilt 110, yaprak 85, 26 Mart saat 16 tarihli şifre telgraf.
[44] N. F. Kısakürek’e göre (s.262): “Sarı Humma dedikleri, ekseriyetle alıp götüren korkunç bir hastalık.”
[45] Haşimi Krallık Hükümetinin sözcüsü olan bir Mekke gazetesi.
[46] Cilt 110, yaprak 86.
[47] Cilt 110, yaprak 87.
[48] Cilt 110, yaprak 89.
[49] Cilt 110, yaprak 90, Krajewski’nin 21 Nisan saat 11.35’te çekilmiş şifreli telgrafı.
[50] Cilt 110, yaprak 92. Krajewski’nin 2 Mayıs saat 13.15 tarihli şifresi. Vahdettin’in Port-Said’de gemiye binmesi ve gideceği yer, Sefir Gaillard’ın Kahire kaynaklı 11 Mayıs saat 17.25 şifresiyle doğrulanmıştır (yaprak 93). 26 Nisan’da Kral Hüseyin, ansızın Krajewski’yi ziyaret eder. Ona, konsolosun bilmediği, yeni hiçbir şey söylemez; ancak Hac’tan birkaç hafta önce, VI.Mehmed’in Hicaz’ı terk etmesinden duyduğu büyük memnuniyetsizliği belirtir ve bu gidişin, aleyhte yorumlara yol açacağına değinir (yaprak 91, 27 Nisan tarihli mektup).
[51] 1 Haziran 1923 tarihli yazısında (Cilt 110, yaprak 100), Vintimille’deki Fransa Başkonsolosu, sabık sultanın beklenenden 15 gün önce, genel ilgisizlik içinde, San Remo’ya gelip yerleştiğini bildirir. Vahdettin, Saint Martin mahallesindeki üç Nobel villasında “münzevi” bir hayat yaşar. Dolaşan bazı söylentilere göre, İtalyan hükümeti, Fransa’nın ısrarlı girişimleri üzerine (?), kendisini resmen himaye etmeyi kabul etmiştir.
[52] Fransa’nın Bükreş Askeri Ataşesi tarafından gönderilen şu gizli not hakkında acaba ne düşünmek gerekir? (Cilt 110, yaprak 101) “Sabık Sultan VI. Mehmed’i tekrar tahtına oturtmak isteyen taraftarlarıyla bir İngiliz ajanı arasında gizli temaslar (I) Güvenilir kaynak. Hamdi Paşa’yla yazışan İngiliz ajanının adresi: Constantin Boyadzis, Avukat. Merkez Postanesi (poste restante), Zürih. Sâbık Sultan San Remo’da bulunuyor.”
[53] Jean Leune’ün “Le califat, l’Egypte et le roi Hussein” başlıklı makalesi, Paris’te yayımlanan günlük Le Journal gazetesinin 10 Mart 1924 tarihli sayısı, s.2. Kendisini Mekke’yi terk eden Peygambere benzeten VI. Mehmed şöyle demektedir: “Altı milyon Türk’ün haksız yere Hilafet makamına tecavüzünü protesto ediyorum. Bu müessese, on üç asır boyunca kafirlerin saldırısına kahramanca karşı koymuştur. Bu nedenle, ben yegane Halifeyim. İstanbul’daki ise Halife değildir; zira her türlü ruhani ve cismani yetkeden ve Halifenin haiz olması gereken yetkilerden yoksundur.”
[54] Bu tarih, belgenin üstünde yoktur; daha ileride ve başka kaynaklarda göreceğimiz cevap taslağında geçmektedir. Aşağıda not 41 ve 44’e bakınız.
[55] Cilt 57, yaprak 79-80. Kurşun kalemle kenara yazılmış bir not, mektup metninin 29 Mart tarihinde Londra’ya ve Roma’ya gönderildiğini belirtmektedir.
[56] Sabık Sultan, kendisini iki ay sonra ziyaret eden Fransa’nın Vintimille konsolosu Re-ne Prigent’e bu görüşünü sözlü olarak yinelemiştir. Konsolos 17 Mayıs tarihli raporunda bundan bahsetmektedir (Cilt 27, yaprak 89): “13 Mart tarihli son mektubunda, VI. Mehmed Bolşevik ve halkı ezici diye nitelediği Ankara Hükümetini oluşturan kişiler hakkında, Fransız Hükümetini aydınlatmak istiyordu.”
[57] Cilt 27, yaprak 81, 29 Mart 1924 saat 21.10 şifreli telgraf: Sâbık Sultan VI. Mehmed, Mösyö Millerand’a hitaben bir mektup göndererek, Ankara Meclisi’nin saltanat ve hilafetle ilgili kararlarını ve hanedan ailesinin emlâkinin müsaderesini protesto etmiş ve (Fransız) Cumhuriyet Hükümetinden yardım ve koruma istemiştir. Nezdinde temsil görevini yaptığınız Hükümete başvurarak, İngiltere, İtalya Kralı’nın benzer bir mektup alıp almadığını ve ne gibi bir cevap verildiğini lütfen sorunuz.
[58] Cilt 127, yaprak 82. Roma Büyükelçisi Barrère tarafından gönderilen cevap- 1 Nisan tarihli şifreli telgraf: Sâbık Sultan VI. Mehmed, Ankara Meclisi’nin kararlarıyla ilgili olarak İtalya Kralı’na hiçbir mektup göndermemiştir. Böyle bir girişimde bulunursa, büyük bir ihtiyatla karşılanacaktır. Yaprak 83-84, Londra Büyükelçisi Saint-Aulaire’in 14 Nisan tarihli mektubu, ek olarak da İngiliz Hariciye Nezareti Müsteşarı Lancelot Oliphant’ın imzasını taşıyan, İngiltere Hükümetinin aynı tarihli cevabı: Majeste Kralın Sabık Sultandan, Fransa Cumhurbaşkanına gönderilenle aynı içerikte olduğunu sandığımız bir mektup aldığını bildirmekle şeref duyarım. Majeste Kral, kendisinin ve ailesinin uğradığı felaketlerden dolayı Sâbık Sultan’a duygudaşlığını ifade etmekte ve Hitafetle ilgili hiçbir girişimde bulunamayacaklarını üzülerek bildirmektedir. Zira Hilafetle ilgili olarak, özellikle Müslüman-olmayan bir devlet tarafından yapılacak bir dış müdahele hem haksızdır, hem de hiçbir sonuç vermeyecektir.”
[59] Cilt 27, yaprak 85- tarihsiz, yer yer ihmal edilmiş görünen, bu müsveddenin noktalama işaretleri ve imlası düzeltilmiştir. Fransız makamları, 3 Mart tarihli yasayla sürgüne gönderilen Osmanlı Hanedan üyelerine herhangi bir maddi yardımda bulunmamıştır. Ancak, Hanedandan isteyenlere, doğal olarak siyasal faaliyette bulunmamak koşuluyla, Fransa ve Suriye’de ikamet hakkı verilmiştir.
[60] Cilt 27, yaprak 88, 91-99, 100-102 (Vintimille konsolosu Robert Armez’in, Vahdettin’in vefatı üzerine, Abdülmecid’in başkanlığında Nice’te toplanan Hanedan konseyiyle ilgili raporu), 103-115.
Kaynak:
Jean-Louis Bacqué-Grammont, Hasseine Mammeri, Turcica-Revue d’Etudes turques, Cilt XIV (Louvain-Paris-Strasbourg, 1982), s. 226-247. Tarih ve Toplum, Nisan 1985, Sayı 16, s. 52-61
Bu makale Centre National de la Recher-che Scientifique (Bilimsel Araştırma Milli Merkezi) ile Centre d’Etudes de l’Orient Contemporaine â l’Universite de Paris III (Paris III Üniversitesi Çağdaş Doğu incelemeleri Merkezi) tarafından oluşturulan E.R.A. (Ortak Araştırma Ekibi No. 57’nin çalışmaları çerçevesinde yazılmıştır. Okuyucunun, VI. Mehmed Vahdettin’in saltanatı (1918-1922) sırasında geçen Mondros Mütarekesi (30 Ekim 1918), İzmir’in Yunanlılarca işgali (15 Mayıs 1919), Mustafa Kemal’in Samsun’a Çıkışı ve istiklâl Savaşı’nın Başlaması (19 Mayıs 1919), İtilâf Devletlerince Istanbul’un işgali (16 Mart 1920) gibi olayları bildiği varsayılmaktadır. 1922 yılında Kemalistler’in Yunanlılar’a karşı kazandığı zafer sonucunda aktedilen Mudanya Mütarakesi (11-14 Ekim) üzerine, İşgalcilerle açıktan açığa işbirliği yapan İstanbul Hükûmeti ile Vahdettin bertaraf edilir. 1 Kasım tarihinde Ankara Büyük Millet Meclisi saltanatı kaldırır, VI. Mehmet, İngilizlerin sayesinde aynı ayın 17’sinde HMS Malaya zırhlısı ile İstanbul’u gizlice terk ederek sürgün yolunu tutar.