0

Atalarımız: “Bir bela bin nasihat değer…” demiştir. Son uğradığımız felaketler de bizi uyandırdı. Türkler milliyetlerini idrake başladılar. Bu millî idraki görmeyen, inkâr eden muta’assıblara laf anlatmaya kalkmak boştur.

  • İstanbul Türk değildir. Türklük cereyanı sun’i ve yalandır, diyenlere, iki üç sene içinde pek çok değişen payitahtımzın sokaklarını göstermeli. Ne kadar Turan lokantaları, yeni Turan biçki yurtları, Kızıl Elma Bakkal Mağazaları göreceklerdir… Yeni doğan çocukların adları hep Türkçe isimler… “boy scout”u bile “izcilik” kelimesiyle tercüme
    ettiler.

Bu millî uyanıklıktan vatan muhabbeti, vatan muhabbetinden de lisan muhabbeti doğuyor. Milliyetimiz nasıl Türklük, vatanımız nasıl Türkiye ise lisanımız da Türkçedir. Türkçe bizim ma’nevî ve mukaddes vatanımızdır. Bu ma’nevî vatanın istiklali, kuvveti resmî ve millî vatanımızın istiklalinden daha mühimdir. Çünkü vatanını gâ’ib eden bir millet eğer lisanına ve edebiyatına hâkim kalırsa mahvolmaz, yaşar ve yine bir gün gelir siyasi istiklalini kazanır, düşmanlarından intikam alır.

Fakat bir millet lisanını bozar, gâ’ib ederse hatta siyasi hâkimiyeti baki kalsa bile tarihten silinir. Esirleri onu yutar. Yazık ki bizim lisanımız bu konuştuğumuz güzel Türkçe de hemen hemen gâ’ib olmaya yüz tutmuş. Eğer uyanmamız biraz gecikseymiş tamamıyla gâ’ib olacakmış.

Sevgili ve güzel lisanımızın acıklı tarihini birkaç satırla hatırımıza getirelim. Dedelerimiz at üstünde kıt’alar fethederken san’atla uzun uzadıya iştigale vakit bulamamışlar. Anadolu Türklerini yerleştiren Osman oğulları da cihangir olduktan sonra Türkçe olmayan saray edebiyatını himaye etmişler. Bir vakit Acemce âdeta resmi lisan olmuş… Türkçe yalnız dillerde kalmış ve satıra geçmemiş. Konuştuğumuz canlı Türkçe edebiyatı tekyelerin karanlıklarında, âşıkların, saz şâ’irlerinin yâdında yaşamış.

Cihangirliğin gururu ve sarhoşlukları arasında Arapça ve Acemce kelimeler ve terkiplerle teşekkül eden “Enderun Edebiyatı” Türkçe’de bir “ikilik” vücuda getirmiş. Konuşma lisanıyla yazma lisanı birbirlerinden fersahlarla ayrılmış. Konuşma lisanı Türkçe kalmış, yazma lisanı Arapça, Acemce ve biraz da Türkçe’den mürekkep olmak üzere gayet tuhaf ve milliyetsiz bir şey olmuş.

Yazı lisanını kimse anlamamış. Bugün bile kimse anlamaz. Bunun adını Tanzimatçılar “Lisân-ı Osmanî” koymuşlar ve: “Farisî, Arabî ve Türkîden mürekkep bir lisan azabü’lbeyândır” diye ta’rife kalkarak:

1- Her lisan bir lisandır. Üç lisandan mürekkep bir lisan olamaz.
2- Her lisan başka bir lisandan kelimeler alabilir, fakat kâide alamaz.
3- Her lisan diğer bir lisandan aldığı kelimelerin telaffuzunu bozar, kendi tecvidine, kendi selikasına uydurur.

Gibi “lisaniyat” ilminin en bariz isimlerini inkâr etmişlerdir. Tabî’ate muhalif yapılan her sun’î hareket gibi bu düzme ve sun’î lisan da yalnız divanların okunmayan, okunursa bile anlaşılmayan sahifelerinden bir adım dışarı çıkamamış, Türkler konuştukları güzel lisanın içine asla Arapça’nın, Acemce’nin ka’idelerini terkiplerini sokmamışlardır.
Bugün İstanbul’da konuşulan Türkçe’de Arapça, Acemce terkip yoktur. (Tabî’î ıstılahlar müstesna) Şüphelenen dikkat etsin. Her sınıf halkıyla konuşsun; saraylarda, büyük konaklarda, evlerde, çarşıda, pazarda, mekteplerde hep bu güzel Türkçe konuşulur. Ve güzel Türkçede de hâkim olan millî Türk sarfıdır, asla başka lisanın kâ’ideleri ve edatları
yoktur.

Türkçe dâ’imâ “Lisân-ı Osmânî” denen Arapça, Acemce terkip yığınına tabancı kalmış ve zavallı Türkler Enderuncuların anlaşılmaz lisanından her vakit şikâyet etmişlerdir. Bergamalı Kadrî’nin kitabında da bu şikâyet duyulur. Sonra Türk’ün şu hiddetine bakın… Ne kadar haklı… Kendi lisanının Arapça, Acemce terkipler altında söndürüldüğünü görüyor ve haykırıyor:

“Arapça isteyen Urban’a gitsin.
“Acemce isteyen İran’a gitsin.
“Frengiler Frengistân’a gitsin.
“Ki biz Türküz bize Türkçe gerektir.
“Bunu fehmetmeyen (…) demektir.”

Bugün milliyetlerini idrak eden gençler bu Türk kadar haşin değildir. Arapça, Acemce, Frenkçe isteyenlerin de Türkiye’de kalmalarına razıdırlar. Fakat şu şartla ki Arapçayı Arapça olarak, Acemce’yi Acemce, Frenkçe’yi Frenkçe olarak öğrensinler ve Türkçemizi bozmak hıyanetinden vazgeçsinler. Türkçe bütün Türklüğün malıdır. Millî Türk sarfı ictimâ’î bir mü’essese olduğu gibi âli ve mukaddestir. Onun tamamlığına ri’âyet hepimizin vazifesidir.

Milliyet cereyanıyla beraber kalplerimizde alevlenen lisan muhabbeti konuşulan Türkçe’nin ve millî arzunun satıra geçmesine sebep oldu. Otuz senedir bağırılan “Lisanımızı sadeleştirelim!” temennisi ilmî usul ve hududunu buldu. Arapça Acemce kâ’idelerle yapılan klişe terkipler atıldı.

Konuşulan güzel Türkçe şive ve bidâ’at te mikyas addolunur. En genç şâ’irlerimiz millî vezinlerle terennüme başladılar. Hakiki ve canlı lisan böyle galebe çalarken kimsenin anlamadığı Enderunca ya’nî “Lisân-ı Osmâni” susmadı. Tabî’atin muzafferiyetine karşı gelmek istedi. Fakat nasıl? Milliyet asır olan bu yirminci asırda hiçbir Türk’ün anlayamayacağı dört yüz sene evvelki milliyetsiz Enderun lisanıyla… İşte Ali Ekrem Bey’in Peyâm’daki son şi’rinden iki kıt’a… Ecnebi terkiplerin ne kadar bizim ruhumuza yabancı olduğuna dikkat ediniz:

Bugün (cebîn-i vakür dehâ’etinde) onun
Durur zuhura müheyya (bu ırk-ı zucret;)
(Ziyâ-yı hışmına) akis (leyâlî-i fıtrat,)
(Gurûb-ı sayfa) düşen bir güneş kadar yorgun.
Nedir bu (levha-i vicdân bir güzide me’âl)

Neler geçer bu semanın (burûc-ı târından)
Bu (ayn-ı âlem) olan kalbin inkisârından
Ne (lahn-ı kahr u melâl) inliyor şu (heybet-i lâl)

Bunlar ne demek? Bu lisan nece? Kimsenin konuşmadığı bir lisanla kime edebiyat yapılır? Yine bu Enderunca manzumenin yanında bir manzume daha var ki yalnız şu kıt’asını naklediyorum.

Olsaydı bir (harîm-i garâm sitâne-i hâm)
(Endûde-i kelâl;)
Bir (aşk-ı dil-şikâr u semen-bûy u hoş-peyâm)
(Âmûde-i kelâl.)

Buna kimse “Türkçe” diyemez. Fakat bir Arap, bir Acem de bu kıt’atı okusalar bir şey anlarla mı? Bunu da ümit etmiyorum. Yalnız şu kadar var ki İstanbul’da, Anadolu’da bütün Turan’da hiçbir Türk “levha-i vicdân ber-güzide me’âl. Aşk-ı dilşikâr u semenbûy u hoş-peyâm” gibi bir satırlık Arapça, Acemce terkiplerin ma’nâsını anlamaz. “Âmûde, berâzende, endûde, bisât” gibi kelimelerin ma’nâsını bilmez.

Kimin için edebiyat yapılıyor? Türkler için mi? Türkler Enderunca bilmezler. Yok, “Lisân-ı Osmânî” namı verilen bu tuhaf ve sun’î lisan ile Ermeni, Rum, Yahudi gibi Türk olmayan Osmanlılar için yazılıyorsa boşuna zahmet… Çünkü bu kavimler Enderun lisanını değil, henüz harflerimizi bile tanımazlar. Bizim memleketimizdeki Acemlerin ise ekserisi
Azerbaycanlı Türklerdir. Arap kardeşlerimizin edebiyatça hiç bize ihtiyaçları yoktur.

Onların o kadar mükemmel ve millî bir lisanları vardır ki tamamiyeti mukaddes kitabımızın vücuduyla te’min olunmuştur.

Bu milliyetsiz Enderun Lisanının hâlâ devamı bir inat mes’elesidir.

Milliyet cereyanından doğan lisan muhabbeti millî Türk sarfının tamamiyetini te’min fikrine istinat ediyor. Türklük cereyanının birçok ma’ârifleri var. Milletin abidesi, ruhu olan lisan da bu ma’âriflerden kurtulamıyor. Millî Türkçe sarfının tamamiyetini bozmak için eskisinden fazla Arapça, Acemce terkipler kullanıyor. Arapçanın, Acemcenin
kâ’idelerine dikkat olunuyor. Türkçe mahsustan yanlış yazılıyor. Türkçe diye hâlâ elimizde Arapça Acemce kelimelerden yapılmış bir kamusu taşıyoruz. Türkçe bir kafiye lügati yok.

Enderun lisancıları:

Seninle ey müterennim lisân-ı Osmânî
Seninle ben yazarım en huceste efkârı…

“Diyen (şâ’ir âlî-i nesiyle) diğer bir (şâ’ir-i fazlımız)ın bu iki neşidelerini birer (numûne-i kemâl) olmak üzre (sütûn-ı ibtihâcımız)a dercederiz…” diye bir satıra dört terkip yapmayı ma’Trifet zannedenlerken Türkçe’nin en basit bir kâ’idesine yabancı kalıyorlar. Millî Türk Sarfına ehemmiyet vermiyorlar. Akılları, fikirleri hep terkiplerde…
“Bu iki neşidelerini…” Hâlbuki Türkçe^de “bir isimin evveline edat gelirse cem edatı olmaz.”
“On beş kişi yirmi atı yedeklerine alarak üç yoldan kaçtılar.” denir. Fakat “On beş kişiler yirmi atları yedeklerine alarak bu üç yollardan kaçtılar.” denmez. Ve bu kâ’ideyi Enderunculardan başka bütün İstanbullular bilir. Yalnız yerli Yunanlılar müstesna… Bunlar lisanımızın şivesi gibi kâ’idelerini de bozarlar. Nitekim geçen gün Beyoğlu’ndaki Rum sineması büyük i’lânlarında “Truva Zumir” kelimesini Peyâm’ın “bu iki neşideleri” gibi “Üç Gölgeler” diye tercüme etmiş ve büyük harflerle yazmıştı…

Türkçe Tarih

Gazi Osman Paşa

Önceki yazı

Erzurum Kongresi

Sonraki yazı

Bu yazılar da ilginizi çekebilir

Yorumlar

Bir yorum yaz

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Daha fazla yazı Osmanlı Tarihi