0

Milâdî 1071 yılının 26 Ağustosu, gün doğarken, Malazgirt ovasında karşı karşıya duran, çarpışmağa hazır iki ordu, iki ayrı kültürü temsil ve müdafaa etmekde idiler.

Muhteşem kızıl çadırında, kızıl fistan giymiş Kayser’in, elmaslı haç ile süslü altın taht üzerinde oturuşu, Konstantiniye ve Ravenna mosaiklerinde görülen levhaları hatırlatıyordu. Ortodoks Kilisesinin keşişleri, Kayser’in iki yanma dizilmiş, çan sesleri içinde âyin icrâ ederek, Hıristiyanlığın zaferini dilemekde idiler. Çadırın dışında, yüz ilâ ikiyüz bin kişilik bir ordu, demir miğfer ve cebelere bürünmüş, silâh elde, savaşa hazır duruyordu. Bu heybetli görünüşe rağmen, Bizans tarafı, mütecânis bir harsın verdiği birlikten mahrumdu. Kayserin askerleri arasında, Rumlardan başka, Ermeniler, Frenkler ve Hıristiyan odukları tahmin edilen Türklerden Oğuz ve Peçenekler de vardı’. Bunların bir kısmı paralı askerlerdi ve Kay ser yabancılara itimâd edemiyordu. Nitekim Türkleri çağırıp “kendi usûllerinde” sedâkat andı içirmişdi. Rumlar da, mezheb farkları sebebiyle, yüzyıllardır sürdürülen iç mücâdelelerden yeni çıkmışlardı. Arius tarafdarları ile münâzaalarm sonunda M. 325 târîhli iznik Konsilinde Ortodoks kilisesinin dogmaları kurulmuşdu. Ortodoks Hıristiyan olmak için, Isanın, Allahın oğlu olduğuna inanmak şart koşulmuşdu. Putları kırmakla tanınan IkonoMastes mezhebi ise bu dogmayı reddediyordu. Ikonoklastes’lere göre, Isaya tapmak Hıristiyanlığın aslından ayrılıyor ve kadîm Romanın maddesi putperestliğine bir dönüş teşkil ediyordu.

Selçuklular, Malazgirt meydanına, gençlerden mürekkeb, 50 bin kişilik , yani Bizans ordusunun dörtte biri kadar bir kuvvetle gelmişlerdi. Böyle mütevâzı bir kuvvet, azametli Bizans ordusunun karşısına çıkmak cesaretini nereden buluyordu? Şübhesiz ki Selçuklular, kadîm Avrasya göçebelerinin ahfâdı olarak, at üstünde savaşmak ve ok atmakda eşsiz idiler . Çevik, küçük bir kuvvet ile büyük bir orduyu yormak taktiğini iyi bilmekde idiler. Selçuklu târihi bahsinde “Selçuk oğlunu”‘ tarif eden Minhacuddîn”, sanki M. VIII-IX . yüzyıllardan Kırgız petrogliflerindeki alp resimlerini tasvir etmektedir:

“Ne havadaki kuş, ne ovadaki geyik onun okundan kurtulabilirdi (…). Bir kasırga gibi, bir fırtına bulutu gibi idi (…). Önüne geleni yeniyordu (…). Selçuk oğlu, başına Türkmen börkünü yan oturtmuş, dağ gibi şahlanan bir at üstünde, kükreyen arslan gibi, çakan şimşek gibi, dolu dizgin giderken, Turan ve Iran (…) hayran bakıyordu”.

Diğer bir târîhci, Tezdi”, Selçukluların Türkistandan Yemene uzanan bir devlet kurduklarını anlatırken, şöyle diyordu: “Birbiri arkasından çekdiğimiz kılıçlar ile, Rum, Türk ve Arab mülklerini sardık”. Bizans karşısında duran Selçukluların bir kuvveti de, İran ve Arab illerinde devlet kurmuş olmak ile beraber, millî şuuru muhafaza etmiş olmaları idi. O gün, Malazgirt meydanında, Bizans ordusundaki Peçenek ve Oğuzların Rumları bırakıp kendi soydaşlarının tarafına geçmeleri”, Türk millî şuurunun varlığına delil idi.  M. XI . yüzyılda Türklük şuurunun kültürel veçhesi de vardı. Malazgirt muhârebesinin ceryan ettiği yılda Türkçe-arabça lügat yazan Kaşgarlı Mahmûd, Oğuz Türklerinin yükselişini anlatırken şöyle diyordu:

“Tanrının emri ile devlet güneşinin Türk burçlarından doğduğunu gördüm (…). Türklerin gönlünü almak için onların dilleri ile konuşmakdan başka çâre yokdur”.

Türklük şuuru, M. VI . yüzyıldan beri “birbirini takib eden Türk devletlerinin târihi boyunca inkişâf etmişdi. Gök-Türk (M. 552-740), Türgiş (M. 658-766), Uygur (Orkunda M. 740-840, Turfan ve Kansu’da 850 etrafı muhtelif târihler, Turfan hakanlığı 1250) hakanlıkları, Karluk (M. 766 ilâ İslâmiyet) ve Oğuz (M. IX . – X. yüzyıllarda bilinmekdedir ) yabgulukları, Hakanlı devleti (M. 850-1250), hep Türklük mefhûmunu temsil edegelmişlerdi. Malazgirt meydanmda, Bizansın karşısına dikilen Selçuklular, Türk târihinden başka, Orta Asya medeniyetinin de taşıyıcıları idiler. Orta Asya târihi araştırmaları ve arkeolojik kazıları Oğuzların erken devirde, kadîm medeniyet muhitine girmiş bulunduğuna işâret eder. M. 630 etrafında, eski kültür toprağı Amu-derya kıyılarında, iki Oğuz krallığı mevcûd idi” . M. IX . yüzyılda, bazı Oğuzlar, Amu-deryayı aşarak, cenûba ilerlemiş ve kadîm Kuşan illerinde, Buddhist Türk krallarının idâresindeki Kapisa ve Gandhâraya gelmişlerdi”. Selçukluların mensûb olduğu Aral kıyılarındaki Oğuz Yabguluğu halkı ise, Batı Türkistan medeniyeti tesirleri altında bulunuyorlardı. Harezm’e, Çayradın’daki kadîm şehirlere, Semerkand, Buhara ve Taşkende, Argu ilinde M. VI . yüzyılda teşekkül eden Batı Türk, Türgiş ve Karluk merkezlerine Oğuzlar komşu idi. Aral kıyılarındaki Oğuzlar’ın şehir ve kalelerinde yaptığı kazılar sonunda Tolstov ” şu neticeye varmışdı: Harezm’de M. Ö. IV . yüzyıldan beri devam eden şehir yapısı geleneğinin vârisleri arasında Oğuzlar da vardı. 

Türk-îslâm medeniyetinin doğuşuna, M. IX . yüzyılda Taşkend, Sütkcnd, Otrar illerinde Fârâbî’yi (870-950) yetiştirecek bir mertebeye yükselişine ve bu medeniyetin, M. X . yüzyıldan sonra, Hakanlılar devleti devrinde bütün Türkistana yayılışına Oğuzlar da hizmet etmişdi. Böylece, Malazgirt meydanına gelen Selçuklular, Orta Asya medeniyetinin, Islâmî veçhenin müdafii olarak da Bizansa karşı duruyorlardı. M. XI . yüzyılda islâmiyet kendi idealist özüne dönmekde idi. Şekilperest tefsirler , Mukanna’nın öncülüğünü ettiği hareket gibi Türklere de sirayet eden ve hükümdar ve râhip ibâdetine bir dönüş teşkil eden mezhebler, bu meyanda Karmatî ve Ismâilî müfrit fırkaları da, itibârlarını kaybetmekde idiler . Malazgirt savaşı yüzyılında, islâmiyet büyük mütefekkirler yetiştirecek ve hurâfe üreten müfrit fırkalara gâlib gelecekdi. O yüzyılda, Gazâlî (M. 1058-1111), bâtıl inanışlar ile mücâdele ederek Islâmiyetin aslî şeklini ihyâya cehd edecekdi. Yine o yüzyılda, Oğuz illeri ­ nin hüdûdunda, Karacuk (Kara-tav)_dağlarmm eteğindeki, Sayram’da Ahmed Yesevî dünyaya gelip, Türkçe “hikmet”leri ile, Islâmiyeti idealist ma’nâda, Türklere şerh edecekdi. Sünnî İslâmiyet, M. XI . yüzyılda, büyük ölçüde, özüne sâdık görünüyordu. Manevî bir ilâha ibâdet ediyordu. “Din ­ de zor yokdur ” âyeti mûcibince, vicdan hürriyetine saygı gösteriyordu. Toplum içinde, ne râhiblerin, ne başka bir sınıfın istibdadına müsâde edilmiyordu, islâmiyet, Türklerin alplik geleneğine de gelişme imkânı veriyordu. Ancak savunmak için ve dîn serbestliğine izin vermeyenlere karşı olmak şartı ile, islâmiyet gazâyı emrediyordu. Alparslan’ın ve askerlerinin gazâyı bu mânâda anladıkları târihi kayıdlardan âşikârdır. Selçuklu ordusu, ıssız Malazgirt ovasına, hücum ve talan için değil, Bizans’ın “islâm illerini istilâ etmesini durdurmak için, câmilerin yıkılıp kiliseye tahviline”, Hıristiyanlığın halka zorla kabûl ettirilmesine mâni olmak için gelmişdi. Kendilerinin dört misli kuvvetinde bir ordu ile savaşmanın tehlikesini müdrikidler. Muharebeye hazırlanan Alparslan, hanımına ve vezirine şu haberi iletiyordu:

“Ben yanımda bulunan (az sayıda) asker ile düşmana karşı yürüyorum. Eğer sağ kalırsam, bu, Allahın lûtfudur. ölürsem, rahmet de Ondandır”.

Böyle bir muharebeye, ancak vicdanî kanaat ile girilebileceğini Alparslan bilmekde idi. Askere, savaşa girip girmemekde serbest bırakan şu sözler ile hitâb etmişdi:

“İsteyen geri dönsün. Burada Allahdan başka emir ve nehiy sahibi sultan yokdur”.

Alparslan, tek başına hücûma-geçerek, gaza için askerine örnek oldu. Cuma günü, hatîblerin islâm orduları için duâ ettiği saati bekledi. Az sayıda Müslümanların büyük bir kuvvete gâlib geldiği Bedr gazası hakkındaki âyeti okudu ve “ok atmağa başladı. Kılıcı ele aldı, atının kuyruğunu bağladı”. Atın kuyruğunu düğümlemek, Türklerde, ölünceye kadar savaşa adanmak işâreti idi; çünkü ölenin atının kuyruğu kesilip düğümlenerek, tuğ şeklinde, mezarına dikilirdi. Alparslan’ın genç askerleri ondan geri kalmadılar. Hepsi atlarının kuyruğunu düğümlediler. Davullar gürledi ve Türk askeri hücûma geçdi. Esen rüzgârın kaldırdığı toz ile kör olan gözlerden, Alparslan’ın tabiri ile “yaşlar boşandığı”, “ciğerden kan akdığı” o günün akşamında, Malazgirt şehîdleri ve gâzîleri, bize vatanımızı bağışlamış oldular. Gâzîlerin açdığı kapıdan Türkler Anadoluya ilerledi. Erzurum , Konya, Kayseri, Sivas, Alâiyye, Akdeniz ve Ege sahillerinde Türk âbideleri, câmiler, medreseler, şifâhâneler, hanlar , türbeler yükselip bu illerde Türk mimârisinin kurulduğuna işâret etti. Mütefekkirler, edîbler eserler vücûda getirdi . Anadoluda Türk medeniyeti Malazgirt şehid ve gazilerine mükâfat olarak teşekkül etti.

Türkçe Tarih

Biz Eskiden Türk Olduğumuzu Bilmezdik!

Önceki yazı

Preveze’de Turgut Reis

Sonraki yazı

Bu yazılar da ilginizi çekebilir

Yorumlar

Bir yorum yaz

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Daha fazla yazı Askeri Tarih