36. Osmanlı padişahı VI. Mehmed ya da daha çok bilinen adıyla Vahîdeddin, Kurtuluş Savaşı sırasında izlediği tutum ve siyaseti nedeniyle, Türk tarihinin en tartışmalı isimlerinden biri olmuştur. Aradan geçen bunca zamana rağmen tartışmalar, bitecekmiş gibi de görünmüyor.
Resmi tarih anlatımında, çeşitli yayınlara ve arşiv belgelerine göre Kurtuluş Savaşı’na karşı olanların başında son Osmanlı Padişahı Vahîdeddin geliyor. Vahîdeddin, Atatürk’ün kaleme aldığı Nutuk başta olmak üzere, birçok kitapta “hain” olarak niteleniyor. Buna karşılık bazı kimseler, Sultan Vahîdeddin’in asla hain olmadığını, Kuvâ-yi Milliye’ye yardım ettiğini ve hatta Kurtuluş Savaşı’nı onun başlattığını ileri sürüyor.
Peki gerçekten öyle mi?
Son ana kadar İngilizlerden medet umarak tahtında kalan Sultan Vahîdeddin’in, yurt dışına firar ettikten sonra kendisinin kaleme aldığı ve Mısır’da El-Ahram gazetesinde yayınlanan Mekke Beyannamesi’ni ve süregelen tartışmalara bir cevap oluşturması bakımından bu beyannamenin içeriğini konuşacağımız bir yazı hazırladık sizlere.
16 Nisan 1923 tarihinde yayınlanan bu beyanname metnini konuşmaya başlamadan önce, gelin Vahîdeddin’in yurttan ayrılışını ve bu süreçte yaşanan olayları kısaca bir hatırlayalım.
Vahîdeddin, amcası Abdülaziz ile ağabeyleri V. Murat ve II. Abdülhamid’in tahttan indirilmesinden ve Yusuf İzzettin Efendi’nin 1 Şubat 1916 tarihinde intihar etmesinden sonra, 55 yaşındayken veliaht olur. Vahîdeddin’in birinci veliahtlığı 2 yıl 5 ay sürer.
Mustafa Kemal Paşa ile Vahîdeddin’in ilk defa görüşmeleri, Sultan Mehmed Reşad’ın rahatsızlanması sebebiyle, yerine veliaht olarak ziyarete gittiği Almanya gezisi sırasında yaşanıyor. Bildiğiniz gibi bu Almanya ziyareti 15 Aralık 1917’de başlamış ve 4 Ocak 1918 tarihinde bitmiştir.[1] Yani sadece 20 gün.
3 Temmuz 1918 Çarşamba günü kalp yetmezliğinden 73 yaşında ölen padişah Mehmed Reşad’ın ardından, 58 yaşında Vahîdeddin padişah olur.
Osmanlı İmparatorluğu’nu, Birinci Cihan Harbi’ne sokmuş ve bu suretle bir uçurumunun önüne getirmiş olan İttihat ve Terakki Fırkası’nın iktidarı, 8 Ekim 1918 Salı günü Sadrazam Talat Paşa’nın istifası ile son bulmuştu.[2]
Vahîdeddin’in tahta çıkmasından 118 gün, yani sadece 3 ay 26 gün sonra, Osmanlı Devleti 30 Ekim’de Mondros Bırakışmasını imzalamış ve Birinci Dünya Savaşı’nda teslim olmuştu.
O halde Birinci Dünya Savaşı’nın son günlerinde tahta geçmiş olan Vahîdeddin’den, Türkiye’nin savaş neticesinde uğradığı musibetlerin sebebini sormamız doğru ve adil bir davranış olmaz.
İttihat ve Terakki Fırkası son kongresini 120 kadar üyesi ile birlikte 1 Kasım günü yapmış ve parti ileri gelenleri olan Enver, Cemal ve Talat Paşalar, aynı günün gecesi ülkeden firar etmişlerdi.[3]
6 Kasım 1918’de İngilizlerle Fransızlar, 1915’te çetin deniz ve kara savaşlarıyla ele geçiremedikleri Çanakkale Boğazı’nı işgale başladılar. Memleketi içinde bulunduğu bu felaket girdabından kurtarma işi, artık padişah Vahîdeddin’in vereceği siyasi kararlara bağlıydı.
Padişah Vahîdeddin’in İttihatçı karşıtı olduğu kesindi.[4] Nitekim Hüseyin Rauf, son kez Padişahın huzuruna çıkmış, ama bu görüşme pek olumlu geçmemişti. Rauf Bey’in, basında Damat Ferit hakkında yayınlanmış olan yazıları Vahîdeddin’e hatırlatması üzerine sükunetini bozarak ayağa kalkan Padişah, görüşmenin sona erdiğini anlatmak istemiş ve daha sonra Rauf Bey’in gözlerinin içine bakarak: “Beyefendi, ortada bir millet var, koyun sürüsü! İdaresi için bir çoban lazım. O da benim” demişti.[5]
12 Kasım 1918 Salı günü Fransızlar İstanbul’a bir tugay asker soktu. 13 Kasım 1918 Çarşamba günü, İngiliz, Fransız, İtalyan ve Yunan gemilerinden meydana gelen 61 parçalık İtilaf donanması, boğazlardan geçerek Dolmabahçe Sarayı önünde demirledi.[6]
Osmanlı Devleti’nin başkenti İstanbul’un işgali, 13 Kasım 1918 tarihinden, 6 Ekim 1923 tarihine kadar 4 yıl 10 ay 23 gün sürdü. Aradan geçen neredeyse 100 seneden sonra bile, yaşanan işgal sürecindeki Vahîdeddin ile İngilizler arasında yapılmış haberleşmeler ve yazışmalar hala tam olarak gün yüzüne çıkartılamadı ama elimizde Vahîdeddin’in imzasını taşıyan kayda değer belgeler de yok değil.
İtilaf Devletleri adına İstanbul İşgal Orduları Başkomutanı olarak görev yapan Charles Harington’ın Kasım 1940 tarihinde yayınlanan hatıralarını okuyanlar, bu kitabın 125. sayfasında “Müslümanların Halifesi Vahîdeddin” imzasıyla, İngiltere’ye sığınma talebini dile getiren bir mektubun bulduğunu göreceklerdir.[7]
Her ne kadar General Harrington, Vahîdeddin’in “bütün Müslümanların halifesi” sıfatıyla İngilizlere iltica ettiğini, aynı gün öğleden sonra resmi bir bildiri olarak yayınlamış ve bu açıklama gazetelerde haber olarak çıkmış olsa da,[8] bazı Yeni-Osmanlıcı yazarlar, bunun doğru olmadığını söylüyorlar. General Harington kitabında bu mektubun imzalı orjinalini yayınlaması, bu hikayenin kuşku götürmez delillere dayandığını ispatladı.
Bir diğer önemli belge, Vahîdeddin’in “İstanbul’dan ayrıldıktan sonra bu ilk beyanımdır.” dediği Mekke Beyannamesi, 1982 senesinde Fransa’da çıkmış olan Turcica Dergisi’nin 14. sayısında yayınlandı.[9] Makaleyi kaleme alan kişiler önemli çalışmalar yapmış bir Türkolog olan Jean-Louis Bacqué-Grammont ve Hasseine Mammeri idi. Grammont ve Mammeri, Fransa’nın Kahire Büyükelçiliği ve Cidde Başkonsolosluğu raporlarından yararlanarak, Vahîdeddin’in Malta’dan Cidde’ye kadar olan yolculuğunun ayrıntılarını veriyorlar.
Bu makale daha sonra İletişim Yayınları’ndan aylık olarak çıkan, Nisan 1985 tarihli “Tarih ve Toplum” dergisinin 16’ncı sayısında “Altıncı Mehmet’in Sürgündeki Hac Yolculuğu ve Birkaç Bildirisi” ismiyle günümüz Türkçesiyle yayınlanmıştı.[10] Derginin içerisinde bulunan “Sâkıt Sultan’ın İslam âlemine Beyannamesi” bizim “Vahîdeddin’in Mekke Beyannamesi” olarak adlandırdığımız belgedir.
1920 yılının Ocak ayında Heyet-i Temsiliye üyesi Mazhar Müfit Kansu, Vahîdeddin’in davetiyle kendisi ile görüşmüştü. Görüşme sırasında Vahîdeddin Kansu’ya “Beyefendi, düşmandan memleketimizi kurtarmak için ne gibi çare düşünüyorsunuz?” sorusunu yönelitence “Efendimizin Anadolu’ya, hatta Bursa’ya kadar teşrifleriyle mesele hallolur…” diyerek Padişahı Anadolu’ya davet etmişti. Bu teklife sinirlenip ayağa kalkarak “Bana ulu ecdadımın başkentinden firar mı teklif ediyorsunuz?” diye cevap veren Vahîdeddin’e Mazhar Müfit Bey, “Hayır! Milletin ve vatanın bu sıkışık ve zor zamanında ulu ecdadınız gibi milletin başına geçmenizi teklif ediyorum.” demişti.[11]
Bu günlerden sonra bildiğiniz üzere Türk ordusu, 30 Ağustos 1922’de başlayan Yunan kuvvetlerine taarruzu ve devamında takip ve imha hareketi ile 9 Eylül tarihinde İzmir’e girmiş ve bunun sonucunda, 11 Ekim günü Mudanya Mütarekesi imzalanmıştı.
Artık bir barış antlaşması imzalanması için karşılıklı tarafların masaya oturması gerekiyordu ama o sıralarda Türkiye’de iki adet hükümet bulunuyordu. Biri İstanbul Hükümeti, diğeri ise Ankara Hükümeti. İtilaf Devletleri yapılacak olan barış konferansı için iki hükümeti de davet etti.[12] Bunun üzerine İstanbul Hükümeti Başkanı eski Sadrazam Ahmet Tevfik Paşa 30 Ekim’de Ankara Büyük Millet Meclisi’ne hitaben bir telgraf çekerek, konferansa birlikte katılmalarını istedi.[13] Tevfik Paşa’nın bu isteği mecliste şiddetli tepkilerle karşılaştı. Meclis zabıtlarından saatlerce konu ile ilgili tartışmaların yapıldığını anlıyoruz. Sonucunda Meclis, 1 Kasım 1922 günlü toplantısında, Saltanat ile Halifeliği birbirinden ayırarak Saltanatı kaldırmaya karar verdi.[14]
İki sene önce Anadolu’ya geçerek Milli Direnişe katılın teklifine “bana firar mı teklif ediyorsunuz” diyerek reddeden Sultan Vahîdeddin, 16 Kasım 1922’de İstanbul İşgal Orduları Başkomutanı Charles Harington’a “İstanbul’da hayatımı tehlikede gördüğümden İngiltere devleti fahîmesine (yüce ingiltere devletine), iltica ve bir an evvel İstanbul’dan mahall-i ahâra (başka yere) naklimi talep ederim efendim.” yazılı bir mektup göndererek İngiltere’ye sığınma talebinde bulundu.
Ertesi gün 17 Kasım 1922’de Malaya isimli İngiliz zırhlısı ile ülkeden ayrılarak, ilk önce Malta’ya hareket eder. İngiliz Yüksek Komiser Vekili Sir Nevile Henderson, gemide Vahîdeddin’i ziyaret ederek İngiltere Kralı Beşinci George’a iletilmek üzere herhangi bir arzusu olup olmadığını sormuştu. Vahîdeddin, gördüğü misafirperverliğe teşekkür ederek krala ne padişahlıktan ne de halifelikten feragat etmediğinin söylenmesini istemişti ama 20 Kasım 1922 Pazartesi günü Malta adasına ayak bastıklarında, İngilizler kendisini en düşük düzeydeki devlet temsilcisi onuruna düzenlenen bir törenle karşılanmıştı. Yani artık İngilizler kendisini ne halife, ne de hükümdar olarak görmüyorlardı.[15]
Elbette, Müslüman Halifenin, Müslümanlığın baş düşmanı İngilizlere iltica ettiğinin yankıları hemen ertesi gün yayıldı. Meclis’te hararetli tartışmalar yaşandı ve Sultanın firarına cevabı, hilâfetin Vahîdeddin’in elinden fetva ile alınması ve onun yerine Abdülmecid Efendiyi getirmesi olmuştu.[16]
Bu sırada Hicaz Kralı Hüseyin, Malta’da 45 gün kalan ve adada halk içine karışmasına izin verilmeyen Vahîdeddin’e 21 Kasım tarihli bir mektup gönderir ve kendisini Mekke’ye davet eder.[17]
Hatırlayın, Osmanlı İmparatorluğu’nun atadığı Mekke Haşimi Şerifi Hüseyin Birinci Dünya Savaşı’nın ilerleyen günlerinde İngiltere tarafına geçerek ve Halife Sultan’a karşı tam bağımsızlık talebinde bulunup, Türkiye’ye cephe almıştı. 1916 yılında isyan ederek, 1918’de kendini Hicaz Kralı ilan etti. Şerif Hüseyin’in, konfederasyon şeklinde bir Arap imparatorluğu kurup, bu krallıkların başına kendi çocuklarını getirip halife unvanıyla hüküm sürmek peşinde olduğu herkesçe biliniyordu.[18] Kendi çıkarları için İngilizlerle bir olup Türk askerini arkadan vurmuş, devletine ve hükümdarlığına baş kaldırmış böyle birisinin bu davetini, Altıncı Mehmed hemen kabul ettiğini bir telgrafla bildirir.
Bu ziyaretin gerçekleşebilmesi için de, İngiliz Hükümeti, Vahîdeddin’in emrine Ajax Zırhlısını tahsis etti. Sultan 5 Ocak günü bu zırhlı ile Mekke’ye doğru hareket eder. 9 Ocak 1923 tarihinde Kuzey Mısır’da Akdeniz kıyısında ve Süveyş Kanalı yakınlarında bir kent olan Port Said’e gelir. Burada kendisini Hüseyin’in oğullarından Şark-ül-Ürdün Emiri Abdulah’ın başkanlığındaki bir heyet karşılar. Tek sorun bundan sonra İngilizlerin seyahat için kendisine savaş gemisi vermek istememesidir. Bunun sebebi ise İngilizler halife unvanı taşımış olan kişiyi kutsal topraklara kendi gemileriyle, kendilerinin bir adamı gibi götürmenin yanlış olacağını düşünmeleriydi.[19]
Ertesi gün Vahîdeddin ile beraberindekiler Süveyş’e, oradan 11 Ocak’ta bir başka gemiyle Cidde’ye doğru yola çıkarlar. Nihayet Cidde’ye 15 Ocak sabahı varılır.
Kral Hüseyin ve Veliahtı Ali vapura çıkarak Vahîdeddin’i karşılarlar ve şehre kadar kendisine refakat eder. Yalnız, bu karşılayışta gerçekleştirilen itibar ve saygı gösterisinde bir farklılık, eksik bir detay bulunmaktaydı. Normalde, bu gibi merasimlerde Peygamberin sancağının açılması adeti vardı. İşte Kral Hüseyin’in Vahîdeddin’in halifeliğini tanımadığının mesajı bu ince detayda yatıyordu.[20]
Vahîdeddin’i Cidde’de karşılayanlar arasında sadece Osmanlı Devleti’ne başkaldırıp kendisini Hicaz Kralı ilan eden Şerif Hüseyin bulunmuyordu. Sevr Antlaşmasını imzalayanlardan şair ve filozof Rıza Tevfik (Bölükbaşı), Teal-i İslam Cemiyeti kurucusu ve İngiliz Muhipleri Cemiyeti üyesi olan sabık şeyhülislâm Mustafa Sabri Efendi gibi kişiler bulunuyordu. Mustafa Sabri’yi bir başka çalışmamızda detaylı anlatmayı düşündüğüm için burada kısaca birkaç bilgi vererek değinmek istiyorum. Kendisi Yozgat Mutasarrıf Vekili ve Boğazlıyan Kaymakamı Kemal Bey’in idamına fetva veren Şeyhülislâm’dır ve aynı zamanda ulusal çıkarlarımızla bağdaşmayan, ulusal birlik ve beraberliğimizi bozucu, işgalci devletlerin destek ve yardımlarıyla kurulan ve Milli Mücadele aleyhinde pekçok bildiri dağıtarak faaliyetler gösteren Tealî-i İslam Cemiyeti Başkanı olduğunu görüyoruz. Bu Cemiyetin diğer yöneticileri ise İskilipli Mehmet Atıf (İkinci Başkan) ve Said-i Kürdi idi.[21]
Vahîdeddin Cidde’de birkaç gün kaldıktan sonra, Emir Ali refakatiyle Taif’e hareket etti. Bu şehirde iki aydan fazla kalacaktı. Paris’te Dışişleri Bakanlığı’nın arşivlerinde bulunan belgelerinde bulunan Cidde Konsolosluğuna ait yazışmalar içerisinde bulunan 12 Mart 1922 tarihli bir dosyada VI. Mehmed’in Halife Sultan sıfatıyla bütün İslam alemine hitaben yayınlamak istediği bir beyannamenin de çevirisi bulunmaktadır. Makalenin yazarları, Cidde’nin ileri gelen bir şahsiyeti henüz yayınlanmamış olan bu metnin Arapça bir nüshasını konsolosluğa gönderdiğini yazıyor.
Devamında ise beyannamenin yayınlanmasıyla ilgili eldeki tek kanıtın, Kahire’de çıkarılan el-Ahram gazetesinin 29 Şaban 1341’e rastlayan 16 Nisan 1923 tarihli 14024 sayılı nüshasında, tek başlık altında üç sütun üzerine yer alan metin olduğunu söylüyor.
Halbuki o günlerin yabancı basınını taradığımız zaman, Vahîdeddin’in bütün İslam alemine hitaben kaleme almış olduğu bu bildirinin, pek çok yabancı basına ulaştığını ve 6 gün kadar sonra da Tevhid-i Efkâr Gazetesi’nde Türkiye’de de yayınlanmış olduğunu tespit edebiliyor ve kanıtlayabiliyoruz.[22]
Bu beyanname pek çok defa yeni yazıya da aktarıldı ve bir çok kitabın içerisinde tam metin olarak bulunmakta.
15 Ekim 1978 tarihinde Kadir Mısıroğlu’nun çıkardığı Sebil Dergisinde,[23] Tarih ve Toplum Dergisinin Nisan 1985 tarihli 16. sayısında, 1990 yılında İletişim Yayınlarından çıkan Refik Halid Karay’ın Bir Ömür Boyunca isimli kitabında,[24] yine İletişim Yayınları arasından çıkan Hüseyin Kazım Kadri’ye ait Meşrutiyet’ten Cumhuriyet’e Hatıralarım isimli hatırat kitabında,[25] yine Kadir Mısıroğlu’nun yayınladığı Lozan Zafer mi Hezimet mi? isimli eserin 3. cildinde,[26] Murat Bardakçı’nın 1998’de yayınlanan Şahbaba isimli kitabında,[27] 2013 senesinde Derin Tarih Dergisinin eki olarak Ben Hain Değilim başlığı ile[28] ve son olarak Metin Hülagü’nün 2016 yılında Timaş Yayınları arasından çıkan Yurtsuz İmparator Vahîdeddin isimli kitabında[29] Vahîdeddin’in bu beyannamesinin metni yayınlamıştır.
Günümüzde “Milli Mücadeleyi başlatması için Mustafa Kemal Paşa’yı Anadolu’ya gönderen Vahîdeddin’dir.” diyenler, “İngilizlerin tepkisini çekmemek için Vahîdeddin, Ankara Hükümetini ve Milli Mücadeleyi el altından desteklemek zorunda kalmıştır” diyerek, Vahîdeddin’in aslında Kuvâ-yi Milliye’yi desteklemiş olduğunu ileri sürenler bulunmakta… Durum böyle olunca, Vahîdeddin’in Mekke Beyannamesinin toplumumuzda tam olarak bilinmediği anlaşılıyor. Ya da belki de işlerine gelmediği için pek fazla üzerinde durmuyorlardır.
Bu kadar bir ön bilgiden sonra, şimdi isterseniz gelin Mekke Beyannamesinde Vahîdeddin’in söylediklerine birlikte bir bakalım. Beyanname metninin tamamı ortalama 12 kitap sayfası kadar tuttuğu için burada sizlere özetleyerek önemli yerleri aktaracağım. Tam metni takip etmek isteyen arkadaşlar buradan okuyabilirler:
Birinci paragrafta “Başlangıcında devletimizin katılmasına kesinlikle razı olmadığım ve devam ettiği süre boyunca da elimde bulunan bütün vasıtalarla tahribat ve zararlarını azaltmaya çalıştığım Birinci Dünya Savaşı’nın korkutucu sonuçları kendisini göstermeye başladığı zamanda, biraderim Sultan V. Mehmed vefat ettiği zaman Osmanlı Anayasasının verdiği hakka dayanarak Hilafet ve Saltanat makamına geçtim. Bütün cephelerimizin birbiri ardı ardına yenilgilere uğraması ve hiçbir galibiyet ümidi kalmamış olan bu korkunç savaşın uzaması; güya Meşrutiyet rejimini ilan ve uygulama iddiasıyla 1908 yılından beri idarenin başında bulunan İttihat ve Terakki yönetiminden aşırı ve sözü geçen kısmının savaştan yararlanarak memlekette yol açtığı yağma, rüşvet ve anlaşılmayan maksatlarla yer yer gerçekleştirdikleri yangınlar (Ermeni olaylarını kastediyor) sebebiyle başkentten en uzak sınıra kadar, memleketin her noktasında milletin varlığı erimekte ve milletin yaşam dayanakları korkunç bir şekilde heder olup gitmekteydi. Bu feci durum karşısında yapılması gereken hedef ve gaye; barış ve huzurun tekrar getirilmesinden başka bir şey olamazdı. Bu amacın gerçekleşmesi için de hiçbir geciktirmeye izin verilmemiş mümkün olan her çareye başvurulmuştur. Fakat savaşın devamından şahsi menfaatler elde eden ve memleketimizin hak ve hukukuna tecavüze alışmış olan o zamanın hükümeti ve yine o diktatör hükümetin etrafında oluşmuş olan ihanet şebekesi çalışmalarımın sonuçsuz kalmasına ve kendi kafalarına göre barış görüşmelerine girişerek, elde edilebilecek faydaları ve elverişli şartları yok etmişler ve muhterem milletin mazlum kanını sebepsiz yere ziyan olmasına engel olacak fırsatı bırakmamışlardı.”
İngiliz belgeleri, padişah Vahîdeddin’in daha tahta çıkar çıkmaz, “hangi koşullarla olursa olsun” barış yapmak için birçok kez uğraştığını doğrulamaktadır.[30]
Gördüğünüz gibi Vahîdeddin burada Birinci Dünya Savaşına girilmesinden, sürdürülmesinden ve yenilginin kesinleşmesinden sonra daha elverişli bir ateşkes anlaşmasının yapılamamasının sebebi de dahil olmak üzere İttihat ve Terakki Partisi ileri gelenlerini sorumlu tutuyor. Çünkü kendisi Mondros Mütarekesi’ni yapmak için gidecek olan heyetin başına kayınbiraderi olan Damat Ferit’i gönderme taraftarıydı. Sadrazam İzzet Paşa, Padişahın bu isteğini ‘çılgınlık’ olarak nitelemişti; ama Vahîdeddin bu isteğinde diretmişti. İzzet Paşa, kabineye danıştıktan sonra Damat Ferit’i bu göreve getirmeye karşı çıkmış; heyetin başkanlığına Deniz Bakanı Hüseyin Rauf’u atamıştı.[31]
Sanıyorum ki, Vahîdeddin’in düşüncesine göre “daha elverişli bir ateşkes antlaşmasını” Damat Ferit Paşa yapabilirdi. Bu isteğinin kabul edilmemesi Vahîdeddin’in endişesi saltanatının sona ermesiydi.[32]
“Asayiş meselesi ileri sürülerek gerekli gördükleri herhangi bir yeri işgal etme hak ve yetkisini İtilaf Devletlerine veren özel maddesiyle Adana, Musul, Antalya, İstanbul ve İzmir işgalleri gibi sonraki bütün felaketlerin kaynağını oluşturan söz konusu mütarekenin imzalanması mağlubiyet ve mecburiyetimizin zorunluluğu olduğu hâlde, daha sonraları İzmir’in işgal edilmesi dolayısıyla beni itham edenlerin bakış açısına göre; bu işgallere dayanak teşkil eden Mondros Ateşkesini imzalamaya bizzat katılan Rauf (Orbay), Fethi (Okyar) ve askerî bakımdan devleti böyle bir acı mecburiyete düşürmekte cidden katkısı bulunan Mustafa Kemal gibi bugünkü Millî Mücadele reislerinin sorumlu tutulması ve itham edilmesi gereklidir.”
Adana, Musul, Antalya, İstanbul ve İzmir işgalleri gibi sonraki bütün felaketlerin kaynağını oluşturan Mondros Ateşkesinin imzalanmasından Rauf ve Fethi Bey’i suçlamaktadır. Vahîdeddin’in ateşkes anlaşmasını Osmanlı Devleti adına heyet başkanı olarak görüşen ve imzalayan Rauf Bey’i suçlamasını anlayabiliyorum ama “anlaşmanın imzalanmasına bilfiil katıldığını” söylediği Fethi (Okyar) Bey’i suçlamasını anlayamıyoruz. Çünkü, Fethi Okyar, mütareke görüşmelerine katılmamıştır. Dolayısıyla imza atanlar arasında da adı bulunmuyor.[33]
“Çünkü gerek bu ateşkesin imzasında ve gerek ondan sonraki bütün sorunlarda Osmanlı Anayasasının gereği olarak sorumluluğu bulunmayan hükümdarlık makamı için iktidardaki hükümetin arz ettiğini onaylamak gerekliliği gibi karşı çıkılamayacak kadar kesin bir sebep bulunduğu halde, ne kendi eliyle yazıp imzaladığı ateşkesin uygulanması demek olan bu felaketlere karşı sonradan muhalefet edilmesine ön ayak olmak küstahlığını gösteren Rauf Bey için, ne de devletin belli başlı mevcut kuvvetlerinin büyük bir kısmını esir vererek alçakça Toros Dağları eteklerine sığınması yüzünden, ateşkes imzalanmasını kaçınılmaz bir hale getiren Mustafa Kemal için kabul edilebilir hiçbir mazeret mevcut değildir. İşte Osmanlı tahtına oturuşumdan sonra ilk siyasi adımı teşkil eden Mütarekeye kadar meydana gelen olaylar karşısında benim durumum budur.”
Osmanlı Devleti’nin savaşta askeri olarak yenilmesini ve aldığı yenilgi yüzünden bu ateşkesin imzalanmasına sebep olduğu için de Mustafa Kemal Paşa’yı suçlamaktadır. Bununla ilgili ayrı bir video yapmayı düşündüğüm için bu konuyu şimdilik atlıyorum. Bildirideki bu idda için, Fransız yazarın makalesinde yer alan koyduğu dipnotu vermekle yetiniyorum: “Gerçeğe aykırılığı son derece açık olan bu iddiaları reddetmeyi fuzuli görüyoruz.” Kendisinin bir sultan olarak ise önüne geleni onaylamaktan başka bir gücü olmadığını ileri sürmekle birlikte, onayladıklarından da sorumlu tutulmaması gerektiğini belirtmekte.
Vahîdeddin devamında, “Ateşkesten sonra yürüttüğüm siyaset ise geri alınması mümkün olmayacak bir adım atmaktan kaçınmak, bir taraftan içeride makul ve ölçülü bir ıslahata ve icraata hız vermek, diğer taraftan da dışarıda siyasi girişimlere devam ederek aleyhimizdeki genel öfkenin bertaraf edilebileceği uygun zamanı bekleyebilmek için vakit kazanmaktan ibaretti.” diyor.
Bu cümleden, Vahîdeddin’in uyguladığı siyasetin, işgallere Mustafa Kemal Paşa gibi karşı koymak gibi bir düşüncesinin bulunmadığını anlıyoruz. “Vahîdeddin Kurtuluş Savaşı’nı başlattı veya Kurtuluş Savaşı’nı destekledi” diyerek tarihi çarpıtan kişilere karşı, Vahîdeddin’in kendisi amacının geri alınması mümkün olmayacak bir adım atmaktan kesinlikle kaçınmak ve aleyhimizdeki genel öfkenin bertaraf edilebileceği uygun zamanı bekleyebilmek için vakit kazanmaktan ibaret olduğunu söylemektedir.
Peki Padişah Vahîdeddin, vakit kazanmak istediğini söylüyor ama bunun sonucunda Yunan işgallerine karşı koyup, İngilizleri vatan toprağından temizlemek için bir planı bulunuyor muydu? Bunu nasıl başaracaktı? Vahîdeddin İngilizleri vatandan atmak değil, aksine Anadolu’nun her yanına yerleştirmek ve Türk ordusunu İngilizlerin yetkisi altına bırakmayı istiyordu. Mondros’un imzasından sadece 47 gün sonra Vahîdeddin’in güttüğü politikanın detayını, İstanbul’daki İngiliz Genel Karargahından İngiltere Askeri İstihbarat Şefine çekilen 16 Aralık 1918 tarihli şu gizli telgraftan öğreniyoruz:
“Bugün Genel Karargâh’a gelen Sami Bey, Padişah ve Dışişleri Bakanı adına, İngiltere’nin, Türkiye’nin yönetimini en erken vakitte devralmasını; barış yapılıncaya kadar beklenirse çok geç kalınmış olacağını söylemiştir. Sami Bey, Arabistan’da İngiliz yönetimi kurulmasını istiyor. Denetim amaçları için ülkenin iç bölgelerine İngiliz subayları gönderilmesini; yönetime yardımcı olmak üzere İngiliz yetkilileri sevk edilmesini diliyor. Kafkasya’daki Türk askerleri Bizim (İngilizlerin) emrine verilecektir; görevine son verilmesini istediğimiz her subay görevden alınacaktır.” [34]
“İzmir’in işgali hadisesinin karşısında kabul ve takip ettiğim siyaset ve gaye de vakit kazanmaktan başka bir şey değildi. Çünkü bu işgal, üç büyük devletin kesin ve ani bir kararına dayandığı gibi mesele de, büyük devletler meselesi olarak görünmekteydi”
Vahîdeddin’in güttüğü siyaset, işte bu teslimiyetçi zihniyetti. Üç büyük devlet: İngiltere, Fransa ve İtalya Yunanistan’ın İzmir’i işgal etmesine karar ve izin vermiş, o halde Osmanlı padişahına göre yapacak bir şey yok. O sırada bir çok Türk’ün ocağı sönecek, beşikteki bebekleri süngüden geçirilecek, karısının-kızının ırzına geçilecek, Osmanlı padişahı vakit kazanmak için uygun zamana kadar bekleyecekmiş.
Vahîdeddin bildirisinin devamında “Olayın Yunan meselesi haline dönüşmesi, Yunanistan’daki siyasi durumun değişmesi ve üç büyüklerin aralarının açılmasından sonra ortaya çıktı. Ondan önce bu mesele, büyük ve galip devletlerin ortaklaşa verdikleri kesin bir kararın tebliği niteliğinde olduğu için hakkımızdaki genel hıncın geçeceği zamana kadar beklemek ve siyasi girişimlerle yetinmek, doğru bir yol olarak görünüyordu. Mesele, Yunan meselesi halini aldıktan sonra, harpte mağlup olmamak şartı ile direnme gösterilmesine ben de taraftar idim.” demekte ve anakronik bir çıkarım yapmakta.
Vahîdeddin bahsettiği Yunanistan’daki siyasi durumun değişmesi, yani Venizelos’un iktidardan ayrılarak yerine Konstantin’in kral olarak tahtına geri dönmesi Kasım/Aralık 1920’de gerçekleşiyor. Üç büyük devlet olarak tabir edilen, İngiltere, Fransa ve İtalya’nın aralarının açılması çok daha sonra gerçekleşmiştir. İngiltere ile Fransa arasında bir gerginlik yaratan Ankara Antlaşmasının tarihi ise 20 Ekim 1921’dir. Bu iki olay arasında bir yıl kadar bir fark bulunmakta.
20 Ekime kadar neler olduğunu hatırlıyor musunuz?
I. Viyana Kuşatması ile başlayan Türk geri çekilmesi, 13 Eylül 1921 günü Sakarya Meydan Muharebesi’nin kazanılması ile durmuş ve üstünlük Türk tarafına geçmişti.
Vahîdeddin “bundan sonra harpte mağlup olmamak şartı ile direnme gösterilmesine ben de taraftar idim.” dediğine göre, Ekim 1921’e kadar, Anadolu’daki direnişe hiçbir destek vermediğini ve genel siyasetinin bekleyip, aleyhimizdeki genel öfkenin geçmesi için vakit kazanmak olduğunu kendisi belirtmektedir!
Nerede Mustafa Kemal’i Milli Mücadele’yi başlatması için Anadolu’ya yollayan, Milli Mücadeleyi planlayan, destekleyen Vahîdeddin’dir masalını uyduranlar?
“Nitekim bu düşünceyle Kuva-yı Milliye’ye sempatisi olan birtakım kabineleri de iktidar mevkiine getirdim” diyor.
VI. Mehmed’in padişahlığı sırasında pek çok defa hükümet değişikliği gerçekleşmiştir. Bunlardan Damat Ferit Paşa’nın güttüğü İngilizci ve kesinlikle Kuvâ-yi Milliye karşıtı olduğunu herkes kabul etmekte. Geriye kalan diğer hükümetlerin de Ankara politikasını hiçbir zaman desteklemediği, iktidarları süresince, saltanata ve Vahîdeddin’in İngilizci politikasına bağlı kaldıkları kısa bir araştırma yapılarak bulunabilir.
- İzzet Paşa Hükümeti (14 Ekim 1918 – 11 Kasım 1918)
- Tevfik Paşa Hükümeti (11 Kasım 1918 – 12 Ocak 1919)
- İkinci Tevfik Paşa Hükümeti (13 Ocak 1919 – 3 Mart 1919)
- Birinci Damat Ferit Hükümeti (4 Mart 1919 – 15/16 Mart 1919)
- İkinci Damat Ferit Hükümeti (19 Mayıs 1919 – 20 Temmuz 1919)
- Üçüncü Damat Ferit Hükümeti (21 Temmuz 1919 – 1 Ekim 1919)
- Ali Rıza Paşa Hükümeti (2 Ekim 1919 – 8 Mart 1920)
- Salih Paşa Hükümeti (8 Mart 1920 – 4 Nisan 1920)
- Dördüncü Damat Ferit Hükümeti (5 Nisan 1920 – 30 Temmuz 1920)
- Beşinci Damat Ferit Hükümeti (31 Temmuz – 17 Ekim 1920)
- Üçüncü Tevfik Paşa Hükümeti (21 Ekim 1920 – 4 Kasım 1922)
Elimizde bulunan bütün bilgi ve belgeler gösteriyor ki Vahîdeddin ve İstanbul yönetimi, son ana kadar, İngilizlerin lütfuna ümit bağlamış ve emperyalizmin suyuna gitme politikası izleyerek teslimiyetçiliği seçmiştir.
Vahîdeddin’in bütün İslam alemine ithafen yazdığı bildirisinde “Mustafa Kemal, bağlı olduğu devlete itaat etmekten çıkmış ve Anadolu’da birçok ak sakallı müftülere varıncaya kadar asıp kesmek gibi kıyımları ile milli görevler sınırını aşarak, milletin başına bela kesilmişti.” demektedir.
Mustafa Kemal Paşa eğer Anadolu’ya geçip Milli Mücadeleyi başlatarak bağlı olduğu devlete itaat etmekten çıktıysa, acaba Vahîdeddin ona direnişi başlatma emri vermediğini mi söylemek istiyor?
O günlerden bu günlere anlaşılan pek fazla bir şey değişmemiş. Milli Mücadele ve Atatürk karşıtlarının en çok tekrarladığı iftiralardan bir tanesi olan Anadolu’da birçok ak sakallı müftülere varıncaya kadar asıp kesmek gibi kıyımlar yapıldı iddiasını Vahîdeddin de beyannamesine eklemiş.
Bu konuda, en değerli araştırmayı yapmış olan Prof. Dr. Ali Sarıkoyuncu hocamızın Milli Mücadelede Din Adamları isimli iki ciltlik eserine bakmanızı tavsiye ediyorum. Sarıkoyuncu sayıları çok az da olsa kimi din adamı özellikle ilk günlerinde milli direnişe pek sıcak bakmamış ve hatta bir kısmının aleyhte davrandığını söylemiştir.[35] Bu kişilerden de bir kısmı düşmanla işbirliği yaptıkları ve Anadolu’da baş gösteren direnişi kırmaya çalıştıkları için asılmışlardır. Ak sakalı olduğu için değil!
“Tıpkı İzmir hadisesi gibi Sevr Antlaşması’na ait devletlerin teklifi de, Yunanistan’da siyasi durumun değişmesinden ve Müttefiklerin aleyhimizdeki şiddetli anlaşmalarının bozulmalarından önce ve hiçbir noktasında değişikliğe izin verilmeksizin, yirmi dört saat içinde, ya tümüyle kabul ya da reddedilmesi hakkındaki baskı ve tehditleri içerdiğinden, gayet kritik ve tehlikeli biçimde teklif edilmişti.”
Bir önceki yazımda Sevr Barış Antlaşmasını detaylı bir şekilde ele almış ve hem hazırlık aşamasında, hem de imzalanmasından sonra yaşananları sizlere aktarmıştım.
Kabul edilmesi istenen Barış antlaşmasının metni Tevfik Paşa başkanlığındaki Osmanlı heyetine 11 Mayıs 1920 tarihinde Paris’te tebliğ edildi. Cevabın en geç bir ay içerisinde yazılı olarak verilmesi istenmişti. Sonrasında İtilaf Devletleri gerekli olan bu süreyi 26 Haziran 1920’ya kadar 15 gün daha uzattılar. Osmanlı Devleti barış şartlarını değiştirilmesi talebinde bulundu. Anlaşmanın değiştirilmesi talebine karşılık İtilaf Devletleri, 17 Temmuz’da barış antlaşmasını imzalamak veya reddetmek üzere, 27 Temmuz akşamına kadar 10 gün daha süre verdi. Nihayetinde antlaşma, tebliğinden tam üç ay sonra, 10 Ağustos 1920’de Paris’te imzalandı.[36] Yani Vahîdeddin’in iddia ettiği gibi 24 saatte değil.
“Bununla birlikte ben, Sevres Antlaşmasını, kesinleşmiş sayılacak biçimde onaylamadım. Antlaşmanın kesinlik kazanması, Meclis’in kabulünden sonraki onayıma bağlı olduğunu, ayrıca hak ve adaletle bağdaşmayacak olan böyle bir antlaşmanın devam edemeyeceğini ve yerleşemeyeceğini bildiğimden, hakkımızın anlaşılacağı uygun zamanın gelmesine kadar vakit kazanmak için anlaşmanın hükümetçe kabulüne taraftar göründüm.”
Vahîdeddin Barış antlaşmasının Osmanlı hükümetince imzalanmasını kabul ettiğini apaçık söylemekte. Bunun sebebi ise vakit kazanmakmış. Söylediğine göre hak ve adaletle bağdaştırılamayacak böyle bir anlaşmanın devam edemeyeceğini kendisi biliyormuş… Peki Osmanlı hükümetinin imzaladığı bu barış şartlarının hak ve adaletle bağdaşmadığına kim karar verecekti? Anlaşmayı imzaya zorlayan düşman devletler mi? Ordusunu Ankara üzerine yürüterek anlaşmayı zorla uygulamatmaya çalışan Venizelos mu?
Sevr Antlaşmasını geçersiz kılan, İstanbul yönetiminin, katılanların öldürülmesinin farz olduğunu ilan ve komutanlarının çoğunu da gıyabında idama mahkum ettiği TBMM ordusuydu!
“Mondros Mütarekesi, İzmir hadisesi, Sevr Antlaşması gibi farklı bir görüşle karşıladığım olaylardan sonra ortaya çıkan meselelerde, meşrutiyet gereklerine uygun davrandım ve bu sebeple, çeşitli hükümetlerin çeşitli ve belki de farklı görüşlerine saygı duydum. Mustafa Kemal’i Anadolu’ya gönderen ve daha sonra bağlı olduğu devletini tanımadığı için bastırılması amacıyla üzerine askeri kuvvet gönderilmesini gerekli bulan kabinelere uymamın sebebi, iktidardaki hükümet ile hükümdarlık makamının karşılıklı ilişkilerine ait Meşrutiyetin gereklerinden ayrılmamak isteği ve bazı zorunlu siyasi sebepler rol oynamıştır.”
Beyannamede yazdıklarına göre, Mustafa Kemal Paşa’yı Anadolu’ya gönderenin ve sonrasında tepelenmesi için Anadolu’ya askeri kuvvet gönderenin de Vahîdeddin’in kendisi olmadığı ama iktidardaki hükümetin buna karar verdiği anlaşılıyor. Vahîdeddin bakanların aldığı bu karara uyuyor. Kısacası, Mustafa Kemal’in Anadolu’ya geçişi Vahîdeddin’in planladığı bir olay değil. Dahası İstanbul hükümetinin Anadolu’da işgale karşı direniş gösteren vatanseverlerin üzerine asker göndermiş olduğunu da kabul etmekte ve kendisinin bu kararı da onaylamış olduğunu görüyoruz.
“Ankara ile İstanbul arasındaki ikiliğin ortadan kaldırılması için bu gibi fedakarlıklardan geri durmamakla birlikte, hilafetin saltanattan ayrılması ve başkentin İstanbul’dan Anadolu’ya taşınması karar ve düşüncelerini uygun görmek elimden gelmemiştir.”
Söylediğine göre Vahîdeddin Ankara ve İstanbul hükümetleri arasında bulunan ikiliğin ortadan kaldırılması için fedakarlıklarda bulunmuş ama elimizdeki belgeler hiçte öyle söylemiyor.
28 Ocak 1921’de Mustafa Kemal Paşa “Zatı Şahanenin, Türkiye Büyük Millet Meclisini tanıdığını kısa bir Hattı Hümayun ile ilân buyurmalarını” istemek suretiyle Vahîdeddin’e bir şans veriyor. Vahîdeddin bu isteği kabul etmiyor. Ankara Meclisi’nin Dışişleri Bakanı Yusuf Kemal Tengirşenk 6 Mart 1922’de bir kez daha Sultandan “Meclisin tanınmasını” talep ettiğini, fakat maalesef olumlu cevap alamadığını bildirmiştir.[37]
Yani Ankara ve İstanbul Meclisleri arasındaki ikiliğin kaldırılması için değil fedakarlıklar yapmayı, Vahîdeddin bu yolda gelen teklifleri dahi reddetmiştir.
“İstanbul’un manen Ruslara teslimi ile Bolşeviklere yaranmak amacında olan ikinci düşünceleri (yani başkentin Anadolu’ya taşınması düşüncesi) de Hilafeti, İstanbul gibi siyasi ve tarihi bir dayanaktan yoksun bırakmak anlamına geldiği için kesinlikle kabul edilemezdi.”
Vahîdeddin devletin başkentinin özellikle güvenlik sebebiyle Anadolu’ya alınmak istenmesini, “İstanbul’un manen Ruslara teslim edilmesi ve bolşeviklere yaranmak” olarak yorumluyor.
“Ben o makamların özellikle hilafet makamının şeref ve haysiyetini muhafaza için geçici olarak tahtımdan, vatanımdan hatta huzur ve rahatımdan ayrı düşmeyi bile göze aldım.”
Vahîdeddin, geçici bir süreliğine tahttan ve vatandan ayrıldığını söylüyor. Hatta bunun için huzur ve rahatından bile ayrı düşmüş? Peki ülkenin istikbali ve hürriyeti için bütün güçlüklere ve yokluklara karşı canını feda etmiş olan Türk Milleti’nin şeref ve haysiyeti ne olacak?
“Ceddim Osman Gazi’den Yavuz Sultan Selim’e kadar Osmanlı Devleti namıyla Türk Saltanatı vardı, Selim’den sonra ise bu saltanat hilâfetin eklenmesiyle Saltanat-ı Muhammediyye haline gelmişti. Şimdi bana haksız yere vatana ihanet suçu isnat edenler, hilafeti hukuk ve nüfuzundan tecrit edip hükümsüz hale getirerek bu Muhammedi saltanatı yıkmış ve yalnız vatanlarına değil, bütün İslam âlemine de ihanet etmişlerdir.” demekte.
Sabık Sultan’ın düşüncesine göre, Kuvâ-yi Milliye önderleri hem kendi vatanlarına, hem de İslam Alemine ihanet etmişler.
“Ben devleti tehlikeden korumak için, özellikle Dünya Savaşına girmemizdeki aşırılıkların acısını tattıktan sonra, dış siyasette, bana karşı olanların dediği gibi korkarak, yani aşırıya kaçmadan ve acele etmeden hareket ettim. Daha doğrusu, vakit kazanmak için icap ederse kendimi feda etmeye karar verdim. Bu ılımlı ve ölçülü tutum karşısında, karşımdaki aşırılar ve her şeyi göze almış olanlar, sonuçta başarıya ulaşırlarsa, şahsen ben kaybedecektim. Fakat devlet kazanacaktı. Halbuki onlar, devlete, saltanatı-ı İslamiyesini kaybettirdiler.”
Sonucunu hepimiz biliyoruz ki, Vahîdeddin’in emperyalistlerin suyuna giderek izlediği korkak ve teslimiyetçi politika değil, “Ya istiklâl ya ölüm!” diyen yürekli vatansever kişilerin tam bağımsızlığı amaçlayan iradesi kazanmıştır.
“Eğer benim bir hatam varsa, din ve devletin bu derece yıkılmasına ve değiştirilmesine, -bazı müstesna kimseler dışında- bütün vekiller, din bilginleri ve akıl sahipleri ve memleket ileri gelenleri tarafından ses çıkarılmayacağına ve bazı alçak çıkarlar karşılığında, gizli ve açık biçimde yardım edileceğine ihtimal vermememdendir. Ben, devletin hayat ve ölümü ile herkesten çok ilgilenen aydınların, vatani ve vicdani görevlerini bu derece kötüye kullanmayacaklarını düşünmekle yanlış yaptığımı itiraf ediyorum.”
Vahîdeddin beyannamesinin sonuna doğru “Sonuç olarak şunu açıklarım ki, Hilafet meselesinin çözümü, dini, milleti, vatanı şüpheli ve karışık askerlerden ve öteki sınıflardan oluşan küçük bir azınlık ile kısmen korkutulmuş ve zorlanmış ve kısmen de olayların iç yüzünden habersiz olduğu için kandırılmış olan beş altı milyonluk Türk milletinin yetkisi içinde olmayıp, bu; üç yüz milyonluk İslam aleminin tamamını ilgilendiren büyük bir sorundur.” diyor.
Demek ki, Vahîdeddin’e göre Kuvâ-yi Milliyeci askerlerin dini, milleti, vatanı şüpheli ve karışık küçük bir azınlıkmış. Bu kişiler Türk değillermiş. Hilafetin kaldırılması veya sürdürülmesi beş-altı milyon bulunan olayların iç yüzünden haberi olmayan kandırılmış Türk milletinin de yetkisinde değilmiş. Atatürk’e ve etrafındaki vatanseverlere “bunlar Türk değiller” iftirasının atılması, daha bakın Milli Mücadele sürerken başlamış olduğunu görüyoruz.
Peki, bütün varlığı ile İngiltere’ye teslimiyeti kabul etmiş olan halifenin temsil ettiği hilafet makamının dışarıdan kullanılması nasıl engellenebilecekti? Ben Türklerin üzerinde, bütün İslam Aleminin Halifesiyim diyen Vahîdeddin’in, özellikle kendisine en çok destek veren Hintlilerin, İngilizlerden kurtulup bağımsızlıklarına kavuşmak için mücadele ettiklerini olduğundan haberdar değilmiş gibi davranmasını nasıl izah edeceksiniz?
“Bu yüzden şimdi ben, Hilafet hakkında Ankara’da ve İstanbul’da verilen gereksiz ve zorlama hükmü, kesinlikle kabul etmeyerek, bana yapılan iftiraları, yakıştıranlara tam bir nefretle reddedip geri çevirerek, memleketin ırk ve mezhep ayırmaksızın bütün ahalisinin mutluluk ve refahından başka bir emeli olmayan ve adalet ve itidalin egemen olmasını isteyen rahat bir kalb ve vicdan ve hak ve hakikatin yenilmeyeceğine dair güçlü bir iman ile sevgili vatanıma dönünceye kadar, mübarek toprağının ezelden beri arzulayıcısı olduğum Mekke ve Medine’de ve şimdilik Beytullah’ın civarında vakit geçiriyorum.”
VI. Mehmed Mekke ve Medine’de kalmak istiyor ama Fransız Dışişleri arşivindeki belgeler, İngiltere Hükümetinin, sömürgesi altında bulunan devletlerin hiçbirinin kendisini kabul etmek istemediğini ortaya koyuyor. Türkiye ve İslam alemi tarafından reddedilen Sâbık Sultan, artık büyük devletlerin tahtasında bir piyon dahi değildi.[38]
“Misafir olduğum Arabistan’ın mukaddes beldelerinin yüce hükümdarı ile temiz soylu halkı tarafından gerek benim hakkımda ve gerek vatanından ayrı düşmüş diğer hemşerilerim hakkında gösterdikleri konukseverliklerini şükür ve övgüyle yad ettiğim gibi, bulundukları seçkin ve temiz soyluluğa uygun bir şekilde hareket eden Şerif Hüseyin hazretleriyle muhterem aile mensuplarının şan ve şereflerinin yücelmesini ve bu sayede Arabistan’ın mukaddes beldelerinin ve necip sakinlerinin tarihe ziynet veren geçmişleriyle layık oldukları mutluluğa erişimlerini de samimiyetle dilerim.”
Vatanı düşman işgalinden kurtarmış, canını dişine takmış insanlara kalkıp dini, soyu sopu vatanı şüpheli diye hakaret edeceksin, İngilizlerle birlik olup senin devletinin askerini arkadan vurup ihanet etmiş ve kendisini kral ilan etmiş Şerif Hüseyin’e seçkin ve temiz diyerek şükür ve şükranla yad edeceksin, şan ve şereflerinin yücelmesini ve layık oldukları mutluluğa erişmelerini dileyeceksin…
Küçük bir anekdot; 3 Mart 1924 tarihinde TBMM tarafından Halifeliğin kaldırılmasından yalnızca 4 gün sonra, Vahîdeddin’in şan ve şereflerinin yücelmesini temenni ettiği Şerif Hüseyin 7 Mart 1924 tarihinde halife olduğunu açıklamıştı.[39]
Arkadaşlar, ben bu son cümle hakkında daha fazla yorum yapmak istemiyorum. Benim duygu ve düşüncelerime sizin tercüman olmanız için yazımızın yorumlarında size bırakıyorum.
Vahîdeddin’in Mekke Beyannamesi burada son buluyor. Kendisi İsviçre’ye gitmek istediğini bildirerek 2 Mayıs tarihinde bir ticaret gemisi ile Cidde’yi terk eder. Yolculuk sırasında fikir değiştiren Vahîdeddin İsviçre yerine İtalya’ya, Mayıs ortasında San Remo’ya gelir ve orada vefat edene kadar kalır.
Vahîdeddin’in San Remo günlerini, bir başka çalışmada ele almayı düşündüğüm için burada konuyu sizlerin yorumlarına bırakıyorum.
Kaynakça:
[1] Salahi R. Sonyel, “Gizli Belgelerde Mustafa Kemal, Vahîdeddin ve Kurtuluş Savaşı” isimli eserinde Almanya seyahatinin başlangıç tarihini Aralık 1917, bitiş tarihi ile ilgili ise “Vahîdeddin’le maiyeti 1 Ocak 1917’de İstanbul’a dönmüştü” yazmıştır. Bkz. Salahi R. Sonyel, Gizli Belgelerde Mustafa Kemal, Vahîdeddin ve Kurtuluş Savaşı Ankara: AKDTYK Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara 2010, s. 135 Halbuki, Atatürk ve Veliaht Vahîdeddin İstanbul’a dönmek üzere akşam Berlin’den trenle hareketi 1 Ocak 1918, İstanbul’a dönüş tarihi ise 4 Ocak 1918’dir. Bkz. Utkan Kocatürk, Kaynakçalı Atatürk Günlüğü, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 1. Basım, 1992, s. 61, 62 ve Turgut Özakman, Vahîdeddin, Mustafa Kemal ve Milli Mücadele, Bilgi Yayınevi, 9. Basım, Ekim 2012, s. 210
[2] Dr. Rifat Uçarol, Siyasi Tarih, Filiz Kitabevi, 4. Basım, 1995, s. 473
[3] Murat Bardakçı, Enver, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 1. Basım, Kasım 2015, İstanbul, s. 37-39
[4] Orhan Koloğlu, Sorularla Vahîdeddin, Pozitif Yayınları, 1. Basım, Eylül 2017, s. 15
[5] Rauf Orbay, Cehennem Değirmeni, Emre Yayınları, Cilt 1, Eylül 1993, s. 188
[6] Zeki Sarıhan, Kurtuluş Savaşı Günlüğü (Açıklamalı Kronoloji), Cilt 1, Türk Tarih Kurumu Yayınları, 1993, s. 1, 13, 23, 24
[7] Charles Harington, Tim Harington Looks Back, John Murray, 1940, s. 125
[8] İstikbal (18 Teşrin-i Sani 1338 / 18 Kasım 1922), sayı: 766; Tanin (18 Teşrin-i Sani 1338 / 18 Kasım 1922), sayı: 36 ak: Recep Çelik, İngiliz Korumasında Sultan Vahîdeddin’in Sürgün Seyahatleri, Çağdaş Türkiye Tarihi Araştırmaları Dergisi, Yıl 2016, Cilt 16, Sayı 33, s. 187 ve 189
[9] Jean-Louis Bacqué-Grammont, Hasseine Mammeri, Sur le pèlerinage et quelques proclamations de Mehmed VI en exil, Turcica, Revue d’études turques, XIV, Paris : Centre National de la Recherche Scientifique, 1982, s. 226-247
[10] Jean-Louis Bacqué-Grammont ve Hasseine Mammeri, Altıncı Mehmet’in Sürgündeki Hac Yolculuğu ve Birkaç Bildirisi, Tarih ve Toplum, 16. Sayı, Nisan 1985, sayfa 52
[11] Mazhar Müfit Kansu, Erzurum’dan Ölümüne Kadar Atatürk’le Beraber, Türk Tarih Kurumu, II. Cilt, 5. Basım, Ankara, 2009, s. 537-540
[12] Bilâl N. Şimşir, Lozan Günlüğü, Bilgi Yayınevi, 2. Basım, Aralık 2012, s. 10
[13] TBMM Zabıt Ceridesi, 129 İçtima, 30 Ekim 1338 (1922) Pazartesi, s. 270
[14] TBMM Zabıt Ceridesi, 130. İçtima, 1 Kasım 1338 (1922) Çarşamba, s. 292
[15] Recep Çelik, a.g.m., s. 187
[16] TBMM Gizli Celse Zabıtları, 140. Birleşim, 18 Kasım 1922 Cumartesi
[17] Murat Bardakçı, a.g.e., s. 276, 277 ve Belge 18, s. 486
[18] Umut Akçakaya, Erdal Aydoğan, Hatıralar Işığında Şerif Hüseyin İsyanı ve Hicaz Cephesi, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, Yıl 2022, Cilt 38, Sayı 106, s. 351
[19] Murat Bardakçı, a.g.e., s. 290
[20] Jean-Louis Bacqué-Grammont ve Hasseine Mammeri, a.g.m., s. 54
[21] Prof. Dr. Ali Sarıkoyuncu, Şeyhülislam Mustafa Sabri’nin Milli Mücadele ve Atatürk İnkılâpları Karşıtı Tutum ve Davranışları, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, Yıl 1997, Cilt 8, Sayı 39, s. 796
[22] Bu konuda Sayın Cengiz Özakıncı detaylı bir araştırma yapmıştır. Vahîdeddin’in kaleminden Milli Mücadele’ye, Atatürk’e ve Türklüğe iftiralar, Cengiz Özakıncı ile Tarihin Bilinmeyen Yüzü, Milli Mücadeleye Kara Çalanlar – 2 (Sultan Vahîdeddin), 7 Ağustos 2021
[23] Sultan Vahîdeddin kendini savunuyor, Kadir Mısıroğlu, Sebil Dergisi, Sayı 142, 15 Eylül 1978, s. 30
[24] Refik Halid Karay, Bir Ömür Boyunca, İletişim Yayınları, 1990, 1. Basım, Nisan 1990, s. 301-311
[25] Hüseyin Kazım Kadri, Meşrutiyet’ten Cumhuriyet’e Hatıralarım, İletişim Yayınları, 1. Basım, Mart 1991, s. 311-318
[26] Kadir Mısıroğlu, Lozan Zafer mi Hezimet mi?, Sebil Yayınları, Cilt 3, 1977, s. 125-147
[27] Murat Bardakçı, Şahbaba, İnkılab Kitabevi, İstanbul, 2006, Belge: 3, s. 447-452
[28] Ben Hain Değilim, Derin Tarih, Sayı 14, İstanbul, Mayıs 2013
[29] Metin Hülagü, Yurtsuz İmparator Vahîdeddin, Timaş Yayınları, 2016, s. 175-
[30] Gotthard Jäschke, Kurtuluş Savaşı ile İlgili İngiliz Belgeleri, çev: Cemal Köprülü, Türk Tarih Kurumu Yayınları, 3. Basım (tıpkıbasım), Ankara, 2011, s. 1
[31] Salahi R. Sonyel, a.g.e., s. 3
[32] Orhan Koloğlu, a.g.e., s. 33
[33] “Murahhaslığa Bahriye Nazırı Rauf (Orbay), Hariciye Müsteşarı Reşat Hikmet, o zaman İzmir’de bulunan Kurmay Yarbay Sadullah beyler intihap edildi. Heyetin katipliğine ben tayin olundum. Heyetin refakatinde Rauf Bey’in yaveri bahriye zabitlerinden Sait Bey bulunmakta idi. General Townshend ile birlikte önceden giden bahriye zabitlerinden Tevfik Bey de heyete İzmir’de katıldı.” A. Türkgeldi, Mondros ve Mudanya Mütarekeleri Tarihi, s. 31 ak: Turgut Özakman, Vahîdeddin, Mustafa Kemal ve Milli Mücadele, Bilgi Yayınevi, 9. Basım, Ekim 2012, s. 400
[34] İDA, FO 371/3421/214122: İngiliz Genel Karargahından İngiltere Askeri İstihbarat Şefine gizli telgraf, İstanbul, 16.12.1918. ak: Salahi R. Sonyel, a.g.e., s. 12,13
[35] Prof. Dr. Ali Sarıkoyuncu, Milli Mücadelede Din Adamları, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, 6. Baskı 2012, Ankara, s. 13
[36] Cihan Oktay, Türk Milletine suikast : Sevr Barış Antlaşması, Türkçe Tarih, 11 Ağustos 2022
[37] Gotthard Jäschke, a.g.e., s. 161,162
[38] Jean-Louis Bacqué-Grammont ve Hasseine Mammeri, a.g.m., sayfa 58
[39] Mustafa Bostancı, İngiliz Arşiv Belgelerine Göre Cidde Antlaşmasının İmzalanma Sürecinde İbn-i Suud-İngiliz Görüşmeleri, Gazi Akademik Bakış, Yıl 2022, Cilt 15, Sayı 30, s. 1 – 24
Yararlanılan diğer kaynaklar:
Osman Öndeş, Vahideddin Malta’da, Hayat Tarih Mecmuası, 1971, Sayı: 2, s. 34-38.
Yorumlar