1071 Malazgirt zaferinden günümüze kadar Anadolu ciddi anlamda iki kez işgale uğramıştır. 1243 Kösedağ bozgunu ve 1918 Mondros Mütarekesi.
1243 Kösedağ bozgunundan sonraki Moğol istilasıyla birlikte, Selçuklu sultanları geri planda kalmış ve varlık gösterememişlerdir. Devletin nüfuzunu ortaya koyamaması, Moğol kumandanlarının ve onlar adına hareket eden Selçuklu idarecilerinin zulümlerini artırarak devam ettirmelerini sağlamıştır. Anadolu’da Moğol nüfuzunun azaldığı dönemlerde malları yağmalanan, öldürülen Türkmenler isyan hareketlerini başlatmışlardır. Bu süreçte bölgede Türkmen direnişi her fırsatta meydana getirilmiştir. Moğol komutanlarından Kongurtay, bölgedeki direnişi kırmak üzere Aksaray’a gelmiş, burada çok şiddetli bir kuşatma meydana getirmiştir. Aksarayi, bu kuşatmayı kıyamet günü kalabalığına benzetmekte ve bu esnada öldürülen ve esir edilen Türkmenlerin sayısını altı bin olarak vermektedir. Geyhatu dönemindeki isyanlarda da aynı şiddet ve baskı uygulanmış, bölgedeki Türkmen nüfuzu kırılmaya çalışılmıştır. Moğol askerlerinin Ereğli ve çevresini yakıp yıkmasından sonra Türkmenler sarp ve himaye görecekleri yerlere doğru kaçarak kurtulmaya çalışmışlardır. Geyhatu İçel, Beyşehir, Denizli, Muğla bölgelerindeki Türkmen yoğunluğundan endişe duyarak geniş bir bölgede Türkmen kıyımını başlatmıştır. Aksarayî, Türkmenlerden bazılarının evlerini terk ederek mağaralarda gizlendiklerini, bazılarının ise vahşi hayvanların ve yırtıcı kuşların yiyeceği olduğuna dikkat çekmekte, Türkmenlere uygulanan vahşiyane tutumun bir zerresini rüyada görmeye bile tahammülünün olmadığını belirtmiştir.
Görüldüğü gibi, II. Gıyaseddin Keyhüsrev ve sonrasındaki Selçuklu Hükümdarları Moğol ülkesine bağlılığını bildirmişler, birer kukla hükümdar halini almışlardır. Çoğu İran menşeili devlet adamları içinde Türk ya da Moğol hakimiyetinde yaşamak hiç te önemli değildir. Moğolların gün geçtikçe artan baskı, yağma ve tecavüzlerine sadece Türk Beylerinden tepkiler gelmektedir. İşte bu dönemde ortaya çıkan “saray yanlısı din adamları” en seçkin müridlerini bütün beyliklere tek tek göndererek “Moğol istilasının bir kader olduğunu, eğer Moğollara karşı silahlı direnişe geçilirse, bunun Allah’ın yazdığı kadere karşı gelmek olacağını ve İslamda yeri olmadığını” bildirmişlerdir. Moğollar Anadolu’dan yüzyıla yakın bir sürede ancak temizlenmiş, bu süre içinde Türk milleti tarihinin en büyük ölüm kalım savaşlarından birisini vermiştir.
1918 Mondros Antlaşması sonrasında yaşananlar ise “tarih tekerrürden ibarettir” sözünü adeta doğrulamaktadır. Bu sefer işgalci olan bir değil birkaç devlettir, bir tarafta kukla Hükümdar Vahdettin, Damat Ferit başta olmak üzere işbirlikçi devlet adamları, Mustafa Sabri Efendi, Dürrizade Abdullah, İskilipli Atıf Hoca başta olmak üzere işbirlikçi din adamları, karşı tarafta ise bağımsızlığından ödün vermemeye kararlı Türk milleti vardır.
Yazının kalan kısmında İskilipli Atıf Hocanın faaliyetlerinden bashedeceğiz.
İskilipli Atıf Hoca Kimdir?
1876 tarihinde İskilip’in Tophane köyünde dünyaya geldi. Babası Akkoyunlu aşiretinden Mehmet Ali Ağa’dır. Darülfünün’un İlâhiyat şubesine kaydolmuş, mezuniyetini takiben bir ara köyüne giden Atıf Hoca sonra yine İstanbul’a dönerek, Fatih Camiindeki Dersiâmlık ile beraber Kabataş Lisesi Arapça muallimliğine tayin olmuş ve aynı yıl Fatma Zahide hanım ile evlenmiştir. Bir yandan da çeşitli mecmualarda yazılar yazmaya başlamıştır. Abdülhamit döneminde bazı suçlarından dolayı Bodrum’a sürülmüş, oradan gizlice Kırım’a kaçmış, Meşrutiyet ilanından bir hafta önce İstanbul’a dönmüştür. 1908 devrimine de karşı çıkmış, Mahmud Şevket Paşa’nın katledilmesi nedeniyle suçlanarak Sinop’a sürülmüştür. Subat 1919’da güya ulema ve müderrislerin haklarını korumak üzere “Müderrisler Cemiyeti”ni kurucuları arasında yer almıştır. Başkanlığını Mustafa Sabrı Efendi, ikinci başkanlığında Atıf Hoca’nın yaptığı cemiyet, Aralık 1919’da “Teâlî-i İslâm Cemiyeti” adını almıştır. Bundan sonra Atıf Hoca cemiyet başkanı, Mustafa Sabri Efendi ise ikinci başkan olmuştur.
Teâlî-i İslâm Cemiyeti “İngiliz yanlısı, Kuvvayi Milliye Düşmanı ve Din İstirmacısı bir cemiyettir”
Bu cemiyet “Hürriyet ve İtilaf Fırkası” paralelinde, ona bağlı bir kuruluş gibi faaliyet göstermiştir. İttihatçı ve Müdafaa-i Hukukçuların düşmanıdır. Ayrıca bu cemiyet, İngiliz Muhipleri Cemiyeti ile yakından ilişki içindedir. İngiliz Muhipler Cemiyetinin “fahri başkanı” Mustafa Sabri Efendi, Teâlî-i İslâm Cemiyetinin ikinci başkanıdır.
İngiliz Muhipleri Cemiyetinin kurucusu resmiyette Sait Molla gözükse de, aslında bu faaliyetin baş mimarı İngiliz Gizli Servisi İstanbul Şubesi Başkanı Papaz Frew’dir. Cemiyet, Kurtuluş Savaşına karşı kayıtsız şartsız İngiliz taraftarlığını savunmuştur. Cemiyetin kurucusu Sait Molla, Papaz Frew’e gönderdiği mektupta Mustafa Sabri Efendi ile anlaştığını bildirmiştir.
İskilipli Atıf Hocanın başkanlığını yaptığı Teâlî-i İslâm Cemiyeti, Milli Mücadele karşıtı faaliyetlerine, karşı propaganda yapmak üzere bir çok adamını kılık değiştirerek Anadolu’ya göndermekle başlamıştır. Bu zararlı faaliyetleri İngiliz Muhipleri Cemiyeti tarafından da desteklenmiştir. Albay Şefik Aker, cemiyetten “fesat cemiyeti” şeklinde bahsetmiş ve Anzavur Ayaklanmasının bu cemiyetin işi olduğunu vurgulamıştır. Prof. Dr. Şerafettin Turan, cemiyetin “İngiliz destekli olduğunu ve Kuvvay-i Milliyeye karşı cihad ilan ettiğini” belirtmiştir.
1920 yılının başlarına gelindiğinde, Milli mücadelenin her geçen gün kuvvetlenmesi Padişah Vahdettin’i oldukça rahatsız etmeye başlamıştır. Salih Paşa Hükümetinin 2 Nisan 1920 tarihinde istifa etmesi üzerine Padişah Vahdettin, 5 Nisan 1920 tarihli Hattı Hümayun ile Damat Ferit Paşayı Sadrazamlığa, Dürrizade Abdullah Efendi’yide Şeyhülislamlığa getirmiştir. Padişah Vahdettin Hattı Hümayunda Kuvayı Milliye Hareketini bir isyan hareketi olarak belirtmiş, ülkede siyasi havanın yavaş yavaş düzelmeye başladığı sırada milliyet adı altında yapılan karışıklıklarla tekrar tehlikeli bir hal almaya başladığına dikkat çekmiştir. Bu karışıklıkların devam etmesi halinde ülkenin daha tehlikeli bir hale sürükleneceğini söyleyen Vahdettin; milli mücadeleyi düzenleyip, halkı milli mücadeleye teşvik eden kişiler hakkında gerekli kanuni işlemin yapılmasını, Halkın Padişah ve Halifeye olan sarsılmaz bağlılığının daha da güçlendirilmesini ve İtilaf Devletleriyle olan samimi ilişkilerin kuvvetlendirilmesini Hükümetten istemiştir. Padişahın bu talepleri doğrultusunda ilk olarak Müderrisler Cemiyeti tarafından Kuvvayi Mİlliyecilere “kudurmuş haydutlar, adi eşkıyalar” denilmiş, padişahın himayesi altında toplanalım çağrısı yapılmıştır. Bu bildirinin altında İskilipli Atıf Hocanında imzası vardır.
Daha sonra Şeyhülislam Dürrizade Abdullah Efendi tarafından milli mücadeleye katılanların katlinin vacip olduğunu belirten ve birbirini tamamlayan beş fetva yayınlanmıştır. Şeyhülislam Dürrizade Abdullah Efendi’nin çıkardığı ilk fetvada Kuva-yı Milliye, “Kuva-yı Bagiyye” yani eşkıya kuvvetleri olarak vasıflandırılmıştır. Fetvaya göre bazı kötü kimseler Milli Mücadele’yi başlatanlar ve idare edenler anlaşarak, birleşerek ve kendilerine elebaşları seçerek, padişahın sadık tebaasını hile ve yalanlarla aldatmakta ve yoldan çıkarmaktadırlar. Bunlar Padişahın emri olmaksızın asker toplamakta, görünüşte askeri beslemek ve donatmak bahaneleriyle, gerçekte ise mal toplamak sevdasıyla şeriata uymayan ve kanunlara aykırı olarak haksız ödeme ve vergiler koymakta ve çeşitli baskı ve işkencelerle halkın mal ve eşyalarını zorla almakta ve yağmalamaktadırlar. Fetvaya göre milli mücadele taraftarları hükümet merkezini tek başına bırakarak, halifeliğin yüceliğini zedeletmek ve zayıflatmak suretiyle Halifeye ihanet etmektedirler. Yine bunlar Padişah’a da itaatsizlik etmekte, devletin düzenini ve asayişini bozmak için uydurma ve yalan haberler yayarak halkı fitneye sevk ederek ortalığı karıştırmaktadırlar. Fetvada bütün bunları yapanların elebaşları, yardımcıları ve bunların peşine takılanlar “asi” olarak nitelendirilmektedir. Fetvanın son kısmında ise bu asiler için, “haklarında çıkan Yüce Buyruk’tan sonra, inatla hala kötülükler yapmaya devam ederlerse, bunların işledikleri kötülüklerden ülkeyi temizlemek, halka bunların şer ve kötülüklerinden kurtarmak dini yönden gereklidir” denilmektedir. Birinci fetvanın hüküm kısmında ise, Yukarıda suç ve kötülükleri anlatılan bu asilerin öldürülmelerinin dinen meşru ve farz olduğu belirtilmektedir. İkinci fetvada ülkede savaşmaya ve vuruşmaya güç ve kudreti bulunan bütün Müslümanların halife ve Padişah’ın etrafında toplanmaları ve bunlarla mücadele edilmesi ile ilgili yapılacak çağrılara ve yayınlanan emirlere uyarak Kuvayı Milliyeci denilen isyancılarla savaşmalarının dini bir zorunluluk olduğundan bahsedilmektedir. Üçüncü fetvada Osmanlı Padişahı ve bütün Müslümanların Halifesi olan Mehmet Vahdettin tarafından görevlendirilen askerlerin, adı geçen isyancılara yani Kuvayı Milliye’ye karşı savaşmazlarsa ve mücadeleden kaçınırlarsa veya kaçarlarsa büyük suç işlemiş olacakları belirtilmektedir. Mücadeleden kaçınan veya kaçan bu askerler, gerek bu dünyada en ağır ceza ile cezalandırılacakları ve gerekse ahirette en büyük azaplara uğrayacakları konusunda uyarılmaktadırlar. Dördüncü fetvada Kuvayı Milliye ile savaşmak için görevlendirilmiş askerlerin, asileri öldürdükleri takdirde gazi olacakları ve eğer asiler tarafından öldürülürlerse şehitlik mertebesine yükselecekleri açıklanmaktadır. Beşinci fetvada ise Kuvayı Milliyecilerle mücadele etmek ve savaşmak için verilen Yüce emirlere uymayan Müslümanların günahkar ve suçlu sayılacakları ve şeriat yargılarına göre cezalandırılacaklarını ilan edilmektedir.
Dürrizade Abdullah Efendinin yayınladığı ve İngiliz ve Yunan uçakları ile Anadolu’nun her yerine dağıtılan bu bildirinin hazırlayıcısı İskilipli Atıf Hocanın yol arkadaşı, yiyip içtiklerinin ayrı gitmediği, bir önceki şeyhülislam Mustafa Sabri Efendiden başkası değildir.
Teâlî-i İslâm Cemiyetinin ilk bildirisi ise Ağustos 1920 de yayınlanmış, Mustafa Kemal ve arkadaşları için “Utanmaz hainler, artık yakamızı bırakın, Cenabı-ı Hakk’ın gazabı üzerinize olsun” ifadeleri kullanılmıştır. Bildiriye göre Kuvvay-i Milliyeciler İngilizleri kızdırıp üzerimize Yunanlıları musallat etmişlerdir. Mondros Mütarekesinin ağır şartlarını görmezden gelerek, bu antlaşmadan “barış imzalandı” diye bahseden Teâlî-i İslâm Cemiyeti’ne göre, savaşta yenildikten sonra uslu oturup yenilginin sonucuna katlanmak ve sabretmekten başka çare yoktur. Cemiyet tarafından bu fikirlerle yazılan ve “Mustafa Kemal ve arkadaşlarının katil oldukları, Padişah ve Halifeye isyan ettikleri için dinen katledilmelerinin vacip olduğu, bunları katledenlerin cennete gireceği, bunlarla savaşırken öldürülenlerin şehid olacağı vb” konulu bildiler Yunan uçakları tarafından atılmak sureti ile çeşitli yerlere dağıtılmıştır.
İskilipli Atıf Hoca bunların yanı sıra, milli mücadele karşıtı ve İngiliz yanlısı Alemdar Gazetesinde yazılar yazmaktadır. Alemdar gazetesi “İslam kilidinin anahtarını, İngiltere’nin güvenilir eline teslim etmekte, İslam âlemi için hiçbir tehlike yoktur” yazısını yazacak kadar ihanet içindedir.
Osmanlıdan Cumhuriyete Kılık Kıyafet Reformları, Şapka İnkılabı ve İskilipli Atıf Hocanın İdam Edilmesi:
Osmanlı İmparatorluğu’nun en reformcu padişahı şüphesiz ki II. Mahmud olmuştur. II. Mahmud, sosyal ve kültürel alanda da epeyce yenilik yapmış, onun döneminde kurulan “ “Asâkir-i Mansûre-i Muhammediye” isimli ordunun kıyafeti, Batı tarzında ceket, pantolon, fes ve potin olarak düzenlenmiştir. Dönem içerisinde kavuk taşıma zorunluluğunun kaldırılması, tamamen vücuda oturan bir ceket, topuklara kadar inen geniş bir pantolon ve potin giyilmesi ve başlık olarak fesin kabul edilmesi, başta Şeyhülislam ve ulema tarafından hoş karşılanmamıştır Dönemin alim diye bilinen bazı zatlar, bu yeniliği islama aykırı bulmuş ve II. Mahmud’u “Gavur Padişah” olarak adlandırmışlardır. 1903 yılında II. Abdülhamit askere fes yerine kalpak giydirmek istemiş, daha önce fesi dine aykırı bulanlar, bu sefer de kalpağa karşı çıkıp fesi savunmuşlardır. Abdullah Cevdet başta olmak üzere Batıcılık akımının temsilcileri, toplumun gelişmesi ve içinde bulunduğu olumsuz durumdan kurtulması için savundukları fikirlerini “İçtihat” isimli yayın organında dile getirmişlerdir. Kadın konusunda tek eşle evliliği, Avrupa medenî kanununu, kadınların tıp tahsili yapmalarını ve adâb-ı muaşeret kuralları çerçevesinde dilediği gibi giyinmesi gerektiğini; fesin yerine yeni bir serpuş giyilmesini, sarık ve cübbenin yalnızca din adamları tarafından giyilmesi gerektiğini savunmuşlardır. Cumhuriyetin ilanından sonra ise, Mustafa Kemal Paşa yapacağı kılık ve kıyafet inkılâbını çok önceleri tasarlamış ve bunu gerçekleştirmek için uygun zamanı beklemiştir. 24 Ağustos 1925’te Kastamonu’ya yaptığı gezide, şapka devriminin ilk parolasını başında taşıdığı “Panama Şapka”yı halka göstererek vermiş ve 25 Ağustos 1925 Salı günü Kastamonu Belediye binasında şu konuşmayı gerçekleştirmiştir: “Biz her nokta-i nazardan medenî insan olmalıyız… Fikrimiz, zihniyetimiz, medenî olacaktır. Şunun, bunun sözüne ehemmiyet vermeyeceğiz… Bütün Türk ve İslâm âlemine bakınız, zihinleri medeniyetin emrettiği şümul ve tealiye uyamadıklarından ne büyük felaketler ne ıstıraplar içindedirler. Bizim de şimdiye kadar geri kalmamız ve nihayet son felaket çamuruna batışımız bundandır…” Sapka İnkılabında da, fes ve kalpak konularında karşımıza çıkan “yeni uygulamanın dine aykırı olduğu” tepkileri gelmeye başlamıştır. Bu konuda en büyük tepkiyi İskilipli Atıf Hoca göstermiştir. Şapka Kanunu çıkmadan evvel kaleme aldığı “Frenk Mukallitliği ve Şapka” isimli risalede şapkanın küfür (dini esasları inkar etmek) alâmeti olduğu ve giyilmesinin İslamiyet açısından sakıncalı olduğunu ileri sürmüştür. Aynı dönemde Süleyman Nazif, İskilipli Atıf Hocanın risalesini eleştiren ve “Bir Hoca efendiye Cevap” isimli iki makaleden oluşan yazıyı kaleme almış, onun için “Dar düşünceli, cahil, Allah’ın haram etme yetkisini gasp eden gibi” ifadeler kullanmıştır.
Şapka Kanunu çıktından sonra, Rize, Giresun, Maraş, Sivas gibi yerlerde şapka karşıtı olaylar çıkmış; isyancılar jandarmayı esir alma, yağma gibi faaliyetler de bulunmuşlardır. İsyanlarda İskilipli Atıf Hocanın kitapçığının etkili olduğu belirlenmiştir. İsyancılar sorgulandıklarında İskilipli Atıf Hoca’nın “şeriatın şapka giymeye müsaade etmediğini” söylediğini ifade etmişlerdir. Bunun üzerinde İskilipli Atıf Hoca, Giresun İstiklal Mahkemesinde yargılanmış, “kitapçıkların toplatılmasına ve dağıtılmasının yasaklanmasına” karar verilirken İskilipli Atıf Hoca serbest bırakılmıştır. Yargılamada kendisine kitapçığın yasaklandığı tebliğ edilmiştir.
Daha sonra yine şapka kanunu nedeniyle isyanlar çıkmış, isyan çıkan bölgelerde yine İskilipli Atıf Hocanın “Frenk Mukallitliği ve Şapka” adlı kitapçığına rast gelinmiştir. İskilipli Atıf Hoca bu defa Ankara İstiklal Mahkemesinde yargılanmaya başlanmıştır. Mahkeme de çeşitli yerlere çok sayıda kitapçık gönderdiğini itiraf etmiştir. Burada üzerinde dikkatle durulması gereken bir ayrıntı vardır. İskilipli Atıf Hoca bu mahkemede iki ayrı suçtan yargılanmıştır. Birincisi adlı “Frenk Mukallitliği ve Şapka adlı kitapçığın isyanlara teşvik ve tahrik aracı olduğu”, ikincisi de “KURTULUŞ SAVAŞI SIRASINDA YUNAN UÇAKLARI İLE ATILAN, HALK VE ORDUYU MİLLİ MÜCADELEYE KARŞI KIŞKIRTAN BİLDİRİLERDEN SORUMLU OLDUĞU”dur. İskilipli Atıf Hoca, “halkı isyan ve irticaya teşvik ve kurtuluş savaşı yıllarında başkanlığını yaptığı Teâlî-i İslâm Cemiyetinin bildiri ve beyannamelerini Yunan uçakları ile Anadolu’ya attırması suçlarından dolayı vatana ihanet gerekçesi ile” idam edilmiştir. Bazı kesimler tarafından iddia edildiği gibi mahkeme hakimi “Şahitlerin sonra dinlenilmesine, İskilipli Atıf Hocanın İdamına!” da karar vermemiştir. İskilipli Atıf Hoca savunmasını yapmış, şahitler dinlenmiş, sonrasında idam kararı çıkmıştır.
Sonuç
Türkiye, 1071’den bugüne iki kez işgale uğramış, iki işgalde de hükümdarlar işgalcilerin kuklası olmuş, devlet ve din adamlarını bir bölümü de ihanet ve işgalcilerle işbirliği içine girmişlerdir. Bağımsız yaşamayı düstur edinen Türk Milleti, iki işgalinde üstesinden gelmeyi başarmış, gerek Moğolları, gerekse işgalci Avrupa Devletlerini Anadolu’dan çıkartmayı başarmışlardır.
Kılık kıyafet konusundaki reform hareketleri, tıpkı Arap harflerinin kaldırılması konusunda olduğu gibi Osmanlı İmparatorluğu zamanında başlamış, ancak bu devletin ömrü yetmediği için cumhuriyet yıllarında tamamlanabilmiştir. Tamamlayıcısının Mustafa Kemal Paşa olması, bu reformların önceden tasarlanmadığı, doğrudan doğruya cumhuriyet rejimi tarafından ortaya atıldığı izlenimi uyandırmıştır.
İskilipli Atıf Hoca, Mondros Mütarekesinden sonraki işgal sırasındaki işbirlikçi din adamlarından olmuş, şapka inkılabı sonrasında çıkan olaylar sonucunda idama mahkum edilmiştir. İskilipli Atıf Hocanın asılma gerekçesi “Şapka Takmaması” değil vatana ihanettir. Şapka takmayan herkesin asıldığının yalan olduğu da dönemin kaynakları incelendiğinde bütün açıklığıyla görülecektir.
(1402 Ankara Savaşından sonra Anadolu’ya giren Timur’un istemesi halinde Osmanlı Devletini tamamen yıkabileceği kanısındayım. Düşünceme göre o, Osmanlıyı yıkmak istemedi. Amacı Yıldırım’a üstünlüğünü kabul ettirmekti. Ankara savaşından sonra, topraklarını Osmanlı’ya kaptırıp kendisine sığınan Türk Beylerine, bu toprakları iade etti. Sekiz ay kadar sonra kendiliğinden Anadolu’dan çekildi. Moğol ve Mondros ile aynı kapsamda değerlendirmedim)
Kaynakça:
Şakir Turan, “Moğolların Anadolu’yu İstilası Sonrası Batı Anadolu’da Türkmen Tarzında Şekillenme”, Dumlupınar Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, s.185
Yrd. Doç.Dr. Ahmet Akşit. Cengiz Dönmez, Milli Mücadeleye Karşı Bir Cemiyet: İngiliz Muhipleri Cemiyeti, Ankara, 2008, s.172
Şefik Aker, İstiklal Harbi Başlangıcında 57. Tümen ve Aydın Milli Cidali, İstanbul, 1937, s.89-102
Ümit Doğan, Topal Osman, Ankara, 2014, s.104.107
Harp Tarihi Vesikaları Dergisi, S.51, s.1181
Alemdar, 14 Temmuz 1919
Turhan Olcaytu, Dinimiz Neyi Emrediyor, Atatürk Ne Yaptı? Devrimimiz İlkelerimiz, Ankara, 1998, s.66.
Muhittin Gül, Türk İnkılap Tarihi, Ankara, 1998, s.259
Necdet Aysal, “Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Giyim Ve Kuşamda Çağdaşlaşma Hareketleri”, Çağdaş Türkiye Tarihi Araştırmaları Dergisi, S.22, Bahar/2001, s.9
Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, Ankara, 1997, s. 216
Sinan Meydan, El-Cevap, İstanbul, 2014, s. 576, aynı eser, 608
Yorumlar