Türk dilinin zengin bir kelime hazinesi, kuvvetli bir yapısı, sade, ama köklü bir grameri vardır. Türk dilinin bu özellikleri, hele gramerindeki bu sadeliği ve sağlamlığı, bilim dünyasında çoktan tanınmıştır.
Bugün elimizde Türk dili andaçlarından pek az belge bulunuyor. Ama bunlar bile, dildeki kelime zenginliğinin, deyiş kıvraklığının, anlam açıklığının ve yapıdaki sağlamlığı belirtmeğe yeter.
Türk ulusu tarihten önceki çağlardan bugüne gelinceye değin, yüzyıllar boyunca türlü uygarlıklar geçirdiği, din ve kültür değiştirdiği, yabancı dillerin ağır basksına uğradığı halde ana dilinin korumuş, özlüğünün yitirmemiştir.
Gelenek ve göreneklerine bağlı olan Türkler, yıyıldıkları yerlerde dillerini korumağa çalışmışlar ve bu yolda titizlik göstermişlerdir.
Müslümanlığın yayılmağa başladığı çağlarda, Irak’a ve Arabistan’ın türlü bölgelerine göç eden Türkler, yerleştikleri yerlerde, arapları ve Arap dilinin küçümsemişlerdir.
DİLE SAYGI:
Corci Zeydan, Medeniyet-i İslamiye Tarihi adlı eserinin III. cildinde Türklerden ve Türklerin kuvvetinden bahsederken şöyle söylüyor:
“O sıralarda şii veya sünni olsun herhangi devlet teessüs etmiş ise Türkleri hizmet-i askeriyesin’de istihdam etmiş idi. Türkler Bağdad’a vesair müdün-i meşhure-i İslamiye’ye fevc fevç getiriliyordu. Bunlar alelekser buralarda evlenmek, çoluk çocuk sahibi olmak istemezlerdi. Daima Türkçe konuşurlardı. Bazan Arapça’yı öğrenirler, fakat tekebbür saikasıyla arapça konuşmak arzu etmezlerdi”
Hatta Türkler kendi dillerinin Araplara öğretmek için sözlükler bile meydanan getirmişlerdi.
Abbasiler devrinde, anası Türk olan halife Mu’tasım’ın çağrısı üzerine Bağdad’a gelen Türklerin, kısa bir zamanda erklerinin artırarak egemenliği sağlamaları, Türk dilinin sürümünün artırmış Türklere yaranmak için Türkçeyi öğrenmek isteği uyanmıştır.
Kaşgarlı Mahmut’un H. 466=M. 1072’de Bağdad’da tamamladığı sanılan divanü lügati’t-Türk adlı eseri bu maksatla kaleme alınmıştır. Mahmut, türlü yönlerden değeri ve önemi büyük olan bu eseriyle, hem Araplar’a Türkçeyi öğretmek amacının gütmüş, hem de Türk dilinin Arapça kadar zengin olduğunun göstermek istemiştir. Ama her yerde hal böyle olmadı. Halk yığınlarının egemen olduğu bölgelerde Türk dilinin gösterdiği bu dayanma, Fars dilinin yaygın olduğu topraklar üzerinde, salt hanedan saltanatına dayanılarak kurulan devletlerde Türk dili korunmadı.
GAZNELİLER DEVRİNDE :
Efganistan’da hükümet kuran Gazneliler (962-1183), Gazne’de bir avuç hanedanla askerden ibaretti. Hükmü altında bulundurduğu halk yabancı ırktandı; Türk değildi. Bu bölgede Fars dilil knuşuluyor ve Fars edebiyatı yaygın bir halde bulunuyordu. Sultan Mahmut, dayanmak zorunda bulunduğu halkı memnun edip kendine bağlamak için, Fars dilinin ve Fars diliyle yazan şairleri korudu.
Türk saraylarını, Farsça yazan şairlerle Arapça yazan bilginler kapladı. Türk sultanlarının koruyuculuğu altında, yeni Fars edibiyatı gelişme yohunun tuttu. Şah-name’siyle yeni Fars edibiyatının kurulmasında en büyük rolü oynamış olan Ferdevsi, Gazneli Sultan Mahmut’a sunduğu bu eseri hakkında:
Besi rene bürdem derin Sal-i si
Acem zinde kerdem bedin Parsi
“30 yıl o kadar çabaladım, sıkıntı çektim; ama bu Farsça ile Acem ulusunun dirilttim” diyor ki haklıdır.
Firdevsi bu eserinde, Farça’yı Arapça’nın etkisinden kurtarmağa çalışmış ve olabildiği kadar arapça kelime kullanmaktan kaçınmıştır. 60.000 beyitlik Şah-name’de arapça kelimelerin sayısı 300 kadardır.
Onlar da en yaygın olanlarıdır. Bu durum, İran şairinin, arapça’nın erkine karşı gösterdiği ilk bilinçli tepki olarak kaydı değer.
Horasan’ı Samanlılardan alarak bir yandan Hindistan’a değin ilerleyen, öte yandan da Ceyhun’u geçerek Maveraünnehir’e yayılıp Irak’ı ve Harezm’i ele geçiren Gazneliler, Türk ülkelerine değin uzandıkları halde, Türk diline ve edebiyatına gelişme olanağı vermediler. Bu yüzden Firdevsi’nin gösterdiği bu tepkiyi Türk şairleri gösteremediler. XI. XII. XIII. yüzyıllarda Arapça ile birlikte Farsçaya da alabildiğine genişleme ve yayılma fırsatı verdiler.
KARAHANLILAR DEVRİNDE:
Türkistan’da ilk Müslüman Türk devletinin kuran Karahanlılar zamanında (932-1212), Türk edebiyatı, Arap ve Fars dilleriyle Fars edebiyatının etkisi altında ilk ürünlerinin vermeğe başladı.
Yusuf Has Hacip’in kutadgu Bilg (H.462 M. 1069-1070), Yüknekli Edip ahmet’in Atabetü’l-Hakayık (XII. yüzyıl) adlı eserleri, ilk kez Hakaniye Türkçesinde klasik Türk edebiyatının iki anıtıdır.
HAREZM VE ALTIN ORDU BÖLGELERİNDE:
Mogol yayılmasından sonra, Harezm ve Altın Ordu bölgelerinde, Oğuz, Kıpçak, Kanglı lehçelerinin, hatta Mogolca’nın karışmasıyla, hakaniye Türkçesin’den az çok farklı bir edebi dil meydana gelmiştir. Bu bölgede kaleme alınmış eserler haylı kabarıktır. Bunlar arasında Harezm bölgesinde kaleme alınmış olan Rabguzi’nin Kısasü’l-Enbiya (H.710-M.1309), Şeyp Şerif’in Muinü’l-Mürid (H.713-M. 1313), Mehmet b. Mehmet Husrev’in nehcü’l-Feradis (762 M. 1360) adli eserleriyle, altın Ordu bölgelerinde yazılmış bulunan Kutp’un Husrev ü Şirin (H. 742-M. 1341), Harezmi’nin Mahabbet-name (H.754=M.1353), Hocendi’nin Letafet-name adlı eserleri önemle kayda değer. Ali’nin bunlardan çok önce dörtlüklerle kaleme aldığı Yusuf ve Zeliha (H.630 =M.1232) hikayesi, yazıldığı yer bilinmemekle birlikte,bu lehçe özelliğinin taşımaktadır.
MEMLUKLER DEVRİNDE:
XIX. ve XV. Yüzyıllarda, Memluklar saltanatının hüküm sürdüğü Mısır’da, ona bağlı bölgelerde, Türk dilinin daha ilk günlerde kazandığı sürüm devam etmekte ve arap dili Türklerce küçüksenmektedir.
Bu devirde Oğuzca, kıpçakça, Oğuz-Kıpçakca kaleme alınan birçok eserler, bu arada fıkıh kitapları, tarihe, dile, edebiyata, okculuğa ve biniciliğe ait türlü çeviriler yer almaktadır.
Bu bölgede kaleme alınmış eserlerden seyfi Serayi’nin Gülistan Tercemesi (H.793= M. 1391) edebi, dilin güzelliği ve arılığı bakımından en önemli olanıdır. Mustafa darir’in yusuf ve Zeliha, Siyer (H. 790=M.1388) Fütuhu’ş-Şam (H. 795=M. 1392) adlı eserleri kayda değer.
Sözlükler arasında da, Ebu Hayyan’ın Kitabü’l-İdrak li Lisani’l-Etrak (H.713=M.1313) ile Et Tuhfetü’z-Zekiyye fi lugati’t-Türkiyye El-Kavaninü’l-Külliyye li Zabti’l-Lugati’t-Türkiyye bizde yayınlanmış önemli sözlüklerdendir”
SELÇUKLULAR DEVRİNDE:
XI. yüzyıl sonlarında Maveraünnehir’e yerleşen Oğuz türklerinin, XII. yüzyıl başlarında Horasan’da kurdukları büyük Selçuk devleti, Kısa bir zamanda Türkistan, İran, Azerbaycan, Gürcistan, Ermenistan ve Irak bölgelerine egemen olmuştur. Selçuklular biraz sonra Kirman’da ve Anadolu’da da birer devlet kurmuşlardır.
İran ve kirman Selçuklularından, Türk dili ve edebiyatıyla ilgili hiçbir eser kalmamıştır. Ancak XII. yüzyılın ikinci yarısında Anadolu’da devlet kuran rum Selçuklarının devrinden elimize bazı eserler geçmiş bulunuyor.
Anadolu Selçukluları kendilerinden önce türlü bölgelerde hüküm süren Türk devletlerinden daha köklü ve daha sürekli bir uygarlık meydana getirmişlerdir. Mimarlıkta ortaya koydukları eserlere kişiliklerinin damgasını vurabilmişler ve sanatta yeni bir devir açmışlardır. Büyük şehirlerde yükselen saraylar, medreseler, tekkeler, camiler, kitaplıklar, imaretler, hastaneler, kervansaraylar, Türk mimarisinin birer şaheseridir.
Ne yazık ki bilim kaynağı olan medreseler, burada da yalnız İslam bilimlerinin sürümünü sağlıyordu. Saraylar Fars edebiyatının gelişmesinin destekliyor, kitaplıklarda Arap ve Fars dilleriyle kaleme alınmış zengin yazmalar sıralanmış bulunuyordu.
Anadoluyu kısa bir zaman Türkleştirerek, bu geniş ülkede bir anayurt kurmayı başaran Selçuklular, Fars kültürünn o derece etkisi altında kalmışlardır ki, kendilerinin İran hükümdarlarına benzeterek Keykubad, Keyhusrev, Keykavus gibi adlar takınmayı bir artam saymışlardır. Şeh-nameler, tarihler, vakayi-nameler, vakfiyeler, hep Farsça kaleme alınmıştır.
Mogol yayılması sonunda Oğuz ve türkmen boylarının Anadolu’ya göç etmesi, eski gelenek ve göreneklerin güçlenmesine, Türk dilinin de yeni bir canlılıkla halk arasında yayılmasına yol açmıştır. Böylece, XIII. yüzyılda Türk dilinin yazı dili olarak Anadolu’da ilenmeğe Türk edebiyatının önemli eserler vermeğe başladığının görüyoruz. Bu eserler de Fars edebiyatının etkisi altında kaleme alınmış olmakla birlikte, dil bakımından çok sadedir.
Ahmet Fakih’in Çarh-name’si, Hoca Dehbani’nin manzumeleri, Şeyyat Hamza’nın gazelleriyle Yusuf ve Zeliha’sı bu devrin en güzel örneklerindendir.
BEYLİKLER ZAMANI:
Selçuklular’ca uç beyi olarak sınırlara yerleştirilmekte olan Oğuz ve Türkmen boy beyleri, XIII. yüzyılın ikinci yarısında Moğollar’ın baskısıyla zayıflayan İmparatorluğun durumundan yararlanarak, kendi adlarına hükümet sürmeğe başlamışlardır. Kilikya bölgesinde yerleşerek sonradan Konya’yıalan karamanoğulları; Kütahya, Ladik, Denizlideki Germiyanoğulları; Eğridir, uluburlu, Yalvaç, Antalya bölgesine yerleşen Hamitoğulları; Muğla, Milas, Çine yörelerinde hükümet kuran Menteşeoğulları; kastamonu ve Sinop’ta bulunan Candaroğulları: Germiyanoğulları’nın egemenliği altındaki İnançoğulları; Çanakkale boğazından geçip Rumeli’ye uzanan Aydınoğulları: en son Osmanoğulları bunlardandır.
TÜRKÇENİN İLK UTKUSU :
Bunlardan Karamanoğulları kültür tarihimizde mutlu bir çığırı açmış olmaları bakımından büyük bir onura hak kazanmışlardır. Karamanoğulları’nın, çevrelerinde gittikçe genişleyip güçlendiğinin gören Selçuk hükümdarı Rüknettin Kılıç Arslan, 1256 (654)’da Karamanoğulu Kerimettin Bey’e Ermanak bölgesinin timar olarak vermek zorunda kalmıştı. Kerimettin’in ölümüm üzerine 1261’de yerine geçen oğlu Mehmet Bey, hem selçuklular’a, hem de İlhanlılar’a karşı cephe almış, bu sıralarda Memlüklerin Anadolu’ya geçip Mogol ordularının yenmesinden yararlanarak, 4 Mayıs 1278 (10 zilhicce 676)’de Türkçeyi şu fermanlı resmi dil olarak ilan etmiştir:
Bundan böyle divanda, dergahta, bargahta, çarşıda ve meydanda Türk dilinden başka dille konuşulmayacaktır.
Mehmet bey’in, babasının ölümüm üzerine yönetimi eline aldığı 1261’de de böyle bir ferman yayınlamış olması mümkündür.
Bu ferman, Türk dilinin alın yazısının değiştirmiş, o tarihten sonra devlet dili olarak yerinin almıştır.
Öteki beyliklerin başında bulunanlar da geleneklerine aynı derece bağlı idiler. Selçuklular gibi saray hayatının gössterişliliğine alışmamışlar, Fars kültürünün etkisi altında özlüklerinin yitirmemişlerdi. Bundan dolayıdır ki, kendi bölgelerinde korudukları bilginlerle şairlere Türkçe eserler yazdırmışlar, Arapça’dan ve Farsça’dan bir çok çeviriler yaptırmışlardır. Sonradan Osmanoğulları’na kapılanan Şeyhoğlu Mustafa ile Ahmedi’yi yetiştiren Germiyanoğulları’ndan Süleyman Şah, Şeyhi ile Ahmet Dai’yi koruyan da Yakup Bey’dir.
BEYLİKLER BÖLGESİNDE TÜRKÇE ESERLER:
Beylikler zamanında Türkçe eserlerin sürüm kazanmağa başladığının görüyoruz. Germeyanoğulları bölgesinde Kabus-name ile Merzuban-name çevirileri; Aydınoğulları bölgesinde Kısas-ı enbiya, tezkiretü’l-Evliya, Kelile ve Dimne çevirileriyle, Hacı Paşa’nın müntehabü’ş-Şifa ve teshilü’ş-Şifa adlı tıbbi eserleri; İnançoğulları bölgesinde Fatiha, İhlas ve Tebareke tesfirleri: Menteşeoğulları bölgesinde Baz-name ve İlyasiyye adlı eserler; Candaroğulları bölgesinde Hulviyyat, Tezkiretü’l-Evliya, Aynü’l-Hayat fi Tefsiri Kelamı Halıkı’l-Beriyyat, Cevahirü’l-Asdaf, Sure-i Mürlk Tefsiri, Tezkiretü’l-Evliya adlı eserler Türk dili tarihi bakımından çok önemlidir.
Bu eserlerin dili çok sade, deyişi halkın kolaylıkla anlayabileceği açıklıkdadır.
OSMANLILAR DEVRİNDE:
Osmanlı İmparatorluğu’nun kuruluşu XIV. Yüzyılın başlarına rastlar. İlk zamanlar komşuları gibi küçük bir beylik olan bu devlet hızla genişlemiş, komşularına üstün gelerek yüzyıl içinde Anadolu’nun en önemli bölgelerine yerleşip tutunmuştur. XV. Yızyılın başında Yıldırımla Timur arasındaki Ankara savaşından sonra kısa bir duraklamak dönemi geçirmiş ve bu yenilgi, rakip beylerin tekrar ortaya çıkmasına meydan vermişse de, imparatorluk hemen kendinin toplayıp kuvetlenmiştir.
Gülşehri’nin Mantıku’t-Tayr’ı ile aşık Paşa’nın Garib-name’sinde görüldüğü gibi ilk zamanlarda yazılan eserlerin dili çok sadedir.
Fatih’in İstanbul’u alışından sonra ise, Türk saraylarının bulunduğu şehirler birer kültür merkezi haline gelmiştir. Türk padişahlarının koruyuculuğu altında bu saraylarda ve saraya bağlı bulunan çevrelerde klasik bir Türk edebiyatı gelişmeğe başlar. Bu edebiyat, XI. ve XII. yüzyıllarda Karahanlılar devrinde Orta Asya’da başlayarak, XIII. yüzyılda Selçuklular devrinde Ahmet Fakih, Hoca Dehhai ve Şeyyat Hamza ile Anadolu’da kendinin gösteren klasik edebiyatın devamıdır. Medrese öğrenimiyle iskolastik hayatın gelişmesi, bu edebiyata başka bir destek olmuştur.
öte yandan saraylarda şehzadeler de aynı öğrenim ve eğitimim görmektedirler. Emsile ve Bina’dan başlayarak gereken bilimleri Arapça metinlerden öğrenen, Fars edebiyatının tanınmış şairlerinin eserlerini dikkatle okuyup belleyen bu şehzadelerden şair olanlar, bu eserlerin benzerlerinin Türk diliyle meydana getirmek isteğine kapılıyorlardı. Bir zaman sonra büyük illere birer vali olarak gönderilen şehzadelerin sarayları da, değerli şairlerle bilginlerin barınağı idi. Bunlar, yarının hükümdarının yetiştirmek ve onan yaranmak kaygısıyla ellerinden geleni esirgemiyorlardı.
Şiire ve bilime meraklı olan Fatih’in İstanbul’da kurduğu saray çevresinde, kendilerin güvenen şairlerle bilginler saf bağlamışlar, İran’dan ve Orta Asya’dan gelenler de, bu saraya koşmakta gecikmemişlerdir. Padişah tarafından yabancılara gösterilen bu yakın ilgi, Türk şairlerinin kıskandıracak dereceyi bulunca yakınmalar başladı. Hatta içlerinde, kendilerinin İran’dan gelmiş gibi gösterip saraya kapılananlar, o sayede mal, mülk edinenler de olmuştur. Artık “İram-perestlik” salgın bir moda haline gelmişti. Fatih, Cem ve Yavuz, Farsça şiir söylemekle övünüyorlardı.
Bu akıma kapılan Türk şairleri, edebi dilin gelişmesinde bir sanatçı olarak kendilerine düşün payı kavrayamamışlar, ana dillerinin kaba görmeğe başlamışlardır.
Eserinin Türk diliyle yazmak zorunda kaldığı için özür dileyenler, tamamlayıncaya dek yarı vücudunun utançtan eridiğinin söyleyenler eksik olmamıştır. Yeni bir belge ekleyelim:XVI.. yüzyıl şairlerinden Keşfi, Selim-name adlı eserinde şöyle söylüyor:
“Ve hem Türki dil dürr-i yetim bigi natıraş ü tabiat-hıraşdur. Ol sebebden makbul-i tab’ı-zurafa-iy alem ve perebdide-i zihn-i fusaha-yi beni Adem düşmeyip ehl-i irfan fesahatından dur ve her sühandan sohbetinden menfurdur”.
Şair, gerçi Türk dilinin işlenmemiş bir cevher olduğunun itiraf ediyor. Ancak bu cevherin, kendi gibi şairlerce kullanıla kullanıla işlenebileceğinin hiç düşünmeden zarif kişiler yanında “menfur” olduğunun söylemekten çekinmiyor.
Saray ve medrese çevrelerinde yetişen bilgin şairlerin hemen hepsinin, sanat eserleri söz konusu olunca, Türk dili hakkında aynı düşüncede bulunduğunun söyleyebiliriz.
ANA DİL ÖZLEYİŞİ:
Bulunla birlikte, zaman zaman padişahlarla vezirlerin, şairleri Türkçe yazmağa ittikleri görülür. Kabus-name’yi açık bir dille Türkçeye çevirmesinin Mercimek ahmet’e emreden II. Murat, bu yolda yalnız değildir.
Çelebi Sultan menlet’in emriyle Kamilü’t-Ta’bir adlı Farsçay eseri Türkçeye çeviren lutfullah b. Fazlullah, kitabının başında padişahın emrinin şu satırlarla belirtiyor:
“Ferman-ı cihan-muta sadır olmuş ki, ol Parsi kitab Türk diline terceme oluna; zira ki Rum havmınun dili Türkçedür; ta her şahs ki mutalca kıla, muksudunu hasıl eyleye”.
XVI. yüzyıl yazarlarından Koca Nişancı Mustafa, Mevahibü’l-hallak fi Meratibi’l-Ahlak adlı eserinin önsözünde şöyle söylüyor:
“Türki lisan ile me’nüs olan nefs-i said, Fevayid-i amimesi ile müstefid olmak üçün…Türki lisana terceme olunup…”
III. Mehmet, Şehnameci Ta’likizade’ye, şeh-name’nin Farsça olmamasını, “zeban-ı Rum” ile yazılmasının emrediyor.
IV. Mehmet’in tarihcisi Abdi Paşa, Vakayi’name adlı tarihinin başında, eserinin açık bir dille kaleme almasının padişahın emrettiğinin şu satırlarla anlatıyor:
“Emr-i cihan-muta’ı vacibü’l-i’zazları mucebince agaz ve tekellüfat-ı ıstılahtan ihtiraz olunup, vazıh u güşade ibaret ve sahih ü salim nak ü rivayetle zabt u imla ve bi’z-zat kariha-i sabiha-i pürnurlarından sudur iden Vakayi’name ismi ile müşemma kılındı”.
ama bu özleyiş, bilim ve sanat eserlerinde değil, bilgi vermek amacıyla yazılan kitaplarda kendinin gösterir.
ORTA ASYA’DA:
Türk edebiyatının Batı lehçesi Anadolu’da bu koşullar altında gelişirken, Doğu lehçesi de Orta asya’da yeni ürünler vermeğe başlamıştır.
Karahanlılar zamanında yazı dili olarak, Kutadgu Bilgi ile ilk eserinin veren hakaniye Türkçesi, türlü bölgelerde yerle ağızlardan giren kelimelerle karıştıktan ve Çingiz ordularının Orta Asya’da yayılmasıyla Moğolca’dan da bir çok kelime aldıktan sonra, timurlular devrinde Çağatayca adı altında yeni bir gelişme yolunu tutmuştur.
XV. yüzyılda sekkaki, Lutfi, mir Haydar gibi şairlerle gelişmeye başlayan bu edebiyat, Mir Ali Şir Nevai ile olgunluk çağına erişmiştir.
Baykara-Nevai devrinde Herat’ın parlak bir fikir ve sanat merkezi haline gelmesi, Fatih zamanında İstanbul’un kültür hayatının kıblesi olarak bilim ve sanat adamlarının kendine çektiği döneme rastlar. Böylece İstanbul ve Herat, Tür-Müslüman kültürünün iki büyük merkezi olarak karşılıklı yer almış bulunur.
Bu çağlarda Azerbaycan bölgesinde de, her iki lehçeden farklı üçüncü bir lehçenin meydanan gelmeğe başladığı görülür. Hasanoğulu ile ilk eserlerinin veren Azeri lehçesi, gitgide bu iki lehçeden esaslı farklarla ayrılır.
Türk edebiyatının Orta Asya ile Azerbaycan bölgesinde gelişen lehçeleri, Anadolu’da gelişen Batı lehçesi gibi, Fars dili ve edebiyatının etkisi altındadır. Şu ayrımla ki, Doğudaki Türk şehirlerinde, yalnız saray çevresinde yaşayanlar değil, halk yığınları da, İranlılar’la olan yakın ilişkiler dolayısıyla Fars dilinin etkisi altında bulunuyorlardı. Farsça da konuşuluyor, şiir söylemek isteğine kapılan gençler, gazellerinin Farsça yazmayı bir hüner sayıyorlardı.
TÜRK VİCDANINDAN GELEN TEPKİ :
İlk bilinçli tepkiyi Mir Ali Şir Nevai göstermiştir. Fars dili ve edebiyatının çok yaygın bulunduğu bir bölgede yetişen ve gençliğinde kendi de Farsça şiirler yazmış olan Nevai, Muhakemetü’l-Ligateyn adlı eserinde şöyle söylüyor:
“Türkün beceriksiz ve değersiz gençleri, kolaydır diye, Farsça şiir söylemeğe özeniyorlar. Gerçekten iyi düşünülürse madem ki Türk dilinde bu kadar genişlik, bu derece enginlik vardır; gerekir ki, her şekilde ve her türde şiir söylemek ve sanat göstermek kolay olsun. Gerçekten kolaydır da. Türk dilinin genişliği bu kadar tanıklarla anlaşıldıktan sonra, yetenekli Türk gençlerinin kendi dilleri dururken başka dille eserlerinin yazmamaları gerekirdi. Eğer her iki dille şiir yazabilecekr durumda iseler, kendi dillerinde daha çok eser vermeliydiler; hiç olmazsa başka dille yazdıkları kadar kendi dilleriyle de yazmalıydılar. Yoksa Türk şairlerinin hepsinin, Türkçe şiir söyleyebildikleri halde, Türkçe söylemeyip Farsça söylemelerine ihtimal verilemez. Doğrusu şudur ki, bunlar Türkçe yazacak olsalar, Sartların Türkçe yazdıkları şiirler gibi, bunları şiirden anlayan Türklerin yanında okuyamazlar. Okusular her kelimesinde yüz yanlış bulunur.
Bütün bu sözlerimizden anlaşılıyor ki, türk dili kelime bakımından engindir; ancak bunu güzelce tertiplemek güçtür. Acemi şairler bu güçlükten yılarak kolay tarafa kaçıyorlar”.
Nevai, bundan sonra kendinden söz ederek, bu gerçeği nasıl sezdiğini, bu dalgınlıktan nasıl uyandığının şu yolda anlatıyor:
“Türkçe’nin Farsça’ya bu derece üstünlüğü, bu denli genişliği meydanda iken, bu gerçek bilinmiyordu. Türk dili bırakılmak üzere idi. Bunun içindir ki, ben de gençliğimde geleneğe uyarak ilk şiirlerimi Farsça söyledim. Kendimi anlamağa başlayınca, güçlükleri yenmek isteğiyle Türk dilinin döndüm ve onun düşünmeğe başladım. O zaman gözlerimin önünde on sekiz bin alemden daha geniş bir alem belirdi. O alemin süslerle dolu gögü banan dokuz felekten daha yüksek göründü. İncileri yıldız cevherlerinden daha parlak olan erdemlik hazinesi banan açıldı. Orada, gülleri gökteki yıldızlardan daha parlak, içine yabancı ayağı girmemiş, yabancı eli değmemiş bir gül bahçesine rastladım. Fakat buhazinenin bekçisi olan ejderleri kan dökücü idi. Güllerinin dikeni de sayısızdı. Düşündüm ki tabiat sahibi kişiler bu ejderlerin zehri korkusundan bu hazineye girememişlerdir. Ve gönlüme öyle geldi ki, şairlerin seçkinleri, bu dikenlerin korkusuyla bu bahçeden bir gül bile koparmadan geçip gitmişlerdir. Ben bu alemi bırakıp gitmedim ve ona bakmağa doyamadım. Bu alemin genişliklerinde tabiatımın askeri koşuşmağa başladı. Hayalimin kuşu havalandı. Her şeyin değerinin takdir etmesinin bilen zevkım, bu hazineden sayısız inciler ve mücevherler topladı. Gönlüm o bahçenin güzel kokularından sonsuz gül ve yasemin kopardı. Bu kadar varlıklar ve bolluklar bana nasip olunca, tabiatımda güller açmağa ve aleme yayılmağa başladı.
XVI. yüzyılda, klasik Türk edebiyatının Anodolu’da sürümde bulunduğu sıralarda da Tatavla’lı Mahremi ile Edirne’li nazmi çok sade bir dille manzumeler yazmayı denemişlerdir. Bu iki şairin “Türki-i Basit” ile söyledikleri manzumelerde Arapça hiçbir kelime bulunmaz. Ancak aruz ölçüsünün kullanılması, onlara bir ağırlık vermektedir. Bu, bir tepkiden başka bir şey değildir. Ancak bu tepki Mahremi ile Nazmi’de kalmış ve onları bu yolda izleyen olmamıştır.
SANAT KAYGISI :
XV. yüzyıldan sonra, halktan büsbütün uzak, aydınların bile anlamakta güçlük çektikleri bir edebiyat meydana gelmiştir. Bu, gazelleri, kasideleri, mesnevileri, sakinameleri gazanameleri, şehrengizleriyle klasik bir Türk edebiyatıdır; ama ulusal zevkten yoksun, bütün öğeleri yabancı, yapma bir edebiyattır.
Nazım dilinin bu hale getiren başlıca neden, şairlerin hece ölçüsünü, küçümsedikleri halk şairlerine bırakarak aruzu kullanmış olmalarıdır. Türkçe kelimeleri aruz kalıplarına sokamayan şairler, bu beceriksizliklerinin örtmek için, manzumelerinin yığın yığın yabancı kelimeler ve yabancı kurallarla yapılmış tamlamalar ve bileşik sıfatlarla doldurmuşlardır.
XVI. yüzyıldan sonra nesir dili de aynı hale gelmiştir. Bunun medeninin, yine Fars edebiyatında, XVI. Yüzyılda beliren özentili sanat eğiliminde aramalıdır. Fars edebiyatının ilk klasik devri Cami ile kapandıktan sonra, Timurlular’dan Ekber Şah zamanında Hindistan’da yetişen Feyzi-i hindi, Örfi-Şirazi gibi ünlü şairlerle yeni bir çığır açılmış, hale nesirde, kelime oyunlarıyla süslü, son derecede ağır bir nesir meydana gelmiştir. Veysi ve Nergisi, Türk edebiyatında bu nesrin başlıca temsilcileridir. Budevirden sonra gelen nesir üstadları, bu çığırı aynı özenti ile sürdürmüşlerdir. Bu özenti sanat merakı nazımda ve nesirde Tanzimat’a değin sürer. XVIII. yüzyılda Nedim, daha sonraları da Vasıf ve Fazıl gibi şairlerin oldukça sade bir dil kullanmaları, işin aslının değiştirmez.
Sanat dilinin bu hali almasından, şairlerin kendileri de memnun değildir. Zaman zaman:
divan-ı gazel nüsha-i kamus değildir yollu yakınmaktan geri durmazlar. Ama bu mısra söyleyen Nabi, dokunmak istediği çağdaşları gibi, hüner ve marifeti sanatın esasından sayar. Kelime oyunları yapmak onun için de başlıca zevktir. Tuhfetü’l-Haremeyn’in dili, nergisi’nin Hamse’sinin dilinden aşağı kalmaz.
BİLGİÇ GÖRÜNME MERAKI:
Ana dilinin küçümseme, şairlerden ve bilginlerden küçük yazıcılara değin yayılmıştır. Kışlalar ve okullar gibi resmi kurumlarda iaşe defterleriyle günlük erzak listelerinde “ekmek, et, un, priniç, darı, odun” gibi maddeler “nan-ı aziz, guşt, dakik, erz, erzen, hatab” kelimeleriyle karşılanmıştır. Bilginç görünmek merakı yazıcıyı da halktan ve halk dilinden ayırmıştır.
Eskilerin “tasalluf” kelimesiyle belirttikleri bilgiç görünmek merakı, bilginden yarı aydına geçince, konuşma dili, klişe haline gelen birçok kelimeler, tamlamalar, bileşik isimlerv esıfatlarla dolmuş, söz arasında bunları kullanmak moda haline gelmiştir.
YAZI DİLİNİN DAĞINIKLIĞI:
Bununla birlikte sanat kaygısı taşımayan, hele halk için yazılan eserlerin dili oldukça sadedir. Kelime oyunları, gereksiz sanat cilveleri bu eserlerde pek bulunmaz. Ancak, öznesi ve nesnesi yerinde olmayan düşük cümlelere, deyiş bozukluğuna sık sık rastlanır.
Bu hal yalnız halk eserlerinde değil, ciddi eserlerde de zaman zaman yer alır.
Aşık Çelebi, tezkire’sinde nişancı Bey’den şu satırlarla söz ediyor: “Nişancı Celazade Mustafa Çelebidir, ki babaları merhum kadı Celaldur, ki Tosya nam kasabadan kuzat-ı asr içre şehamet ü haramet ile meşhur bir kadi-i müsellemü’l-haldür. Kendüler danişmend iken Pri Paşa merhum terbiyeti ile sene isna ve ışrine ve tis’a miede divan katibi olup ba’dehu devir dönüp arus-ı devlet merhum İbrahim Paşa’ya kol sunup ol dahi şanında devlete ehliyeyyet ve her terbiyyeye kabiliyyet görüp katib-i sır idinüp Mısır’a alup gidüp yine bile getürüp haslarına terakki ve her gün bir güne bahşiş ve ihsanla telakki idüp eshab-ı saadetün nazar-ı iksir-eseri, ki seng ü medr’i bir pertevi ile reşk-i la’l ü güher ider; fekeyfe ki kabul-i esere isti’dadda kabiliyyet ve te’sir-i mihr-i terbiyete mahalliyyet ola”.
Hayrullah Efendi tarihi’nden aldığımız şu cümlelere bakınız:
“Semendire sekenesinden Mustafa nam şahıs, mukaddema kendi biraderinin Maceristan’da Matyas Korven’in huzurunda katlolunduğunun intikamının almak için tebdil-i kıyafet Macaristan’a geçüp, bir takrib Matyas’a takarrub eyleyüp, bileyüp bilesince taşıdığı hancer ile diş bilediği Matyas’ın karını teklim eyledikte, derhal şahs-ı mezbur tutturulup yaralanmış olan matyas’ın huzurunda paralanmış, ba’dehu Matyas dahi fevt olmuştur”
Eski yazarlar, aynı cinsten bağlaç’ı arka arkaya sıralamaktan çekinmezler. Bu son parçada yazar “bileyüp, bilesince, diş bilediği” kelimeleri arasında “cinas” yapmağı da bir hüner saymıştır.
hele tasvirlerde fazla sıfat kullanmak merakı ve seci yapma alışkanlığı, ciddi eserlere garip bir çeşni vermektedir. Mustafa Necip Vak’a-i Selimye adlı eserinde Köse Musa Paşa hakkında şöyle söylüyor:
“Def’a-i üla ve saniyede müddet-i kaimmakamlığı on aya bahg olur. Zaifü’-cüsse, vasatu’l-kaame, zişt-çihre, abusu’l-vecih, ebu’l-fesad, gaddar-ı bidad, meş’umü’l-kadem, münkirü’’n-niam, nisab-ı nasafet ü insaniyyetten atıl, salahı nakabil bir köse batıl idi”
Şurasının hemen söyleyelim ki, bu dağınık deyiş, Nergisi’ni, Veysi’nin eserlerinde bile görülür.
YAZI DİLİ GELENEĞİ:
Bütün bunlar, yazı dili geleneğinin bulunmamasından ileri geliyordu. Tanzimat’a gelinceye değin, herkes tarafından uyulacak doğru ve düzgün bir yazı geleneği bir türlü kurulamamıştır. Nazımda, şairi uymak zorunda bırakan bazı kurallar varsa da, nesirde, yazarı bağlayan belli başlı bir kayıt yoktur. Gerçi mensur eserlerde de Allah’a hamd ile başlamak, sonunu hale uygun bir dilekle bitirmek gibi bazı bileşik özellikler görülür; ancak bunlar eserin yapısına aittir. Deyişte, cümle içinde “seci”lere dayanmak, “olup, kılup” gibi bağlaçlarla cümlecikleri birbirine bağlamaktan başka bir gelenek yoktur. herkes, dilediği gibi yazmakta kendinin serbest sayar.
Bu dağınıklığın sebebi, eski devirde ana dilinin öğretecek bir okulun, okutacak bir öğretmenin, yol gösterecek bir eserin buluinmamasından, bundan ötürü de, bir türlü klasik yazı dili geleneğinin kurulamamış olmasındandır.
Medresede dersler, arapça metinlerden okutulurdu. Medreseye giren çömez, arapça sarftan Emsile ile Bina ve Maksud’u, nahivden de Avamil ile Izhar’ı okuduktan, yine sarftan Şafiye, nahivden de Kafie’yi tamamlayarak teknik bilgiyi edindikten sonra, Arap dilindeki “fesahat” ve “belagat” kurallarının gösteren “bedi”, beyan, maani” konularına geçerdi.
Arap dilinde bu konuda yazılmış en tanınmış eser, Sekkaki’nin (ö. H. 626=M. 1228) Miftahu’l-Ulum, “sarf”, “nahiv”, “bedi,”, beyan maani” bölümlerinin kapsayan, arap dilinde her biri ayrı birer bilim dalı sayılan “lügat, iştikak, nazım, nesir, aruz, kafiye” gibi konuları da içine alan bu eserin türlü özetleri ve şerhleri vardı.
“Bedi”, beyan, maani” bölümünün şerhleri arasında en tanınmış olanları kutbe’d-din Mahmud-ı şirazi’nin (ö.H. 710=M. 1310) Miftahu’l-Miftah’ı, Sa’de’d-din-i teftazani (ölH.791=M.1388) ile, seyyid Şerif-i Cürcani7nin (ö.H.816=M. 1413) şerhleri idi. Bunlara da birçok şerhler ve “ta’likler” yapılmıştı.
Son bölümün özetleri arasında da Celalü’d-din Muhammed Kazvini’nin (ö.H. 739=M.1338) Telhisü’l-Miftah’ı büyük ün kazanmıştı. Bu özetin Sa’de’d-din-i Teftazani’nin, biri Mutavvel adıyla büyük, öteki de muhtasar adıyla küçük iki şerhi ötekilerden daha çok itibar kazanmıştı. Medreselerde okutulan eserler hep bunlardı.
Türk bilginlerinden Taşköprüzade Ahmet b. Mustafa’nın, Kemal Paşazade Şemsettin ahmet’in Salih b. Celal’in, ali menik’in, Kadızade’nin bu eserlere yazdığı şerhler de arapça idi. Onlar da Arap dilindeki yetkilerinin göstermek için bu şerhleri Arapça yazmaktan kendilerinin alamamışlardı.
Enderun’da ya da Divan katibi kaleminde yetişenler ise, Türkçe’yi değil Osmanlıcayı öğrenirlerdi. Katipler, Türkçeden ne kadar uzaklaşırlarsa kendilerinin o derece marifet göstermiş sayarlardı. Bunların elinde dolaşan Ahmet Dai’nin Teressül Kitabı, Mesihi’nin Gül-i Sad-berk’i gibi eserlerdir. Ana dilinin doğru yazma geleneneğinin kurulamamasının nedeni işte budur.
HALK DİLİ, BU DİLLE YAZILMIŞ ESERLER:
Medresenin yarattığı iskolastik anlayış ve inanışlarla beslenen klasik Türk edebiyatı, saray ve medrese çevrelerinde yayılıp gelişirken, geniş halk yığınları arasında da, daha açık bir dille yazılmış kendi zevkine ve anlayışına seslenen canlı bir edebiyat meydana geliyordu. Sonradan çeşitli kollara ayrılan bu edebiyattın da, İslam dünyasının meydana getirdiği yeni inanışların izlerinin taşıyacağı şüphesizdi.
Bunların başında, yeni dinin yarattığı kahramanların hayatı etrafında toplanan hikayeler gelir. Türlü çağlarda birçok kişiler tarafından kaleme alınan Ebu Müslim, Seyyid Battal Gazi, danişment Gazi hikayeleri, ali ile büyük din erlerinin kafirler ve devlerler çarpışmalarının tasvir eden eserler, Hazma-name’ler büyük yer tutar. Dede Korkut ve Köroğlu hikayeleri bunları izler.
Daha sonra da halk destanları gelirki, bunlar ilk destanların kalıntılarının taşımakla birlikte, sonradan kaleme alındıkları için, İslam dininin inançlarıyla gelenek ve göreneklerinin etkisi altında meydana gelmişti. Bunların çoğu, yazarları bilinmeyen anonim eserlerdir.
Lirik halk şiirleri de, dil özelliği bakımından bu kümeye girer. Başka bir küme de, yine halka seslenmekle birlikte, medrese eğitimim görmüş, ya da o çevrelerde yetişmiş belirli kişilerin meydanan getirdikleri hikmetler, ilahiler, devriyeler, nefesler, ağıtlar, ünlü şeyhlerle erenlerre aitt “menakıb” kitaplarıdır.
Kur’an ve hadis çevirileriyle bazı dinin risaleleri de bu kümeye bağlayabiliriz. Gerçi bunlar anlayış ve inanış bakımından ötekilerden çok başkadır. Birincilerde öğretme ve “telkin” amacıyla birlikte lirizm de vardır. ikincilerde ise, daha çok “zühd ve takva” büyük bir yer tutar. Her ikisi de halka seslendiğinden, dil bakımından aynı sadeliği taşır.
Daha ilk çağlardan başlayarak, Orta Asya’da halkla birlikte yaşayan türlü tarikat şeyhleriyle dervişleri, ülkülerinin halk yığınlarına yaymak amacıyla, ana dilden geniş ölçüde yararlanmışlardır.
Ahmet Yesevi ile halifelerinin basit ve sade bir dille kaleme aldıkları hikmetler, halk arasında geniş yankılar uyandırmıştır.
Daha sonra Anadolu’da Yunus Emre ve Nesimi gibi yüksek sanatçılar, Türk dilinin kendi yönlerinden işlemişler ve ona bir canlılık, ruhları titreten dokunaklık, kıvraklık vermişlerdir. Yunus Emre’nin ilahilerinin bugün de büyük bir zevk ve heyecanla okunmasındaki sır, ondaki sanat kudretindendir.
Türk dili, aynı titizlikle işlenmekte devam etseydi, yedi yüz yıllık bir süre içinde kim bilir ne denli olgun bir sanat ve bilim dili haline gelecekti? Eldeki bu örneklere göre bunun kestirmek hiç de güç değildir.
Gerçi tarikat adamlarının meydanan getirdikleri eserlerde de yabancı kelimeler ve tamlamalar eksik değildir. Hızla yayılıp genişleyen klasik edebiyatın türlü çevrelerde yarattığı etki, ayrıca tasavvufla beslenen tarikatların kendine özgü deyim ve terimleri, elbet bu eserlerde de yer almış olacaktır. Fakat “tasannu” kelimesiyle belirtilen “yapmacık” bu gibi eserlerde olmadığı, bilgin ve usta görünke merakı bu şiirlerde bulunmadığı için, bu yazılar özentiden uzak ve oldukça sadedir.
Bugün elimizde bulunan eski eserlerden çoğunun dili bizi şaşırtmamalıdır. Bunlar, sonraki yazarlarca kendi zevklerine göre bozulmuş, değiştirilmiş, Arapça ve Farsça kelimelerle ve tamlamalarda doldurulmuştur. Ama ne de olsa aradaki ayrım çok büyüktür.
Asıl XVI. Yüzyıldan sonra gelişmeğe başlayan halk şiirinde Arapça ve Farsça kelimelerin, hatta Arasıra tamlamaların bulunmasının da aynı arıdır ve özlüğünün saklamaktadır.
Lirik koşmalardan başka, savaş türküleri, çeşitli olayların etkileriyle kaleme alınmış destanlar, XV. Yüzyıldan sonra geniş bir yer tutar. Bunlar canlılık ve gerçeklik bakımından büyük bir değer taşır.
YENİ HAYAT:
Ümmet çağından millet çağına geçiş haylı uzun sürmüştür. Batı uygarlığına yönelmenin uyandırdığı özleyişler, bu özleyişlerin yanısıra, gerçekleri yeterlikle değerlendirememekten doğan bocalamalar, yeniliğe kolayca alışamayanların yarattığı tedirginlikler, toplumda ister istemez birbirine karşıt fikirlerin belirlenmeler meydana gelmiştir.
Hürriyet, vatan, millet, meşrutiyet, meşveret gibi, sözlüklerde ancak birer kelime olarak yer alan sözler, onlara verilen yeni anlamlarla ana fikrin birer simgesi olarak sürüm kazanmıştır.
batıdan gelen yeni fikirler, yeni bir hayat isteği uyandırmış, bu hayata uymanın çabası içinde, toplumun görüşü değişmiş, eski değerler gücünün yitirmiş yeni gelenek ve görenekler belirmeğe başlamıştır.
YENİ EDEBİYAT, ESKİ DİL:
Bu yeni hayat, elbet yeni bir edebiyat yaratacaktır. Bu edebiyatanı başlayıp gelişmesine, Şinasi ve Namık Kemal önde olduğu halde, Tanzimatın fikir ve kalem sahipleri çalışmışlar, böylece yeni fikirlerden güç alan nazım ve nesir yanında roman, hikaye, tiyatro ve eleştirme gibi yeni edebi türler meydana gelmiş, yeni hayatın yankıları türlü yönlerden bu eserlerde görülmeye başlamıştır.
Deyiş tarzı da yeni edebiyatın karakterine uygun olarak gelişmiştir. Fakat dil, yapı bakımından değişmiş olsa da, yapı yine eski kalmıştır.
Gerçi eski edebiyatın dili de mahkum edilmişti. Eski dilin yeni düşünce ve duyguları belirtmekteki yetersizliği gösterilmiş, yeni edebiyat için yeni ve anlaşılır bir dilin gerektiği söylenmişti. Ancak bunun gerçekleştirmek mümkün olamamıştır. Genç sanatçılar, herkesin anlayabileceği sade bir dilin, eserdeki sanat değerini azaltacağı düşüncesine kapılmışlardır.
Tanzimatçıların, halkı bilgisizlikten kurtarmak düşüncesiyle ortaya attıkları “dili sadeleştirme” isteği, ancak meşrutiyet devrinde ortam bulabilmiş, yazılardaki dil bu amaca yönelmiştir.
Ama değişen yine esas değildir. Dil yeni Osmanlıcadır; Osmanlıca hala Türkçe ile Arapça ve Farça’dan meydana gelen ve her üç dilin kurallarına dayanana bir dil olarak tanımlanmaktadır.
Meşrutiyet devrinde Selanikte Genç Kalemler’le ortaya atılan “yeni lisan” iddiası da çelişmelerden kurtulamamıştır. Esasta bu iddia, çok soylu bir düşünceden doğmuş, soyut olmaktan kurtularak gerçeğe dayanmış bulunmakla birlikte, ileri sürülen düşünceler, Şemsettin Sami’nin ortaya attığı düşüncelerden daha da geridedir. Ama ne de olsa bir akım sağlamıştır.
TÜRK DİLİNİN SON UTKUSU:
Kesin utku Cumhuriyet dönemine düşmüştür. Ana dil sorunu, Atatürk’ün işaretiyle 1932 yılında, Dolmabahçe Sarayı’nda toplanan Birinci Türk Dil Kurultayı’nda ele alınmış, sonra gittikçe gelişerek, genç kuşakların katılmasıyla güç kazanmıştır. Atatürk’ün kurduğu “Türk Dili Tetkik Cemiyeti”, Türk dili üzerinde yapılacak araştırma ve incelemelere merkez olmuş, bilim ve sanat dilimiz, türlü evrelerden geçtikten sonra bugünkü halinin almıştır. Gittikçe de durulmaktadır.
Karamanoğlu Mehmet Bey’in Konya’da türkçeyi resmi dil olarak ilan etmesiyle, Türk diline utku yolu açılmıştı.
Atatürk’ün ana dile kazandırdığı bu kesin utkuyla, kendi yapısı içinde gelişmeğe başlayan Türkçe, seviye ayrımı olmaksızın, bütün yurttaşların anladığı ulusal bir dili haline gelmiştir.
Bu utkunun korunması da, Cumhuriyet gibi, gneç kuşaklara emanet edilmiştir. Türk dili, güçlü kalemlerin kefaleti altındadır.
Türk dilinin tarihsel gelişiminin özetleyen bu yazı, birkaç yıl önce hazırlanıp Türk Ocakları Merkezine armağan edilmiş ve Merkezce bastırılarak Halevi şubelerine dağıtılmıştı. Tükenmiş olan ub esercik her yerden aranmakta olduğundan, ayrıca Belleten’le de yayınlanması uygun görülmüştür.
Kaynak:
Ağah Sırrı Levend, Belleten, Tarih Boyunca Türk Dili, 1965, Sayı: 246, s. 129
Yorumlar