Üniversitelerimizin İlmî Kontrolü Altında Bir Ulûm Akademisi Ve Bunun Türk Dili Şubesini Kurmalıyız
Sesli harfi olmayan Arap alfabesi İslâm kavimlerinin yazı dilleri, bu kavimlerin mânevî kültür sahasında hazırlıksız oldukları halde tekniğin ve batı fikrinin istilâsına mâruz kalmaları neticesinde büyük buhranlara doğru gitmektedir. Bu buhrandan şimdilik en az müteessir olanı da, dili asrîleştirmek işinde çok geride kalmakta olan Urdu dili olabilir. Arapça ve Farsça iş ve gazete dili son 15-20 sene zarfında husule gelen tekâmül neticesinde bâzen anlaşması güç bir şekil almaktadır. Biz Türkler ise, diğer İslâm milletlerini ve alfabe hususunda geri bırakan cezrî tedbirlere baş vurduğumuz ve büyük bir kısmımız millî dil üzerinde tasarruf ve düşünme haklarını üzerlerinde hâkim olan milletlere bırakmak mecburiyetinde kaldığı için, dil meselemiz daha nazik, ve daha karmaşık bir şekil almıştır.
..Dil islâhı ve ona kararlı bir şekil vermek hususunda muâsır büyük milletlerin çoğundan bir buçuk asır geri kalan Müslüman milletler, bugün bu meseleye yalnız kendilerinin iç tekâmül hareketleri nazariyle değil, aynı zamanda büyük bir dış siyaset meselesi nazariyle de bakmak mecburiyetindedirler. Muâsır Rusya insan camiâlarının iktisadiyatı kadar fikriyat ve ruhiyat ile de pek yakından alâkadar olmak; beynelmilel siyasî ve iktisadî mücadelelerinde milletlerin deniz, kara ve hava nakil vasıtalarına ve istihsaline karıştığı gibi, mâneviyat sahasında da dil, yazı, imlâ ve radyo gibi fikir neşri vasıtalarına ve fikir sahalarındaki gelişmelere ayni şekilde, ayni ihtimamla ve ayni derecede plânlı bir surette karışmaktadır. Muhtelif memleketlerde işçilerin grev hakları Rus siyâseti yolunda istismar olunmaktadır. Bunun gibi bilhassa Müslüman milletler gibi dil ve fikir sahasında geri kalan milletlerin, geç kalmış ve eksik vasıtalarla yaşatılmakta olan dil ıslahı ve onu asrileştirme hareketleri de istismar edilmektedir.
Rusya’ya komşu olan şarklı milletlerin dil ve fikir hareketlerine karşı Kominternin takip edeceği siyaseti Rus hariciyesinin Şark işleri şubesi müdürü Pavloviç (Veltman) bu komitemin 1920 Temmuzunda Moskovada yapılan ikinci kongresinde bu gibi meselelerin müzakere edildiği komisyonda izah etmiştir. Ben bunları bundan 25 sene önce, 15 Nisan 1923 tarihiyle İran’da Meşhed’den o zamanki Başvekil Rauf Beye, Yusuf Akçur’a, Ağaoğlu Ahmet ve İsmail Suphi Beylere yazdığım mufassal bir mektupta bildirmiştim. Bu siyaset o zaman «Şarkta milliyetçi burjuvazi ile mücadelede onun alışmış olduğu feodallara has. arkaik dilin yerine halk dili yaratmak işini komünistler her yerde kendi ellerine almalı» şiâriyle başlamış, sonra yeni bir kudretle ve yeni hamlelerle büyük bir «Avrosya dili» olmak dâvası peşine düşen Rus dili karşısında Rusya’ya tâbi ve ona komşu şarklı milletlerin dillerine bunları «halklaştırmak» bahanesiyle edebî dillerin mahallî konuşma dilleri esasında «tâdil»i bu yolla bu kavimler arasında dil ve imlâ kararsızlığı yaratmak, bu dillerin yaşama istidat ve kudretini mahvetmek şeklini almıştır.
Bu siyasetin son 25 senelik tatbikatı meydandadır. Şarklı milliyetçilerin kendi dillerini asrileştirmek ve halklaştırmak yolundaki meşru hamleleri hemen bir sakîn tarafa alıp götürülmüş ve bu siyaset neticesinde Dış Türklerinde Türk dili dünyanın en bedbaht bir dili şeklini almıştır. Son iki sene zarfında Çin’deki Türkler arasında baş gösteren kultur ve dil hareketleri müstesna, Ortaasyada ve Azerbaycan’da Türk dili, artık şuurlu bir milletin idare ettiği bir dil olmaktan çıkmıştır. Özbekistan Cumhuriyetinin 1946 da Rus hurufatiyle Özbekçe neşrolunan anayasası; yahut Alişir Nevayînin eserlerinin kanatları kesilmiş, tüyleri yolunmuş, hamdu sena, naat ve münacatları atılmış, proterleştirilmiş, güzelim Türkçesi de «A»lan Tacik şivesine göre «O» yapılarak ve Rus hurufatiyle basılmış yeni neşirleri; ilaçların istimaline dair Kazan şivesinde, fakat butun Arapça ve Farsça ıstılahların yerine Rusça ıstılahlar konularak yine Rus harfleriyle neşrolunan talimatnameler ve nihayet bu gibi neşriyatta Turk dilinin sentaksisi, yâni esas bünyesi üzerinde yapılmakta olduğu görülen bâzı ameliyat bu yeni Rus «kültür siyaseti» nin gözönünde bulunan numuneleridir. Müslüman milletler arasındaki müşterek ve halk dilinde yerleşmiş Arapça ve Farsça tabirler Türk dilinin istiklâli yolundaki haklı dâvalara dayandırılarak atılıyor, yerlerine her şive için ayrı olmak üzere çoğu sakîn bir şekle getirilen mahallî Türk ıstılahlara terkediyorlar. Bu cihetle 1908 – 1910 senelerinde mükâfat karşılığı olarak kendi ararmzda yapılan temiz Türkçe «dil yarışları» bugün ancak fikriyat sahasında yabancı istilâsı vasıtaları olmuştur.
Türk dilinden sonra Farsça da yerli ellerle yaptırılan bu sinsi siyasete çarpılmaktadır. Muasır İran’ın siyasî ve medenî rehberlerinden Seyyid Hasan Takizade, Tahran’da intişar etmekte olan «Yadigâr» dergisinde yakınlarda (sayı 6) «Fasih farsçayı koruma lüzumu» mevzuu üzerinde yayınladığı mühim makalesinde edebî fars dilinin farsçılık taassubu ile yapılmakta olan temizleme tecrübeleri yüzünden Iran ülkelerinde anlaşılmaz bir hâle gelmekte olduğunu bu nevi neşriyatta Şeyh Saadi’nin «Gulustan»nında şairin gül kokan bir hamam otu ile konuşmasına dair mâruf parçasında «hamam» «mahbub», «abîr», «lâkin», «müddet», «kemâl» ve «eser» gibi halk dilinde yerleşmiş arapça kelimeler atılarak yerlerine «germâbe», «bercüste» «sepentu», «pun», «dümman», «resanî» ve «nişan» kelimeleri yazılmış olmakla şiirin «Bedü goftem k i mişkîya sepentu» ve «punu dumaii ba gül nişestem» demek gibi anlaşılmaz ve çirkin bir şekil aldığım anlatmış ve merhum Rıza Şah’ın Türkiye seyahatından sonra devlet idare ısınanları Türkiye’deki gibi millileştirmek yolunda aldığı tedbirleri gözönüne alarak, bu «yeni farşça »nın Türkiye tesiri ile yapılmakta olduğunu söylemiştir. Geçenlerde İstanbul’a gelen bir iranlı mütefekkir ise Takizadenin bu ön sözünü siyasi mülâhazalarla yazmış olacağını, Riza Şahın tedbirlerinin daha o zaman Başvekil Furugi Han tarafından akım bırakılmış olduğunu Takizadece de pekâlâ malûm olduğunu, son «yeni Farsça»nın Ruslardan ilham alan zevatın, yahut onlara âlet olan « mecnunların işi olduğunu, bunu herkesin bildiğini, gayelerinin İran milletini büyük mazisinden ayırmak olduğunu, bu müdahale alıp yürüyecek olursa İran’da sekiz edebî dil vücuda geleceğini, zaten Rus alfabesiyle yazılan tacikçenin İranlılarca katiyen anlaşılmaz bir şekil aldığını, Afganistan’da da Sovyetlerin ayni siyaseti takip ettiklerini yana yakıla anlamıştı. Rusların fonetik esasta mahallî şivelerde edebî diller yaratmak ve yaşıyan kültürü batırmak yolundaki siyasetlerinin Çindeki tatbikatını, Çinceye asrî alfabe tatbiki işlerini komünistlerin ve yanlarındaki Rus «müşavirlerinin ellerine almış olduklarım da 1938 de Çiniyatçı E. Eichhorn Bonn Üniversitesinde izah etmişti. Her halde Şark milletleri dil tasfiyesi hareketlerinde kendilerinin meşrû millî teşebbüsleri ile Rus zorlamaları arasındaki hududu ‘ kat’î olarak tesbit etmek mecburiyetindedirler.
Türkiye Türkleri merhum Şinasi ile başlanan ve Atatürk zamanında hızını alan millî edebî Türk dili yaratma hareketinde şuurlu ve bu hususta pek titiz olduklarından millî dilin istiklâline ‘ memleketin siyasî ve iktisadî istiklâline olduğu kadar itina gösterecekleri, Türk dilinin kuvvet ve kudretine, millî ordunun kuvvet ve satvetine karşı gösterdikleri kadar uyanıklıkla ehemmiyet verecekleri şüphesizdir. Bugünlerde devam etmekte olan dil kurultayında dinlediğimiz nutuklar aydınlarımızın bu millî derdi ne kadar derinden anladıklarına şüphe bırakmamaktadır. Söylenen nutuklarda ancak iç duyguların, hayatî ihtiyaçlarımızı anlama ruhunun hâkim olduğunu görmekle bahtiyarız. Türkiye, Türklüğün ve Türkçenin sağlam kalan esas istihkâmı olduğu gibi, bugün Çin Türkistanmda ora Türkçesince yapılmakta olan neşriyat, Nankinde Hacı Yakub Yusufî tarafından neşrolunmakta olan «Edebiyat» ve «Yaşlar Bilimi» (Gençler Bilgisi) ve «Türkistan Medeniyeti» mecmuaları da Türkiye’deki dil ıslahatının Asyanın uzak köşelerindeki Türklerce derin bir sempati ile karşılanmakta olduğunu göstermektedir. Ancak bu dil ıslahatında batı Türk halk diline girmiş veyahut diğer Türk dilleriyle müşterek bir tarihî kültür mirası olarak yerleşmiş Arapça ve Farsça kelimelere dokunulmamalıdır.
Malûm olduğu üzere, birçok Arapça ve Farsça kelimeler (meselâ: Ramazan, oruç, namaz, akşam, çarh, ibrik, desti, kalem, kâğıt, mektep v.s.) daha Oğuzlar Türkistanda iken kendilerine, bilhassa Horezmliîer vasıtasiyle gelip yerleşmişti. Bunlar bizim medenî temaslarımızı gösteren vesikalardır. Fakat Türkçe üzerinde, tecrübe mahiyetinde yapılan, dili mizin bünyesince tahammül edilemiyeceği de anlaşılan ameliyatı sona erdirirken bunun Osmanlıcaya ve terkiplere ric’at şeklini alamıyacağmı bilmek lâzımdır. Yeni Türkçe ıstılahlar yapmak yoluyla Osmanlı devrinde tamamiyle ölü bir hâle getirilmiş olan Türkçenin yaşama ve yaratma kudretini ihya eylemek babında son yirmi yılda yapılan işlerin millî kültürümüz bakımından kıymeti takdir edilmek icabeder.
Türkçe eserleri Türkiye dışında yalnız Romanya’da bastırmayı mümkün kılan «Ş» harfi altındaki sidili yukarıya çıkararak tamir edilip, alfabemize Türkçe eserleri dünyanın her tarafında, linotiplerde bastırmayı müsait kılan bir şekle sokmak, keza Kaf «Q» ile sağır (Kef (N) i n yerlerine iadesiyle Türkiye türkçesi ile diğer Türk şiveleri arasında husule gelen sun’î şeddi ortadan kaldırmak ilim zihniyetinin hâkim olması neticesinde kabul olunacak keyfiyetlerdedir. Türkiye’deki dil İslahı batı Türklerinin; Ortaasyadakisi oradaki Türklerin kendilerine ait bir iştir. Bu böyle olduğu halde batı Türk edebî dilinin diğer Türklerce okunmasını, ora mekteplerinde (imkân hâsıl olduğu zaman) tedrisini ve bura Türk kültürünün diğer Türk illerinde taammümünü imkânsız kılacak yahut müşkülleştirecek mâniaları Türk kavimleri arasında en kültürlüsü olan Türkiye Türkleri kendi elleri ile yaratamazlar zannederim. Bunun aydınlarımızın ekseriyetince anlaşıldığını görünce ben, Türkiye’de Türk dili üzerindeki çalışmaların yakın bir zamanda ilim için pek müsait şerait içinde gelişeceğine inanacağım geliyor.
Dil işlerini «Dil Akademisi» ismi verilmek istenen yeni bir heyete havale etmekle bu işin ilmîliği temin edilmez. «Dans Akademisi» de denildiği için bizzat «Akademi» kelimesi birşey ifade etmez. Bence bu iş azaları üniversitelerimiz tarafından intihap olunup B. Millet Meclisinde tasdik olunacak «İlimler Akademisi» ne ve onun «Türk dili şubesi» ne havale edilmelidir. «Dil Akademisi» ile «İlimler Akademisinin Türk dili şubesi» başka başka şeylerdir. Akademinin dil şubesi, dil, tarih ve felsefe mevzularını onun riyâzî olarak tetkikini gâye edinen ve bu ilimlerin tâbi olduğu ilmî disiplinlere tâbi kılmak imkânım sağlıyan bir müessese olacaktır. Dil, tarih ve felsefe ilimleri, diğer ilimlerle aynı çerçeve içerisine sokulup beynelmilel tanınmış «ilimler Akademi» leri disiplinlerine tâbi kaldıklarında, daha semereli iş görürler. İlimler Akademisi kurmak zamanı daha gelmedi denilemez. Bu devir gelmiştir. Yalnız kendi kültür seviyemizi takdir etmeyi ve o seviyeyi müdrik, iddiasız, mütevazi, iş bilen pratik ilim adamlarının şimdilik belki hep muhabir âza sıfatiyle – intihap etmesini bilmeliyiz. Bugün medeniyette ilerilikle övünemiyecek bir çok milletlerin, bâzı Güney Amerika milletlerinin, komşularımızdan Bulgarlarla Rumenlerin, Yugoslavlarm, Eston ve Finlerin Azerbaycanlıların, Ortaasyada Özbek ve Kazak – Kırgızların mükemmel İlim Akademileri âzaları vardır. Özbek İlimler Akademisi bugün 630.000 cilt kitaptan mürekkep kütüphaneye ve 75.000 cildden mürekkep yazma eserler koleksiyonuna mâliktir. Bunların çalışma neticeleri kendi seviyeleri ile mütenasip ve tabiî ilimler sahasında ise belki de mükemmeldir. Bizde de işimizi kendi seviyemize göre idare edebilirsek bir İlimler Akademisi muvaffakiyetle iş görebilir. Zaten bir otoriter ilim merkezi, ilmî mesaiyi tenkid ederek onlara kıymet biçen bir müessese olmadıkça memlekette ilmî çalışmalar netice vermez.
Dil meselelerinde merhum Ragıp Hulusi’nin ve Banguoğlu’nun 1940-41 de «dilde ancak fonetiğe (telâffuza) uydurulmuş ve etimolojik (iştikakı) unsurlardan temizlenmiş bir şekli vücuda getirmeyi iddia etmenin gayri ilmî olduğu» nu söyledikleri; ayrıca Ragıp Hulûsi’nin «büyük bir mâziye mâlik bir dilin iştikakı prensibe daha çok riayetle iki prensip arasında makul bir âhenk tesisi»ni ileri sürdüğü zaman biz artık dil bahsini Akademik bir yola koymuş bulunuyorduk. Ragıp Hulûsi’nin Edebiyat Fakültesi Profesörler Meclisinin 13.12.1940 celsesinde uzun uzadıya arzettiği malûmat gibi, bir sene sonra neşrettiği eseri havada asılı kaldı. Ragıp bunun böyle olacağını biliyordu ve memleketimize Graf Kayserling’in anlattığı «şoför zihniyeti»nden ayrılmayı hararetle tavsiye etmişti. Şimdiki dil kongresi dolayısiyle de ancak sekiz sene önce söylenen bu sözleri tekrarlamaktan ve ilim namına söylenen sözleri ve teklifleri daima su üzerine yazılmış gibi izsiz kaybolup gitmek beliyesinde kurtarmanın zamanı geldiğini söylemekten başka bir iş kalmıyor.
Türk dili de bir gün 150.000 kelimeye mâlik bir ilim ve kültür dili olacaksa, onun istikbali bugününe nisbeten 5 defa daha parlak olacak demektir; dilimizin kendisinden yapılacak ve ‘beynelmilel söz hazinelerinden de alınacak on binlerce ıstılah yanında onun bugün ihtiva ettiği ve şarklı komşularından müstear kelimeler devede kulak kabilinden kalacaktır. Yeter ki , «Türk İlimler Akademisi» dilimizin bir ilmî gramerini biran evvel yapsın ve birçok batınlar için çalışma plânlarını tesbit etsin. Bu işler ancak plânlı ve metodlu bir şekilde yürüyebilir.
Tasvir, 24. 10. 1948
Yorumlar