Türkler’in yerleşik yaşayış ve onun faaliyetleri ile yakın bir münasebet kurmalarının bilhassa Gök Türkler çağında olduğu anlaşılıyor. Bunda şüphesiz Gök Türkler’in bir yandan komşuları Çinliler ile yakından temasa gelmeleri, öte yandan kültürü yüksek bir kavim olan suğdaklar’ın (Soğd) Gök Türkler’in uyrukları arasında bulunmaları başlıca amiller olmuşlardır. Türkler, Suğdaklar’dan birçok kültür unsurları aldılar. Buna karşılık Suğdaklar da Türk çoğunluğu içinde Türkleşmeye başladılar. XI. yüzyılda onların önemli bir kısmı Türkleşmişti.
Çin kaynaklarına göre, Gök Türkler Orta Asya’nın siyasi hakimiyetinin ellerine geçirmeden önce, Altay dağlarındaki yurdlarında demircilik yapmakta idiler. Bu husus, Bizans kaynaklarında da teyid edilmektedir. 568 yılında Bizans İmparatoru Justin’in Batı Gök Türk hükümdarı İstemi Kağan’a yolladığı Zemark’ın başkanlığında bulunan elçilik heyeti Maveraunnehr’e (Soğdian) gelince, birçok Türk ellerindeki demirleri Bizanslılar’a göstererek;:bundan satmak istediklerinin söylemişlerdi. Bazı Türk ellerinin demiri kutsal saydıkları anlaşılıyor. Kaşgarlı Mahmud, Kırgız, Yabaku, Kıpçak ve daha bazı Türk ellerinin and içtiklerinde yahut sözleştiklerinde, demiri ululamak için kılıcı çıkararak yanlamasına öne koyup;“bu, gök kirsün kızıl çıksın” dediklerini, bunun da sözünde durmaz isen kılıç kanına bulansın, demir senden öcünü alsın, anlamına geldiğinin söylemekte ve bu ellerin demire karşı saygı duyduklarını yazmaktadır.
Gök Türkler’in, göçebe olmakla beraber, çiftçiliğe ehemmiyet verdikleri görülüyor. Gök Türk kağanı Kapağan barış andlaşmasının yapılabilmesi için ileri sürdüğü şartlar arasında topraklarının ektirmek gayesi ile Çin’den bir milyon kile darı, üç bin aded çiftçilik aleti ve çok miktarda demir istemişti. Türkler’in tahıl bitkilerinden ilk defa darı’yı tanıyıp ektikleri anlaşılıyor. Dilimizdeki tarla sözünün tarığ-lak (yani darı biten yer) dan gelmesi de bunun gösteriyor. Darının arpa ve buğdaya nazaran daha kısa bir zamanda bitmesi onun tercih edilmesinde başlıca sebep olsa gerektir.
Gök Türkler şimdi söylediğimiz şehre karşılık balık kelimesinin kullanıyorlardı. Bu kelime daha sonraları da kullanılmakta devam etmiştir. Ancak XI. yüzyılda balık, Orta Asya’nın batı ülkelerinde yani Kara Hanlılar ve Oğuzlar çevresinde unutulmuş ve Karar hanlılar’da onun yerine suğdakça’dan alınmış olan kend sözü geçmişti. Kaşgarlı, bize balık’ın eski bir kelime olduğunun bildiriyor. Karar Hanlılar’ın doğu komşuları olan Uygur Türkleri’nde ve Moğollar’da balık, anlamını muhafaza ederek yaşamakla idi.
Orkun kitabeleri’nde balık kelimesi, Kutlug-Elteriş Kağan’ın Gök Türk devletinin yeniden kurmak için yaptığı ayaklanma dolayısiyle geçiyor:
“Akanım kağan yeti yirmi eren taşıkmış taşra yoruyor tiyin kü eşidip balıkdaki tağıkmış tağdaki inmiş tirilib yetmiş er bolmuş”
Burada geçen balık nerede bulunmaktadır, bilinemiyor. Kitabelerde, Ötügen, bir şehir değil, ormanlık bir yerin adı olarak zikrediliyor. Burada bir şehir var mı idi bu hususta bir şey söylenemiyor. Ötüken, bir yer adı olarak varlığının veya ününün yüzyıllar boyunca muhafaza etmiştir. XI. yüzyılda Kara Hanlılar ülkesinde Ötügen, Tatar bozkırında, uygur iline yakın bir yerin adı olarak biliniyordu.
Gök Türk hükümdarı Bilge Kağan Türk budunun, Ötügen ormanında (yış) oturup kervan (erkiş) sevkederse sıkıntı çekmiyeceğinin söylüyor. Yani o, kavmine ticaret yapmayı tavsiye ediyor.
Yine Bilge Kağan kitabesinde Toğu balık ve Beş balık adları geçiyor. Bunlardan Toğu balık’ın Tula ırmağı (toğla üzüğ) yakınında olduğu anlaşılıyor. Bilge Kağan bu şehir civarında Oğuzlar ile savaşmıştı. Böylece Toğu balık asıl Gök Türk yurdunda bulanan bir şehirdir. Beş balık’a gelince, Bilge Kağan 30 yaşında iken bu şehre sefer yaptığın ve altı yıl savaşmak suret ile burayı düşmandan kurtardığını söylüyor. Bu husus, Beş balık’ın daha o zamanlar ehemmiyetli bir şehir olduğunun ve Gök Türk kağanlarının bu şehrin kendi hakimiyetlerinde bulunmasına büyük bir önem verdiklerinin gösteriyor.
Yenisey (Kem) kitabelerinin de, o bölgedeki Türk asilzadelerine ait olduğu malumdur. Bunların hepsi de ölen beylerrin ağzından yazılmış mezar kitabeleridir. Bu kitabelerin birçoğunda ölen beye, kuy (koy) daki konçuy’una (prenses), yazı’daki (yaylak) veya öz’deki oğluna dayanamadığı sözleri söyletiliyor. Bu sözlerdeki kuy (koy), derek veya vadinin (öz) dibi demek olup, Türkiye Türkçesinde şimdi köylerde kullanılan koyak sözü, şüphesiz buradan geliyor. Koyak, bir ucu dağda son bulan yani kapalı boğaz, dere ve vadiye denilmektedir. Öz’e gelince, bu kelime iki dağı arasındaki dereyi ifade etmektedir. Türkiye’de bu kelime aynı veya ona yakın anlamlarda kullanılmaktadır.
Anlaşıldığına göre, Yenisey’deki Türk beyleri, aile ve uşakları ile kışın öz yani dere veya vadideki kuy’da (öz’ün dibinde) oturmakta ve ordası yani karargahı da burada bulunmaktadır. Şimdi bizim dilimizdeki derebeyi sözü, işte bu hayat tarzından çıkıyor. Beylerin boy ve oymakları da yine kışları özde yaşamaktadır. Yaz gelince, beyler boy ve oymakları ile yüksek yerlere yani yaylaya çıkmaktadırlar. İşte Türk göçebe yaşayışının en belli başlık vasıflarından birisi budur, yani kışın kışlak denilen öz yani vadi, ırmak kıyısı gibi alçak yerlerde yaşamak, yazın da yaylak adı verilen dağı etekleri ve dağ yamaçları gibi yüksek yerlerde oturmak. Kışlak ve yaylaklar, umumi olarak, muayyen idi. Yani göç, belli iki yer arasında yapılmaktadır. Bu iki yer de, orada göçen han, bey, el, boy, oba (oymak) ın yurdunun teşkil etmektedir.
Yenisey’deki Türk beylerinin kuy’larının bulunduğu özler de çiftçilik yapıldığına kuvvetle ihtamal verilebilir. Nitekim, onlara ait kitabelerin birinde tarlag sözü geçiyor, yine Yenisey kitabelerinin birinde de balık yani şehir kelimesi görülmektedir.
Eski Türk yurdu olan Moğolistan’da, Gök Türkler’e uygurlar’ın halife olduğu malumdur. Uygurlar’ın ikinci kağanı Tanrı da Kut Bulmuş İl Etmiş Bilge Kağan (Moyunçur, 745-759) kendi zafer abidesinde Suğdak (Soğd) ve Tabgaçlar’a (Çinliler) Selene (Selenge) ırmağı kıyısında bir şehir yaptırdığını söylüyor Bu şehrin adı Ordu balığ idi. Bu kağanın halefi Alp Kutlug Bilge Kağan (Tong-li Meu-yu, 759-780) Mani dininin kabul etmiş ve bunun sonucunda Uygurlar arasında yerleşik kültür faaliyetleri gelişmeye başlamıştır. Lakin komşu göçebe Türk ellerinin sürekli saldırışları, Uygurlar’ın burada geniş ölçüde oturak yaşayışa bağlanmalarına engel olduğu gibi, onları Tarım bölgesine göç etmek zorunda da bırakmıştır. Orkun, selenge ve Tuğla boylarında yerleşik kültür faaliyetlerinin sürekli bir gelişme gösterememesinde, şüphesiz bu husus, yani göçebe ellerin saldırışları ve onların yaptıkları tahripler de başlıca amillerden birisi olmuştur.
Tarım bölgesine gelen Uygurlar, burada yerleşik yaşayışa geçerek kısa bir zamanda yüksek bir kültür seviyesi ulaştılar. X. yüzyılda Türk aleminin en kültürlü eli onlardı. Uygurlar burada eski yurdlarından getirdikleri Gök Türk yazısının bir müddet kullandılar, sonra yazılarının kendi adları ile anılan başka bir alfabe ile yazmaya başladılar ki, bu alfabeye suğdak yazısı esa olmuştur. Kaşgarlı’ya göre XI. yüzyılda Uygurlar’ın beş şehri olup adları şunlardı: Sülmi, Koçu, Canbalık, Beşbalık, Yenibalık üzerinde yukarıda söylenenler sadece bir hatırlatmadan ibarettir. Şüphesiz konumuzun çözülmesinde bizim için önemli olan husus, Anadolu’ya gelen Türkler’in buraya gelmeden önce yerleşik yaşayış ile münasebetlerinin bilmektedir. Eğer onlar tam göçebe idilerse, Anadolu’ya yerleşik Türkler’in geldiklerinin ispat etmek herhalde pek güç olurdu.
Anadolu’ya gelen Türkler, Oğuzlar olup, X. yüzyıldaki beş büyük Türk elinden birisi idiler. Onlar Sirderya (Seyhun, İnci) ırmağı boyları ve Aral gölü kıyıları ile bunların kuzeyindeki bozkırlarda yaşıyorlardı. XI. yüzyılda tamamen Müslüman olmuşlar ve bunun sonucunda kendilerine Türkmen adı da verilmişti. Oğuzlar’ın başında yabgu (kıral) ünvanlı hükümdarların bulunduğu bir devletleri vardı. Yabgular kışın, Sir suyunun ağzına yakın bir yerde bulunan Yenikend’de otoruyorlardı.
Kaşgarlı’ya göre Oğuzlar ve onlara uyan bazı Türk elleri, Kara Hanlı Türkleri ve diğer Türkler’in aksine olarak, kend sözünü şehir için değil, köy anlamında kullanıyorlardı. Kaşgarlı’nın bu ifadesi belki bir kısım Oğuzlar için doğru olabilir. Çünkü Oğuz kıralları, yani yabgularının oturduğu Yenikend, Arabça coğrafya eserlerinde Karyet ül-hadise (veya cedide) farsça bir coğrafya kitabında da Dih-i nev yani Yeniköy olarak geçmektedir. Öte yandan Türkiye’de kend’in mazan köy anlamında da kullanılmış olduğu görülüyor.
İslam coğrafyacılarından mes’udi (ölümü 956 da) Muruc uz-zeheb adlı eserinde, Yenikend ve ona yakın yerlerde yani Sir suyunun baş yatağında Oğuzlar’ın yerleşik hayatı yaşadıklarını söyler. Aynı yüzyılda Müslüman olmuş birtakım Oğuz ve Karluklar da, Farab-Sütkent yöresinde oturuyorlardı. XI. yüzyılda da Oğuzlar’dan önemli bir küme aynı ırmağın orta yatağında Karaçuk dağları ile ırmağın bu dağların karşısına düşen kısmındaki şehirlerde yaşamakta idi. Göçebe Oğuzlar bu şehirlerde yaşayan eldaşlarına istihfafla yatuk yani tenbel adının vermişlerdi. Çünkü, göçebe Oğuzlar’a göre, bu yerleşik eldaşları şehirlerinden dışarı çıkmazlar, savaş yapmazlardı. Türkiye’de de XIV. Ve XV. Yüzyılda orta ve batı Anadolu’da oturak yaşayışta çoğunluğu kazanmış olan Türkler, göçebe kavimdaşlarına yürük yani göçebe demişlerdi.
Başlıca Oğuz şehirleri şunlardı: Sepren, Karaçuk, Karnak, Suğnak, Sitgün Bunlardan Sepren X. yüzyıl İslam coğrafya eserlerinde geçen sabran (Savran) dır. Karaçuk ise yine X yüzyıldaki Farabi’nin yurdu olan Farab şehrinin Türkçe adıdır. Oğuzlar Farab’a, bu şehrin karşısındaki kendi ülkelerinden olan Karaçuk’un adının vermişlerdir. Divanu lugüt et-Türki’de geçen Sitgün’ün başkta eserlerde görülen Sütkend ile aynı olması mhtemeldir. Bunlar ayrı ayrı şehirler olsa bile, Sütkend’in de bir Oğuz şehri olduğunun biliyoruz. Büyük bilgin Biruni Harizm’de mumya yapmasının bilen Sütkendli bir Türkmen kocası (yani ihtiyar bir Oğuz Türkü) nü tanımıştı.
Kaşgarlı Mahmud, Oğuzlar’ın “Farslar” ile (Sukak, Suğdak) birlikte yaşamalarından, birçok Türkçe kelimeleri unutup, yerine farsça sözler kullandıklarının azar ki, bu birlikte yaşama işte Sir suyu boylarındaki bu Oğuz şehirlerinde olmuştur. Böylece, Türkiye Türkçe’sinde bulunan İran’ca asıllı bilhassa maddi kültür kelimelerinin hemen hepsi veya pek çoğu Anadolu’ya gelmeden önce, Sir suyu boylarında iken dilimize geçmiştir. Oğuzlar şehirlerinde birlikte yaşadıkları Soğd yerdeşlerine Sukak demekte idiler.
Sirsuyu kıyısında bulunan Oğuz şehirlerinin yıkıntılarında bundan 20 yıl önce arkeolojik kazılar yapılmıştır. Elde edilen buluntular bu şehirlerde oldukça yüksek bir kültür hayatının varlığının göstermiştir
Kısaca, yukarıda da kaydedildiği üzere, İslam müellifleri, Türkler’i, Arablar’a benzeterek, onların hem göçebe hem de yerleşik hayatı yaşayan bir ırk olduğunu yazarlar.
Bu ırkın önemli bir eli olan Oğuzlar da böyle idi. Yani, onların önemli bir bölüğü tam göçebe, bir bölüğü, yarı göçebe, bir bölüğü de şehir ve köylerde oturak hayatı yaşıyordu. Yalnız göçebelerin sayısının oturaklardan daha fazla olduğu muhakkaktır.
Biruni’nin kaydı açıkça gösteriyorki Türkmenler, yani Müslüman Oğuzlar mumyacılığı bilmekte ve birçok otlardan ilaçlar yapmakta idiler. Bunlar otacı (ot kelimesinden mi geliyor?) ve emciler yani Türk tabibleri idiler. Bu keyfiyet bize, Selçuklu devrinde, Anadolu’daki sultan, bey gibi Türk büyüklerinin cesedlerinin mumyalanmasının, milli bir menşei olduğuna ihtimal verdiriyor. Oğuzlar, mezarlarının üstüne kubbemsi şekiller yapıyorlardı. Bunlar ile Selçuklu kümbetleri arasında bir münasebet olsa gerektir.
Oğuzlar, bilindiği üzere, XI. yüzyılda Selçuklu hanedanın idaresinde İran’da bir devlet kurduktan sonra 1071 yılında Malazgird’te Bizanslılar’ı kesin bir şekilde yenerek Anadolu’da yurt tutmaya başladılar. Bu yurt tutma daha ilk yıllarda o kadar kuvvetli olmuştu ki, 1085 tarihlerinde Avrupa’da Anadolu’ya Turquie denildiği görülüyor. Bu böyle olmakla beraber, Oğuz Türkleri’nin Anadolu’ya gelişleri kısa bir zamanda olmayıp bu geliş uzun bir müddet sürmüş yani aşağı yukarı iki asır kadar devam etmiştir. Bu arada XIII. Yüzyıldaki Moğol istilası sonucunda Anadolu’ya Türkistan ve İran’dan yeni ve kalabalık Türkmen kümeleri geldi. Böylece Anadolu kesin ve esaslı bir surette Türklük hüviyetinin aldı. Yine Moğol istilası sonucunda, doğu Türkleri’nden ve bizzat Moğollar’dan müteşekkil olmak üzere, mühim bir kısmı işgal kuvvetleri olarak önemli zümreler de Anadolu’ya geldi. Bunların Orta Anadolu’da bulunanlarına sonraları Kara Tatar adı verilmiştir. Kara Tatarlar’ın nüfusu XV. Yüzyıl başında 40 bin ev olarak hesap edilmişti. Ankara savaşından sonra Timur, Türkiye’den ayrılırken Karar Tatarlar’ı birlikte alıp götürdü. Bu tarihten sonra Türkiye’de, daima karışıklık ve yağmacı bir unsur olarak yaşamış bulunan Karar Tatarlar’dan bir daha bahsedilmez oldu.
Oğuz elinin ezici çoğunluğu Anadolu’ya geldi ve bu suretle Türkiye doğdu. 24 Oğuz boyundan hemen hepsine ait yer adları ve göçebe teşekküllere Türkiye’de rastgelinmiştir. Türk ırkının belki en büyük kolu olan Oğuz eli, X. yüzyılda oturmakta olduğu Sirderya boyları ile onun kuzeyindeki bozkırları, muhtelif sebepler ile XI-XIII. Yüzyıllar arasında, büyük kümeler halinde terk ederek, Ceyhun’un bu tarafına geçti. Bu elden ancak küçük bir parça, Ceyhun ile Hazar denizi arasındaki bölgede kaldı ki, bugünkü Türkmenistan Türkmenleri, bilindiği üzere, bunların torunlarıdır. Önemli bir Oğuz (Türkmen) kümesi de Batı İran’da ve bilhassa Azerbaycan’da yurt tuttu ve yine Oğuzlardan bazı bölükler de Irak ve Suriye’de yaşadılar. Fakat, yukarıda da söylendiği gibi, Oğuz Eli’nin asıl en büyük kısmı, yani ezici çoğunluğu Anadolu’ya geldi.
Anadolu’ya gelen Türklerin sayısı üzerinde, takribi de olsa, bir rakam vermek herhalde mümkün olmasa gerektir. Lakin, pek kesin olarak bilinen bir husus, bu ülkede yurt tutmuş olan Türklerin sayısının yerli halklara nazaran kat kat fazla olduğudur.
Türkiye’nin bilhassa orta, güneş ve batı bölgelerindeki Hıristiyan kavimlerin (Ermeniler, Rumlar) kendi öz dillerinin unutarak Türkçe konuşmaları, Türk gelenek ve davranışlarının benimsemeleri ve hatta kendi dini ve kavmi adları dururken, Türkçe adlar da almaları en başta bu husus ile ilgilidir. Yani, yerli Hıristiyan kavimleri, pek ezici Türk çoğunluğu arasında kaldıkları yerlerde zamanla bazı bakımlardan Türkleştiler. Bunların aslında Türk ırkından oldukları hakkındaki iddialar bize göre, esaslı delillere dayanmıyor. Şayet bunlar Türk ırkından idilerse, Anadolu’nun asıl yerli halkının ne olduğuna cevap vermek güç olacaktır.
Kaynaklarda bugüne değin, Anadolu’da toplu, kümeler halinde müslümanlığa dönme olaylarına ait bir kayda rastgelinmemiştir. Esasen böyle bir sonuç, tabii karşılanmalıdır. Çünkü, İslam devletleri, geleneğe ve türeye uyarak, idareleri altındaki Hıristiyan halkı, İslamlığı kabul etmeye zorlamadıkları gibi, devlet gelirinin azalması kaygısı ile de, onları bu dine girmeye teşvik etmiyorlardı. Türkiye’de, gerek Selçuklular, gerek Osmanlılar zamanında her yerde, Hıristiyanlar, bilhassa vergi meselesi sebebiyle, titizlik ile himaye olunmuşlardır.
Türkler’in Anadolu’da yurt tutmaları ile ilgili olarak, kaynaklarda pek az bilgi vardır. Bundan ötürür de Türkiye’ye gelen Türkler arasında yarı yerleşik ve tam yerleşik Türkler’in bulundukları üzerinde kayıtlar elde etmek mümkün olmuyor. Bu durum karşısında baş vurulması gereken başlıca usul, Anadolu’ya Türk göçü başlamadan önce yazılmış eserlerdeki, yerleşik yaşayış ile ilgili sözleri Türkiye Türkçesin’de aramak olsa gerektir. Bu maksatla aşağıda, 1074 yılında, yani Türkler’in Anadolu’yu fethetmeye başladıkları zaman da yazılmış olan Kaşgarlı Mahmud’un Divanu Lügat-it Türk’ü kullanılmıştır. Eski Türk kitabeleri, Uygur vesikaları ve Kutadgu bilg’deki oturak yaşayış ile ilgili kelimelerin hemen hepsi veya pek çoğu bu eserde yani Divanu lugat-it Türk’te vardır. Aşağıdaki cedvellerde görüleceği üzere, Kaşgarlı’daki yerleşik yaşayış ile ilgili kelimelerin pek çoğu Türkiye Türkçe’sinde bulunmaktadır. Bunlar arasında yerleşik yaşayışın türlü sahaları üzerinde göçebelerin bilemiyecekleri teferruata ait ütü kelimesi gibi birçok kelimeler de göze çarpıyor. Mamafih burada yalnız bununla yenilmeyip Çağatay Türk’çesine ait sözlüklerdeki, Divanu lügat-it-Türk’te olmayan, konuya ait kelimeler de dilimizde aranmış ve bulunabilenler ayrı cedvellerde gösterilmiştir. Yalnız, klasik Çağatay sözlüklerinin bu Türk lehçesinde bulunan yerleşik yaşayış ile ilgili bütün sözleri ihtiva ettiklerinin, yani onların bu bakımdan eksiksiz olduklarının sanmıyoruz. Şüphesiz Çağatayca’ya ait başlıca eserlerin taranmasından ve bugün türkistan’daki Türk halklarının dillerinden konu ile ilgili Türkçe yeni perçok kelimeler elde edilmesi ve bunların da önemli bir kısmının Türkiye Türkçe’sinde bulunması pek mümkündür. Bir de şu keyfiyete işaret etmeden geçmiyelim ki, bu karşılaştırmada, atlanmış, görülememiş daha bazı veya birçok kelimeler olabileceği gibi, belki tarafımızdan unutulmuş doğrudan doğruya veya daha çok oturarak yaşayışı ilgilendiren diğer bazı saha veya hususlar da bulunabilir.
Öyle sanıyoruz ki, bu cedveller bize, Anaodolu’ya göçebe Türkler’in yanında, önemli sayıda yarı yerleşik ve tam yerleşik yaşayışta bulunan Türkler’in de gelmiş oldukları hükmünün vermeyi mümkün kılmaktadır. Dilimizde yerleşiklik ile ilgili türkçe daha pek çok sözlüklerde görülmemesi, onların hepsinin de, Türkiye’de meydanan geldiklerinin ifade etmez. Öte yandan, yine Türkiye Türkçesindeki farsça maddi kültür kelimelerinden önemli bir kısmı, anadolu’ya Türkistan’dan getirilmiştir. Yukarıda da işaret edildiği gibi Kaşgarlı Mahmud, Sir suyu boylarında şehirlerde, bizzat kendilerinin Sukak dedikleri Suğdak yani Sogdlar ile bir arada yaşayan Oğuzların, bu yerdeşlerinden yani hemşerilerinden birçok farsça kelime almış olduklarının söylüyor.
X. ve XI. yüzyıllarda Sirderya (Seyhun) boylarında ve onun kuzeyindeki topraklarda yaşayan Oğuz eli, ibtidai ve basit bir topluluk olmaktan çok uzaktı. Oğuzlar, Gök Türkler çağında olduğu gibi, bu zamanda da Türk ırkının en başta gelen ellerinden birisidir. Onların X. yüzyılda, komşularının çekindikleri kuvvetli bir devletleri olup, başında yabgu (kıral) ünvanlı hükümdarlar bulunuyordu. Yabguların külerkin (naib) sübaşı (ordu kumandanı), tuğracı (nişancı) gibi yüksek rütbeli memurları vardı. Büyük asilzadelerin de beg, beglerbeği, tarhan ve yinal (inal) gibi ünvanlar taşıdıklarının bilipyoruz. Yukarıda görüldüğü üzere, Oğuzlar’ın önemli bir kısmı Sirderya kıyılarında bulunan, şehir, kasaba ve köylerde yaşamakta ve çiftçilik, ticaret ve sanatla meşgul olmaktadır. Şimdiyedek yapılmış olana arkeolojik araştırmalar, Oğuzlar’ın şehir ve kalelerinin çokluğu hakkındaki İslam müelliflerinin sözlerinin teyid etmiş ve elde edilen buluntular, Oğuz şehirlerinde yüksek bir kültürün varlığının göstermiştir. Yeni arkeolojik araştırmaların bu husustaki bildiklerimize mühim ilaveler yapacak sonuçlar vermesi pek mümkündür. XI. yüzyılda, Oğuzlar’ın konuştukları türkçe, Türk lehçelerinin en incesi sayılıyordu. Bu keyfiyet herhalde Oğuzlar’ın tarihlerinin eskiliği ve kültür seviyelerinin yüksekliği ile ilgili olmalıdır. Nitekim Kaşgardlı Mahmud’un Oğuzlar’a ait sözleri ve yine onun birçok kültür kelimelerinin Oğuzca olduğunun söylemesi, bunun teyid ediyor. Oğuzlar aynı zamanda zengin tarihi testanlara sahip idiler. Oğuzlar’ın devlet idaresinin, fertlerin birbirleri ile münasebetlerinin ve cemiyet içindeki mevkilerinin düzenleyen kaidelerden müteşekkil türeleri de vardır.
1071 yılındaki Malazgird savaşından sonra Anadolu ile Türkistan arasında bir göç kanalı meydana geldi. Bu kanaldan aşağı yukarı 200 yıl içinde Oğuz Türkleri’nin büyük çoğunluğu Anadolu’ya göç etti. Yine bu ülkeye, Oğuzlar’a nisbetle çok sayıda olmamak üzere, diğer Türk ellerinden de gelenler olmuştur. Böylece Anadolu’ya yapılan Türk göçü kısa bir zamanda ve toplu bir halde cereyan etmemiş ve bu göç aşağı yukarı 200 yıl içinde kümeler halinde olmuştur. Esasen Anadolu’nun fethi ve bu ülkedeki Türk yerleşmesi de bunan muvazi olarak cereyan etmiştir. Yani göçler ile fetihler arasında sıkı bir münasebet mevcut bulunup, birinci olay ikinci olayın yapılmasında önemli bir amil olmuştur.
Türkiye’nin kültür ve medeniyet tarihlerinin menşei ve gelişmesinin incelerken yalnız Oğuzlar’ın XI. yüzyıldaki kültür seviyeleri ile yetinmeyip, XII. ve XIII. yüzyıllardaki Türkistan’ın kültür ve medeniyet durumunun da gözönüne almak zorundayız. Çünkü, Anadolu’ya yapılan Türk göçü, söylendiği gibi 200 yıl sürmüştür. Hatta, XIII. yüzyıldan sonra da., münasebetler devam etmiş ve bu arada bilgin, edib, şair olmak üzere aydınlardan, sanatkar ve tüccarlardan gelenler olmuştur.. Ancak XVI. Yüzyılın başında Safevi devletinin kurulması iledir ki bu münasebetler en az bir halde düşmüştür. Yine kültür ve medeniyet tarilimiz ile ilgili olmak üzere şunu da kaydedelim ki, ana yurtlarından başka başka zamanlarda ayrılan Türk kümeleri, çok defa doğruca Anadolu’ya gelmeyip bir müddet İran’ın Horasan ve Azerbaycan gibi bölgelerinde oturmuşlardır. Öte yandan daha başlangıçtan itibaren, Anadolu’ya, aydınlardan sanatkarlardan ve tüccarlardan olmak üzere İranlılar da gelmişlerdir.
Türkler bu uzun göç zamanı içinde göçebe yarı göçebe ve yerleşik hayatı yaşıyanlardan olmak üzere kümeler halinde anadolu’ya gelirken çadırlarını, yetiştirdikleri hayvanları, göçebe ve yerleşik yaşayışa ait lüktürlerin, silahlarını, kıyafetlerini, edebi değerlerini, türelerin, harslarını Anadolu’ya getirdiler. Bir yandan nüfuslarının yerlilere nisbetle kat kat fazla olması, öte yandan maddi ve manevi değerleri yani pek kuvvetli olan harsları ile Anadolu tam bir Türk yurdu hüviyetinin aldı ve belirgin ve kesin bir türklük vasıflarının kazandı.
Türkler Anadolu’ya fatih bir kavim olarak geldikleri gibi, aynı zamanda Müslüman idiler. Böylece onlar, milli kültürlerinin yanında, girmiş oldukları İslam medeniyetinden aldıkları, unsur ve müesseseleri de birlikte getirdiler. Bu sebeple onlar ne yerlilerden ne de Bizans’tan herhangi bir nesne almak lüzum ve ihtiyacının duydular. Şu hale göre, Anadolu’daki Türk yerleşmesinin mahiyeti, esas itibariyle, evinden ayrılmak zorunda kalan bir ailenin, sahip bulunduğu her nesnesi ile boş bir eve taşınması olayının aynıdır.
Öyle sanıyoruz ki şu izahlar ile, Türkler’in ancak Anadolu’da bir millet haline geldikleri veya böyle bir şuuru kazandıkları yolundaki mütelaaların ilmi bir esası olmadığı iyice anlaşılmıştır. Bu hususta söylenebilecek bir şey var ise o da, bize göre, Anadolu’nun Türkler’e kendilerinden esasen mevcut olup birlikte getirdikleri faaliyet ve müesseselerin, tabii olarak ancak gelişmesinin sağlamak imkanlarını verdiğidir.
Kaynak:
Faruk Sümer, Anadolu’ya Yalnız Göçebe Türkler Mi Geldi?, Belleten Ekim 1960, Cilt:XXIV, Sayı: 96, Sayfa: 567-594
Yorumlar