Bu terim sözlüğünde en az dört kategori söz gözümüze ilişiyor:
1. Bütün milletler arasında ortak (müşterek) terimler; atom, vitamin, demokrasi, elektrik… gibi.
2. Birçok milletler arasında ortak terimler: amorphe, analogie, objectif, primitif, sosyoloji… gibi.
3. Humanist kültürün yüksek temsilcileri halinde bulunan ve halk dillerinde bile Grekçe ve Latince’den birçok sözler bulunan Almanya, İngiltere, Amerika, Fransa, İtalya gibi memleketler arasında ortak terimler; mode, national, representation… gibi (her biri kendi fonetik ve imla kurallarına göre).
4. Her milletin kendi dilindeki sözlerle karşıladığı terimler: Türkçe’de düşünce, çatışma, bağlantı, belirti, ap-açık… gibi.
Birinci kategoriye giren, bütün milletler ardasında ortak (atom, vitamin, demokrasi, elektrik…) gibi kelimelerin Türkçe’ye kabulünde ittifaka yakın bir çoğunluk birleşiyor. Artık bu bir tartışma konusu olmak değerini tamamile kaybetmiş sayılabilir.
İkinci kategoriye giren, birçok milletler arasında ortak (amorphe, analogie, objectif, primitif, sociologie) gibi terimlerin Türkçe’ye girmesini kabul edenler ve etmiyenler vardır. Bu bir tartışma konusu olmağa devam etmektedir. Türk Dil Kurumunun Altıncı Dil Kurultayında verilen prensip kararı bu gibi terimlerin, dilimizin fonetik ve imlasına uydurarak Türkçe’ye alınmasına izin veriyor.
Fakat bunu kabul etmiyenlerin ileri sürdükleri deliller şunlardır:
1. Türkçe’nin zengin dil hazinesindeki kökler ve eklerle yeni kelimeler kurarak veya Anadolu ağızlarından derlenen sözler arasında en uygunlarını bularak Latince ve Grekçe terimleri karşılamak dururken bu yabancı kelimeleri almak milli dil şuurundan da, gururundan da mahrum olmaktır.
2. Türk okullarında Grekçe ve Latince okutulmadığına göre kökleri ve ekleri bilinmiyen yabancı sözlerin alınması, bilim dilinin gerektirdiği açık anlayış için de engeldir.
3. Okullarda Grekçe ve Latince bilmiyen öğrencilerin bu terimleri anlamalarını sağlamak için de Türkçe karşılıklarına ihtiyaç vardır.
Grekçe ve Latince ortak terimlerin Türkçe’ye alınmasını doğru bulanların ileri sürdükleri deliller de şunlardır:
1. Türk devriminin amacı şapka giymekten ibaret değildir. Asıl dava Türk milletinin Orta – Çağ kültüründen çıkması ve Greko – Latin kültürünün yarattığı Batı medeniyeti ailesi içinde dil ve düşünce sistemile yer almasıdır. Bu ailenin kültür dili, Türk milletinin de kültür dilidir. Bundan kaçınamayacağımızın her gün halk ve aydın dillerimizle olan Grekçe ve Latince terimlerin kendiliğinden çoğalmasından anlamak mümkündür.
2. İki yüz binden fazla bilim, teknik ve felsefe terimi vardır. Bunların hepsini dünyanın en zengin dilleri bile karşılıyamadıkları için Grekçe’ye ve Latince’ye baş vurmak zorunda kalıyorlar. Türkçe’de de bunların hepsini karşılamağa ne dil hazinemizin yeterliği bakımından imkan, ne de zaman vardır.
3. Grekçe ve Latince ortak terimler, Batı bilim ve felsefe tarihinde, uzun yıllar boyunca yaşıya yaşıya anlam incelikleri kazanmışlardır. Her birinin bir tarihi vardır ve bu terimlerle düşünülürken o tarihin bize getirdiği düşünce zenginliğinin yerini hiç bir yeni terim dolduramaz.
4. Okullarımızda Arapça ve Farsça da okutulmadığı halde, halk dili, folklor ve aydın dilimizde birçok Arapça ve Farsça sözler yaşıyor, bütün bir millet bunların ne demeğe geldiğini biliyor. Grekçe ve Latince terim sözlüklerinde her kelimenin kökü için işaret de vardır. Aydınlar ve bilim adamları kolayca öğrenebilirler. Kaldı ki halk otomobil, tramvay, traktör, radyo, telgraf… gibi birçok yabancı kelimelerin etimolojisini hiç bilmediği halde bunları kullanıyor ve anlamlarını biliyor. Okullarımızda Grekçe ve Latince’nin bir dereceye kadar öğretilmesi lazımsa da Greko – Latin terimlerinin kabulü için şark değildir.
Ben de öyle düşünenlerdenim ve Altıncı Dil Kurultayının kararını doğru buluyorum.
Üçüncü kategoriye giren, ileri Batı milletleri arasındaki ortak terimler için de aynı tartışma vardır ve aynı deliller ileri sürülmektedir.
Fakat zorlukların en büyüğü dördüncü kategoriye giren, yani her milletin kendi dilile karşılandığı terimlerde kendini gösteriyor. Ben bu terimlerin on bölüme ayrılabileceklerini gördüm:
1. Öz Türkçe’si bulunan terimler: düşünce, duygu, değer… gibi.
2. Şimdiye kadar öz Türkçe’si olmıyan, fakat aranırsa bulunabilen veya Türkçe kök ve eklerden kurulabilen terimler: bilim, bilgin, zorumsuzluk, gerekirlik… gibi.
3. Türkçe’si olmıyan, Anadolu ağızlarında aranıp bulunamıyan veya Türkçe kök ve eklerle de kurulamıyan terimler: choc, dupe, presence, autoritaire, affirmation, prestige, ambition, exigence, reflexion… gibi. (Bu karşılıksız kelimeler binlercedir ve Türkçe’de doğru bir tercümeyi imkansız bir hale getirmektedir.)
4. Arapça karşılığı bulunan ve halk dilinde yaşıyan terimler: akıl, fikir, halk, ahali, heyecan, aşk, sevda, vicdan, şuur, isbat… gibi.
5. Türkçe’si olmıyan, bulunamıyan ve Arapçaları da yaşamıyan terimler: muakale, mündemiç, birsam, suret (forme anlamında)… gibi.
6. Eski ve yeni Türkçe’si de, Arapça’sı da, Farsça’sı da olmıyan terimler: (üçüncü maddede bazı örneklerini verdiğimiz bu kelimeler binlercedir.)
7. Arapçaları yanlış terimler: phenomene = hadise; forme = şekil, suret; transcendant = müteal (bu kelimeler de pek çoktur ve Osmanlıca’da felsefe düşüncesini yanlış yönlere sürüklemiştir. Phenomee teriminin “hadise” ile, forme teriminin de bazı metafizik anlamlarına göre “şekil” ve “suret” ile hiç bir münasebeti olmadığını anlamak için Batı felsefe sözlüklerine bir göz atmak elverir.
8. Türkçe’si yanlış terimler: bazan Arapça’dan tercüme yolu ile kurduğumuz ve gerçek manalarını araştırmadığımız olay (hadise karşılığı) veya benimiçincilik (egocentrisme)… gibi.
9. Arapça’sı ile Türkçe’si, birincinin lehine rekabet halinde bulunan kelimeler: hatıra – angı, kudret – erke, şekil – beti, faraziye – varsayım, intikal – çıkarsama, zeka – anlak, zeki – anlaklı, meyil – eğsinim, ameli – kılgın… gibi.
10. Arapça ve Farsça’sı ile Türkçe’si, ikincisinin lehine rekabet halinde bulunan kelimeler: bedbin – kötümser, nikbin – iyimser, hasse – duygu, bedihi – apaçık, namütenahi – sonsuz, vehbi – doğuştan, ene – ben, kesret – çokluk, müşabehet – benzeyiş, tali – ikincil… gibi.
Terim meselesinin önümüze yığdığı engelleri göğüslemek için bazı yanılgıları (1- “Hata” ve “yanlış” kelimelerini Fransızca “faute” karşılığı olarak, “yanılğı” yı da “erreur” karşılığı olarak kullanmak düşüncesindeyim. Misal: C’est votre faute = Bu sizin hatanızdır. C’est une erreur = Bu bir yanılgıdır.) önlemeliyiz:
Kendi haline bırakılan bir dil ne sadeleşebilir, ne özleşebilir, ne de zenginleşebilir. Her ileri ülkede akademiler, dil dernekleri, üniversiteler, bilginler ve sanatkarlar, hem toplu, hem de ayrı ayrı, dilin özleşmesine ve zenginleşmesine çalışmışlardır. Devlet onları desteklemiştir. Resmi ve yarı – resmi kurulların, bilginlerin ve sanatkarların yarattığı terimler ve kelimeler, okul yolu ile bilim ve edebiyat diline girmeseydi, sözlülüklerde yer almaksaydı, ileri millet dillerinin şahsiyet kazanmasına da, zenginleşmesine de imkan olmazdı. Burada devletin rolü, resmi, ayır – resmi ve hususi kurullarınkinden daha az değildir. Bana öyle geliyor ki, dil ve terim davasında en büyük yanılgı, muhafazakarlarımızın “tedrici tekamül” dedikleri “dereceli evrim” yolu ile bir dilin kendi kendine ve yavaş yavaş gelişebileceğine inanmalarıdır. Genç Kalemler’den bugüne dek Türkçe yeni binlerce kelime kazanmışsa, bu hiç bir zaman kendiliğinden ve dereceli evrim yolu ile olmamıştır. Osmanlı bilgin ve sanatkarlarının yarattıkları birçok terim ve kelimeler, yalnız yayın oyul ile değil, okul yolu ile ve devlet zoru ile de Türkçe’ye mal edilmiştir. Bunda Osmanlı Maarif Nezaretlerinin (Milli Eğitim Bakanlıklarının), “Istılahat-i ilmiye ve felsefiye” encümenlerinin, “Tedkikat-i lisaniye” heyetlerinin rolleri unutulmamalıdır.
İkinci yanılgı bir dilin yüzde yüz veya ona yakın bir nisbette, özleşebileceğine inanmaktır. Yeryüzünde böyle bir dil yoktur ve her dil yabancı kelimelerle karışmıştır. Milletlerin, birbirlerinin kültürleri ve dilleri üzerine hiç bir tesirleri olmasaydı medeniyet grupları teşekkül edemez ve milletlerarası kültür düzenini ifade eden hiç bir medeniyet vücude gelemezdi.
Üçüncü yanılgı, bir dilin başka bir dille karışması hareketinin özleşmesi hareketi ile çatışmadığını, bilakis bunların birbirini tamamladığını göstermektir. Alman dilinin büyük yaratıcılarından biri Goethe’dir. Şöyle diyor: “Eğer yabancı bir dilde bir fikri Almanca’dan daha zengin ifade eden bir kelime bulursam onu tereddütsüz alırım”. Fakat ayni Goethe Almanca’nın özleşmesine ve zenginleşmesine geniş ölçüde yararlığı dokunmuş ve kendi diline birçok yeni sözler kazandırmış adamdı.
Dördüncü yanılgı bir milletin her tarih devrinde medeniyet yaratıcısı olmadığını ve sırasını savdıktan sonra büyük medeniyetleri ikinci elden aldığını görmemektir. Eski çağlarda büyük bir Orta – Asya medeniyeti yaratan Türkler, İslam medeniyetini Araplardan, Avrupa medeniyetini Batılılardan aldılar. İslam medeniyetini alınca, Arapça ve Farsça kelimeler Türkçe’ye girecekti. Batı medeniyetini alınca da Grekçe ve Latince, büyük ölçüde terim dilimizde yer alıyor. Bu bir olgu (vakıa) dur ve hiç bir millet için bu hal başka türlü olmamıştır.
Beşinci yanılgı, bu medeniyet aşısının dilde bir özleşme tepkisi yarattığını ve bu bakımdan da faydalı olduğunu görmemektir. En büyük diller, bu aşı yüzünden başka dillerle karıştıkları kadar, bu aşı sayesinde de özleşebilmişlerdir.
Öyle sanıyorum ki, tek bir iki arkadaşın dışında, terim ve dil davamızda eklektik olmak zorumunu (zaruretini) kabul etmiyen kimse kalmadı. Dilimizde, ister istemez, Arapça, Farsça, Grekçe, Latince, Fransızca, İngilizce, İtalyanca, hatta Çince kelimeler bulunacaktır (her dilde olduğu gibi); fakat bütün çatışmalar, bu eklektizmin derecesinde ve ölçüsünde kendini gösteriyor. Dilimizin başka dillerle karışması zorumunu da, sadeleşmesi ve özleşmesi ihtiyacını da kabul etmiyen yok gibidir.
Tartışma prensipler üzerinde göründüğü halde, sadece kelimeler üstündedir. Durum’u veya bölge’yi muhafazakar da kullanıyor, özleşmeci de akıl’dan, fikir’den, demokrasi’den vitamin’den vazgeçemiyor; fakat ekseriyet mi, çoğunluk mu? rey mi, oy mu? hüküm mü, yargı mı? dendiği zaman ayrılıklar baş gösteriyor.
Burada bizim (benim ve Altıncı Dil Kurultayının) ölçümüz şudur: halk ve aydın dilinde yaşıyan yabancı kelimenin değil, ölü veya hasta yabancı kelimenin üstüne yürümek! Mesela bölge mıntaka’nın üstüne saldırırsa onu paramparça eder ve etmiştir. Fakat us akıl’ın, usdeyi mantık’ın üstüne yürüyünce gerilmiş ve yenilmiştir. Kerpeteni sağlam değil, çürük sözlere dayamalıyız. Sallanan ve kopmak için bir davranma bekliyen sözler dururken sağlamlarile uğraşmak da büyük bir yanılgıdır. Aksülamel çürüktü, tepki onu söküp attı ve yerini aldı. Fakat ahlak kelimesi öylesine sağlamdır ki törebilim onun yanında bütün mizahçılarımızı gıdıklar. Köylüyü bile güldürmek istersem elektrik’e pırıldak falan gibi bir karşılık uydururum. Bütün marifet, yabancı kelimelerde can çekişeni ve cansızı diriden ve dipdiriden ayırabilmektir. Burada “dil sezgisi” ve “dil bilgisi” ikiz kardeştir. Ölçü bakımından en büyük sebeplerinden biri “sezgisiz bilgi” ise, öteki de “bilgisiz sezgi” dir. Hele sezgisi de, bilgisi de olmıyanların bu buhranı büsbütün artırdıklarına şüphe mi var? Dil devrimine karşı direnenlerde bu üç tipe de rastlıyoruz.
Yorumlar