0

Yusuf Akçura (1876-1935)’nın son devir Türk fikir hayatındaki mevkii ölümünden yarım-asır kadar sonra da mütehassıs araştırıcıları meşgul etmektedir. Ben ise Akçura’nın faal bulunduğu son Osmanlı devri ve Cumhuriyetin ilk yılları üzerine tetkikler yapmak salahiyetine sahip bulunmadığımı müdrik olarak bu yazıya teşebbüs ettim. Ancak babam Ahmed Ferid Tek’in (1878-1972) Kuleli idadi mektebinden beri en yakın arkadaşı ve ortanca teyzem Selma Hanımın zevci olan “Yusuf Amca”ya onu yakından tanıyan herkesin duyduğu hürmet ve sevgi saiki ile ona dair neşriyatı daima takibe çalıştım. Bu yazının gayesi de bazı kısmen kullanılmamış kaynaklar ile Dr. Georgeon’un yeni araştırmasına işaret etmekten ibarettir.

Söz konusu vesikaların biri Akçura’nın kızı Dr. Ülken Akçura-Civelekoğlu tarafından aile kağıtları arasında bulunan bir şeceredir. Yusuf Akçura’nın şeceresi Muharrem Feyzi Togay tarafından neşredilen “Defter-i amalim” adlı hatıralardan ve başka kaynaklardan bilinmekle beraber Kırımlı Adaş’dan itibaren Yusuf Bey’e kadar on sekiz nesil sayan bu vesikada ilave malumat olabileceği hissi oltundayım. Şecere yenidir ve Akçura’nın hayatı sırasında yapılmış olsa gerek çünkü Akçura’nın adı şeçerede “Yusuf Bey” olarak verilmiştir. Ancak şecereyi yazan hattatın el-yazısı ve fonetik imlası şeçerenin Kazan’da yani Akçura ailesinin geleneğinin beşiğinde yazıldığını göstermektedir.

Yusuf Akçura’nın bilhassa 1839 ila 1908, 1913 ila 1917 ve 1925-35 yıllarını aksettiren ve kullanılmamış bir vesika yığını da babam Ahmed Ferid’e Yusuf Bey’in söz-konusu yıllarda yazdığı mektuplardır. Babam bu mektubları salamıştı. Ve 1971’de babamın vefatından sonra ben de saklamaktayım.

Yusuf Beyin 1920 ile 1935 arasındaki hayatını, canlı bir şekilde anlatan bir diğer kaynak, zevcesi Selma Hanımın, neşr olmamış ve maalesef kurşun kalemi ile yazılı olup, solmakda bulunan hatıralarıdır. Bu hatıralarda, İstiklal harbi sırasında Ankara civarı köylüleri de, aynı canlandırıcı uslup ile, tasvır edilmektedir. Selma Hanımın hatıraları kızı Dr. Ülken Civelekoğlu’nda bulunmaktadır.

Fransız Türkoloğu Dr. François Georgeon, Paris Üniversitesine 1978’de takdim ettiği doktora çalışması olarak Yusuf Akçura’nın Türk milliyetçilik hareketlerindeki mevkii mevzusunu seçmiş (“Yusuf Akçura: contribution a l’etude du mouvement national en Turquie”). Türk milliyetciliği o devrin tabiri ile “Türkçülük” tarihi daha ziyade Ziya Gökalp ile birlikte ele alınırken Dr. Gerogeon Türkçülüğün başlıca öncüsü olarak Akçura’yı görmektedir. Bu tercihin sebebini Dr. Gerogeon eserinin girişinde (1- sahıfe IV.) şöyle anlatmaktadır:

“Yusuf Akçura’nın Türk milliyetçiliğinin temellerini atmakta olduğu yıllarda Gökalp daha henüz Osmanlı Devleti’nin çok-unsurlu teşekkül umdesine sadık bulunuyordu”.

Dr. Georgeon Akçura’nın şahsiyetine ve o devirdeki Türk dünyasının fikir hayatına nafiz ve tarafsız bir gözle bakarak çok vesikalara dayanan bizim için kıymetli bir eser vücuda getirmiştir. Bu eserin veya Türkçe tercümesinin ilmi müesseselerimizden biri tarafından neşri ile kültür hayatımızın meselelerine ışık tutan bir kaynak daha elde edilmiş olacaktır. Dr. Georgeon bundan sonra dikkatini Türk Ocakları tarihine çevireceğini ifade etmektedir. Hacim 327 sahife tutan doktora çalışması şimdiki vizayetinde çünki Dr. Georgeon neşir için değişiklikler yapacaktır. On bölümden ibarettir. Ayrıca yedi adet zeyl ilave olmuştur. Akçura’nın eserlerinin çoğunun ve Akçura hakkında yapılan araştırmaların bibliografileri de verilmiştir. Müellifin kaydettiği üzere Yusuf Bey’in Kazan’daki neşriyatının ve onun hakkında Sovyetler Birliği’nde çıkan eserlerin tam listesini düzenlemek müşkil bir mesele idi. Bu meyanda Akçura ailesi üzerine Kazan’da 1974 tarihinde Abdullah Yuspov tarafından yazılan Gospoda Akçurinı (Akçura beyler) adlı kitabı İç Asyalı bir Türk araştırıcı Yusuf Beyin kızına verilmek üzere bana tevdi etmişti.

Dr. Georgeon’un eserinin ilk bölümü Yusuf Akçura’nın şahsiyetine şekil veren 1876 ile 1897 seneleri yani gençlik çağına aittir (“Les annes de formation”). Değinilen başlıca mevzular şunlardır: Osmanlı Türkleri ile Rusya Türklerinin münasebetleri; Akçura ailesi ve çevresi; genç Yusuf’un dul kalan annesi bibi Fahr-i Banu ile 1883’de İstanbul’a gelmesi; Istanbul’da, Türk ordusunu görünce askerliğe duyduğu meyl; askeri Rüşdiye ve Kuleli idadiye’sinde tahsıl; resme karşı merak; 9-10 yaşlarında Odesa üzerinden Kazan’a dönüş; İç Asya dünyasına intibak; göçebe Başkurt’ların misafiri olarak bozkırda çadır altında geçen günler; Rusların kerhen (zır ile) Hristiyanlaştırdığı ve böylece “mükreh” adını alan Türkler ile karşılaşınca genç Yusuf’un gönlünde uyanan Türklük şuuru; Moğol idaresinin bir hatırası olarak “Tatar” denen Kazan ve Kırım Türklerinin muhiti ile ilk temaslar; İstanbul’a dönüş. Bunlara babamın bir hatırası olarak şunu ilave edebilirim. Rumi 1310/1895’de İstanbul’da olan büyük zelzelede Yusuf Bey sevgili annesini kaybetmişti. Babamın mülahazasına göre bu felaketten sonra büsbütün hassas olmuştu.

Dr. Georgeon’un eserinin ikinci bölümü Yusuf Akçura’nın 1897-1903 yıllarında Osmanlı Meşrutiyetçi cereyanı ile münasebetlerine tahsis edilmiştir (“Yusuf Akçura et le mouvement Jeune Turc”). Harbiye mektebine 1894’de ve Erkan-i Harb sınıfına 1896’da geçmek ile Yusuf Bey meşrutiyetçi cereyanın merkezlerinden birine intişap etmiş oluyordu. Bu bölümde Dr. Georgeon Akçura’nın kendi yazılı ifadelerine dayanarak XIX. yüzyıl başında yer alan “Tanzimat”ın Osmanlı muhıtine getirdiği ikilik buhranından bahsetmektedir. Akçura, o devirde Harbiye mektebinde şöyle bir tezada işaret ediyordu: merasimlerde gençlere Padişaha sadakat yemini ettiren hocalar gizli muhaverelerde talebelerine Avrupa’daki meşruti idarelerin medeniyet bahşettiğini telkin ediyorlardı. Harbiyeliler arasındaki meşrutiyetçi cereyan Yusuf Beyin ve babam Ahmed Ferid’in de dahil olduğu 78 gencin 1897’de Divan-ı Harbe sevkine ve Taşkışla’da hapsine müncer oldu. Yusuf Bey Defter-i Amalim adlı gençlik hatıralarını Taşkışla’da yazmıştı. Şeref vapuruna 28 Ağustos 1897’de bindirilen 78 Harbiyeli Trablusgarp’a sürüldü. Babam Ahmed Ferid, hakikatte meşrutiyetçi cereyana katılmış değildi. Yusuf Bey tevkif olununca babam onu suçlu gösterebilecek olan Avrupa dillerindeki siyasi kitapları imha ettirmek isterken yakalanmış ve Divan-ı Harb’de arkadaşlarına sadakatsizlik eder gözükmemek için kendisinin meşrutiyetçi cereyana dahil olmadığını söylememişti.

Trablusgarp’da Harbiyeliler “aksr”ın yer altındaki zindanında bir yıl kaldılar. Daha sonra Paris’de “Jeunnes Turcs”lerin çıkardığı bir gazetenin kapatılması şartı ile Habiyelilerin Trablusgarp’da menfi hayatına geçebilmesine izin verildi. Yusuf Bey ile rütbe iadesi ile Trablusgarp fırkasının 29. ve 30 livalarına muallim tayin edilmişlerdi.

Trablusgarp kumandanı Müşir Recep Paşanın şahsiyeti Dr Georgeon’un eserinde babamın naklettiğinden farklıdır. Dr. Georgeon Receb Paşa’yı seryaveri olan annemin babası Şevket Bey’e mümasil bir meşrutiyetçi olarak anlatmaktadır. Babama göre ise Receb Paşa bilhassa Osmanlı Türk devlet ve ordu geleneğine bağlı bir şahsiyet idi. Çok sevdiği Şevket Beyin hatırı için Trablusgarp’a nefyedilen meşrutiyeçtileri kayırıyordu. Şevket Bey Trablusgarp’da İttihad ve Terekki Cemiyeti’nin yedinci şubesini kurmuştu ve Paris’deki “Jeunes Turcs” adını alan meşrutiyetciler ile muhaberede idi. Şevket Bey ilk önce padişahın mensup olduğu tarikatın başı Şeyh Zafir vasıtası ile İkinci Sultan Abdulhamıd’e mektuplar yazıp onu meşrutiyet mefkuresine kazanmağa çalışmıştı. Sonra ümitsizliğe düşerek ihtilalci usulleri hatta Recep Paşa’nın gemi ile Trablusgarp askerini İstanbul’a sevk edip meşrutiyet ilanına teşebbüs etmesini düşünmüştü. Recep Paşa buna razı olmayınca esasen nahıf olan Şevket Bey üzüntü de ilave olarak teverrüm edip 1905’de Trablusgarp’da vefat etti. Şevket Beyin siyasi mahiyette mektupları kızı olan annem Müfide Ferid (Tek) tarafından saklanıyordu. Annem 1971’de vefatından sonra mektuplar bende bulunmaktadır. Dr. Georgeon’ın eserinde Şevked Beyi iki müstakbel damadı babam ve Yusuf Akçura ile gösteren bir fotoğrafı de dercedilmiş (zeyl II).

Yusuf Akçura ve Ahmed Ferid 1900 yılında Trablusgarp’dan kaçarak kayık ile Tunus’a ve oradan Paris’e gitmişlerdi. İki arkadaş Paris’de Ecole des Sciences Politiques’in tarih 1’de ihtiva eden umumi bölümünde tahsil gördüler. Babamdan duyduğuma göre Yusuf Bey çok dindar olup Paris’de Quartier Latin’de 19 Rue Bertholet’de kiraladıkları küçük dairede beş vakit namaz kılardı. Mektup çalışmaları dışında da yorulmak bilmeden okur ve konferanslar takib ederdi. İki arkadaş için pilav ve çay pişirmek vazifesini Yusuf Bey üstüne almıştı.

Dr Georgeon şuna dikkati çekmektedir: Fransız kültürünün ve Boutmy, Durckheim, Funck-Brentano, Levy-Bruhl, Leroy-beaulieu, Seignobos, Sorel gibi hocaların iki Türk genci üzerindeki tesiri onları Avrupa’yı taklide değil aksine Türk geleneğine idame luzumuna teşvik etmekte idi. Sorel iki Türk gencine şu ihtarda bulunmuştu:

Meşruti idare ayrı unsurlardan müteşekkil olan Osmanlı devletini parçalayabilirdi. Böylece Akçura’nın diploma çalaşmasının mevzuu “Osmanlı saltanat müessesatının tarihine dair bir tecrübe” idi (“Essai sur l,histoire des institutions du Sultanat ottoman”).

Akçura ve Ahmed Ferid “Jeunes Turcs”lerin reislerinden Ahmed Rıza Bey’in neşrettiği Meşverek ve Şura-i Ümmet gazetelerine katkıda bulunuyorlardı. Paris’de Şubat 1902’de toplanan Hürriyetperver Osmanlılar (Liberaux ottomans) kongresinde gayr-i müslim Osmanlılardan Ermeniler ecnebi devletlerin desteği ile Türkiye’de meşrutiyet kurmak teşebbüsünü taklif edince Ahmed Ferid ilk olarak Türk Devleti’ni sarsacak bir ecnebi müdahalesine karşı çıkmıştı. Diğer Türkler ve bilhassa Ahmed Rıza onu desteklemişlerdi. Bu kongrenin davetiyesi Dr Georgeon’un eserinin üçüncü zeylini teşkil etmektedir.

Eserin üçüncü bölümüne Dr Georgeon Akçura’nın 1904’de Kahire’deki Türk gazetesinde neşrolunan “Üç Tarz-ı Siyaset” makalesinin adını vermiştir. Bilindiği gibi Akçura bu makalede Osmanlı Devleti’nin seçebileceği üç siyaset tarzı olarak İslamcılık, Türkçülük ve Tanzimat’ın getirdiği manada kosmopolit Osmanlılık umdelerini üzerinde durup İslamı bir Türkçülük siyasetinde karar kılmıştı. Türk gazetesinin baş-muharriri Ali Kemal, Akçura’nın makalesini tenkit ederken ancak Avrupa tesirlerine açık bir Osmanlılık siyasetini gerçekçi bir yol olarak göstermekte idi. Ahmed Ferid de münazaraya bir makale ile katılarak her üç siyaset tarzının da ihtiyaca göre kullanılabileceğini savunuyordu. Üç müellifin makalelerinin en belirli kısımları Dr Georgeon tarafından Fransızca’ya tercümeleri ile birlikte ilk zeyl olarak dercedilmiş.

Dördüncü bölümde, Dr Georgeon Yusuf Akçura’nın 1903’de Paris’de tahsilini bitirip doğduğu yer olan Simbir’de (Kazan cıvarı), ailesinin eski yurdu Züyeb-başı’na gittiği devirdeki faaliyetini tetkik etmektedir. Bu devirde Akçura’nın Rusya Müslümanlarının milli hareketine katkıda bulunduğuna işaret edilerek bölüme şu ad verilmiş: “Yusuf Akçura et le mouvement naitonal des Musulmans de Russie (1905-1908)”. Akçura, Kazan ve Kırım’da Şihabuddın Mervanı, Kayyum-Nasırı, Alimcan Barudı ve Ismail Gaspıralı gibi Rusya’daki mütefekirlerinin eserleri ile kimisi ile şahsen tanışmıştı. Kazan Türklerinin atalarının M.S. X. yüzyılda Etil kıyılarında kurduğu Bulgar şehri harebelerini ziyaret etmiş, bu çevredeki Türk medeniyeti hakkında tetkikler yapmıştı. Gaspıralı’nın ‘Usul-u cedid” dediği ve İslamı Türk kültürünün değerlerine sadık kalarak onları teknik bir asrın şarklarına intibak cihetindeki cereyana Akçura da katıldı. Yusuf Bey yeni usulde tedrisat yapan medreselerden Kazan’daki Muhammediye’de tarih dersi vermekte idi. Medreselerin ilki olan peygamberin “Ehl-u Şuffa” Kuran mektebini andıran ve “fikirlik iftirahımdır” hadisini düstur edinen bir hayat tarzına Yusuf Bey, Muhammediye medresesinde başlamış olsa gerek. Nitekim o kalan ömrü boyunca hücreye benzer içinde kitaplardan başka bir şey bulunmayan fakir meskenlerde oturacaktı. Talebeye, hizmetkarlara, dilenenlere açık bir sofranın ilahı hikmet rızkı tevzi edilen kuranı “Maide”ye imtisal ettiğini farz edecekti. Buna karşılık babama mektuplarında Kazan’daki yalnız menfaat güden tüccarları sevmediğini yazmakta idi. Babamın rivayetine göre ailesinin Züye-başı’ndaki fabrikası ile alakası amcası nezdinde işçileri korumaktan ibaret kalıyordu.

Manevi değerlere ehemmiyet veren Yusuf Bey İslam’dan başka dinlere ve görüşlere de hürmetkar idi. Baş ucunda Kuran’ın muhtelif dillerde ciltleri yanında Tevrat ve İncil de bulunurdu. Budizm’e alaka gösterirdi. Modern insaniyetperver mütefekkirlerden Tolstoy’un heykelini masası üzerinde bulundurduğu Selma Hanım’ın hatıratında okudum. Fakat Rusya’da bulunduğu yıllarda Hristiyan Rus kültürünün oradaki Türklere nüfuzuna karşı Akçura’nın cephe aldığı anlaşılmaktadır. Milli hüvviyet nişanesi olarak Yusuf Bey’in başında daima Tatar takkesi bulundurup şapka giyen Türkler ile konuşmadığını büyük teyzem Fahire hanımın zevci iktisad müderrisi Prof. Zühdi Inhan’dan öğrenmiştim. Genç bir meşrutiyetci olarak Türkiye’yi terke mecbur kalan Zühdi Bey Rusya’da bulunurken Kazan’da Yusuf Bey’i tanımıştı.

Yusuf Akçura, Kazan Türkleri’nin milli kültürünü yaşatmak için sarfettiği, bazen ümıtsiz gayreti, adeta günü gününe Ahmed Ferid’e yazmakta idi. Bu mektuplardan birini tercümesi ile Dr Georgeon dördüncü zeyl olarak eserine ithal etmiş. Akçura’nın Kazan muhbirine yazdığı Türkçe makaleler ve “Rusya Müslümanları İttifakı” adlı siyasi partinin kuruluşundaki faaliyeti ve bilhassa babamın ifadesine göre bu partinin Nijni-Novgorod’da toplanan kongresi Rus idaresini endişeye düşürmüştü. Kongrede (2- M.F. Togay, Yusuf Akçura (İstanbul, 1944), 51-3.) Gaspıralı İsmail Bey’in teklifi ile Türk dilinin muhtelif lehçelerini birleştirmeye doğru gidilmek istenmişti. Ayrıca bir Azeri murahhas (Al Merdan Topçıbaşı) Ünnı-Şiı mezhep farklarının da izalesini teklif etmişti. Yusuf Bey, böylece bir gece tevkif edilerek bir Rus hapishanesinde 43 gün kaldı. Orenburg’da 1907 yılında ve tekrar İstanbul’da 1330’da neşrolunan Mevkufiyet Hatıraları ruhi teşevvüş içinde geçen hapishane günlerini anlatmaktadır.

Yusuf Bey, 1906-1907 arasında Müslüman olması ve Tatar lehçesini öğrenmesi şartını koşarak adını Nihal koyduğu bir genç Rus kızı ile evlenmişti. Nihal ile yaşadığı kısa devirde Yusuf Beyin manevi huzursuzluğu babama yazdığı bir mektupta ifade edilmektedir. Musikiyi bilhassa Beethoven’i çok seven Yusuf Bey için Nihal, bir gece piyano çalmakta idi. Yusuf Bey musikinin rikkate sevk eden tesiri ile Osmanlı Türk dostlarını hatırlayarak karanlıkta gizlice ağlamıştı. Nihal de her halde ruhi bir çelişme halinde idi. Çünkiüaz zaman sonra tecennün etmişti ve ailesi Yusuf Beyden ayrılmasında ısrar etmişlerdi.

Türkiye’de meşrutiyetin 1908’de ilanı Akçura’yı Kırım’da, Gaspıralı Ismail Bey ile beraber Tercüman gazetesini neşrederken bulmuştu. Türkiye’ye gitmeye artık mani kalmamıştı ve Yusuf Bey derhal İstanbul’a döndü.

Meşrutiyetin 1908’de ilanından ilk dünya harbinin 1914’de başlayışına kadar uzanan altı yılı tedkik eden beşinci bölümde Dr Georgeon Akçura’yı Gökalp ile birlikte Türkçülüğün öncüsü olarak görmektedir (“Leader bu mouvement national en Turquie”). Türk-Yurdu dergisini Yusuf Bey arkadaşları ile birlikte 1911’de neşre başlamıştı. Enver Paşa’nın Türkçü temayülüne rağmen “Ittihad ve Terekki Cemiyeti”nin “Ittihad-ı anasır” adı altında Tanzimat devri kosmopolitizmine meyline Akçura “Üç Tarz-ı Siyaset”in 1911’deki ikinci baskısı ile karşı geliyordu. “Osmanlılık” ve “İslamiyet” kelimeleri olduğu için Akçura’nın “İttihad ve Terekki Cemiyeti”nin beyannamesine imza atmadığı hakkındaki Yahya Kemal rivayetini Dr. Georgeon haklı bir şüphe ile karşılamaktadır. Çünkü Yusuf Akçura hayatı boyunca dindar bir müslüman olmaktan başka Dr. Georgeon’un da işaret ettiği gibi kendini Tatar’dan fazla bir Osmanlı Türkü hissettiğini eserlerinde ifade ediyordu. Ancak Osmanlılık umdesinin Türklüğüne ayrılıp kosmopolit bir veche almasına Akçura itiraz etmekte idi. Hakikatta tarihe ve sanata meclup bir fikir adamı olan Akçura’nın günlük siyaset hayatından uzak kalmak istemiş olduğu da aşikardır. Onun tercih ettiği muhit o devride Türkçü aydınlar tarafından 1912’de kurulan ve Ahmed Ferid’in ilk başkan olarak seçildiği Türk Ocağı idi. (3- Hikmet Temiroğlu, “Milliyetciliğin tarıhı gelişmesi”, Türk Yurdu (Ankara, Aralık 1963), 9. Aynı bilgiler: Rumı 1330 tarihli Nev- Sal-i milli’de, Ahmed Ferid’in biografia’sı ve “Türk Ocağı” adlı, “Genç ocaklıya” ithaf edilmiş tavsiyeleri. Bu vesıkaları Dr. Georgeon’dan öğrendim.)

Yahya Kemal’in Akçura’ya karşı hoşnutsuzluğu belki iki parlak şahsiyetin birbirine tezat eden istidatlarına işaret ediyordu. Osmanların haması rezmini sanatkarane ihtişamını sakılerin iksır bahşettiği bezn’i terennüm eden rind-şaır Yahya Kemal ile Muhammediye medresesinin maidesinde en yoksullar ile gönüldaş olmak isteyen Yusuf Akçura aynı medeniyete mensup fakat ayrı üslupta idiler. Üstelik Yusuf Bey cevher sahibi saydıklarına karşı epey münekkit ve kızdırıcı olabilirdi.

Yine Yusuf Akçura ve babam ile alakalı bir hatalı nazariyeye de işaret etmek gerekmektedir. Babam Ahmed Ferid’in 1912’de kurduğu “Milli Meşrutiyet Fırkası” ile onun sözcüsü İfham Gazetesi’nde sonradan komünist olacak fakat o devirde Türkçü bilinen Mustafa Suphi, Edhem Nejad ve Sadreddin Celal’in çalıştığı için babamın ve ona dostluk saiki ile gazeteye alakadar olan Akçura’nın sosyalist temayüllü olduğu tahmin edilmiştir. “Milli Meşrutiyet Fırkası”nın beyannamesi ile İfham baş-muharriri olan babamın bütün makalelerinin belig milliyetci uslubu böyle bir tahmini tekzibe yeter. Babam İfham’ın ilk nushasında “Kayı Han Türklerinin… Muazzam ve muhteşem eseri” olarak tavsif ettiği Türk Devleti’ne bilhassa bağlı bir milliyetçi idi. “Genç ocalık”ya ithaf ettiği tavsiyelerde “Esas-i Metin Anadolu Türkleridir” diyordu. (4- F. Tevetoğlu, “Ifham”, Türk Ansiklopedisi, fasikül 153 (Ankara, 1971), 41-2. “Genç ocaklı” ‘ya bu tavsiye, not 3’de bahsi geçen “Türk Ocağı” adlı yazıdadır.) O zaman Türkiye hayat şartları ile ilgisi olmayan Sosyalism’e karşı bigane kalmakla beraber milletler-arası cereyanların yabancı devletler tarafından Türkiye’ye nüfuz aleti olarak kullanılmasından endişe ederdi. (Akçura-oğlu yusuf, Mevkufiyet hatıraları (Orenbur 1907), 39.)

Akçura ise onun taraftar olduğu insaniyet perver tavır peygamberlerin gönülleri birleştirici yolunda gitmek idi. Nitekim Yusuf Bey, Hazret-i Muhammed’ şöyle tavsif ediyordu “beşeriyetin en büyük inkılaplarından birinin fili”. Bu inkılabın insaniperver vechesini de şu sözleşlerle tafsil etmişti: (6- Akçura-oğlu yusuf, Duasır Avrupa’da siyası ve ictimaı fikirler (istanbul, H. 1339), 61.)

“Muhammed aleyhisselam bütün enbiyaullah gibi insanlar arasında müsavat ile uhuvvet telkin ve neşrediyordu”. İlk Sosyalistlerin ihtilalci olmadığına işaret eden Akçura sonraki ihtilalci gelişmeyi İran’da VIII. yüzyıldan beri başlayan Mazdaki, Babeki, Karamitah gibi İhtilaflar tevlid eden yıkıcı temayüllü iştirakci mezheplere benzetiyordu.

 

Balkan Harbi’nde (Ekim 1912-Temmuz 1913) Yusuf Bey ve babam Erkan-ı Harb yüzbaşısı üniformalarını tekrar giyerek Çatalca cephesinde askeri vazife ifa etmişlerdi. Yusuf Bey’in bir devirde hacca gittiğini babam anlatmıştı. M.F. Togay’a nazaren Yusuf Bey’in haccı Umumı Harb sırasında idi. Türk Yurdu’nun bir kaydına dayanan Dr Georgeon, Yusuf Bey’in İlk Dünya Harbi’nden önce 1914’de hacca gittiğini sanmaktadır.

“Tarih Şuuru” (Le sens de l’histoire), “İslam ile Batı” (L’Islam et l’Occident ve “Türkçülük (Pan-turquisme) adlarını taşıyan altıncı, yedinci ve sekizinci bölümlerde Dr Georgeon Yusuf Akçura’nın en bariz hususiyetini tarihi kültür gelişmesine dayanan bir Türkçülük olara ifade ettikten sonra olgunluk çağında Akçura’nın Batı’ya karşı tavrını araştırmaktadır. Bolşevik ihtilalinden önce ecnebi tesirlerin Türkiye’de Tanzimatçılık ve İç Asya Türklerinde “cedidcilik” olarak temayüz ettiğine işaret eden Dr Georgeon, Akçura’nın tavrının “Üç Tarz-ı Siyaset”in ilk neşrinden beri değişmediği neticesine varmaktadır. Akçura’nın görüşünde Tanzimat devrinde medreseler yanında nizamı mektepler kurulacağına medreseler modern dünya şartlarına intibak edilip medrese halkın manevi ve fikri mektebi olarak idame edilse idi, Kazan’daki gibi iyi neticeler alınabilirdi. Akçura kimisi ecnebi dilde tedrisat yapan Tanzimat sonrası mekteplerinin Türk gençliğine yabancı gelip ilham kaynağı olamadığından; veya onları ecnebi kültürlere sevkettiğinden şikayet ediyordu. Böylece münevver ile milli kültürün kaynağı olan halk arasındaki bağlar kopmuş ve aydınlar yol gösterici vasfını kaybetmişlerdi. Yusuf Bey’e göre Türkiye’de fikri ve manevi buhranın sebebi bu ikilik idi.

Dokuzuncu bölümde Dr Georgeon Türkçülüğün 1914-1919 arasındaki gayelerini gözden geçirmektedir (“Les perspectives du Pan-turquisme”). Bu gayeler 1915-18 yıllarında yabancı idare altında yaşamaktaki “mahkum” denen Türklerin istiklale kavuşmasına yardım şeklinde tebellür etti. “Türk-Tatar komitesi” adlı kuruluşa intisap eden Akçura Türkiye’nin harp müttefiki devletlerin başkentlerine giderek yardım istiyordu. Beşinci zeylolarak bu faaliyete ait bir vesika Dr Georgeon’un eserine dercedilmiş. Bolşevik cereyanı, Rusya Türkleri’nin istiklalini mümkün kılacak bir temayülde sanıldığından Akçura 1916’da İsviçre’ye giderek Lenin ile de görüşmüştü. Brest-Litovsk muahedesine (1917) katılan Akçura 1918-19 arasında Hilal-i Ahmer murahhası olarak Rusya’da kalmıştı. Akçura’nın vazifesi Sibirya’daki Türk harp esirlerinden 60.000 kadar kişinin vatana dönmesini temin etmek idi. Bolşevik hükümeti daha sonra Züye-başı’ndaki emlakinin karşılığını ödemeyi teklif etmiş fakat Akçura reddetmişti. Dr Georgeon’un altıncı ve yedinci zeylleri Akçura hakkında Fransız Hariciyesinde bulunan bir rapor ile Akçura’nın 1918-19 arasındaki faaliyetine ait bir vesikadan ibarettir.

Eserinin onuncu ve son bölümünde Dr Georgeon Yusuf Akçura’nın Kemalizm ile münasebetlerini ele almıştır (“Yusuf Akçura et le Kemalisme (1919-1935”). Akçura 1919’da Türkiye’ye dönmüş ve vatanı yabancı orduların işgali altında bulmuştu. Ekim 1919’da babam Ahmed Ferid’in kurduğu ve müellifin ifadesine göre ilk olarak “Türk” adını taşıyan “Milli Türk Fırkası”na Akçura da girdi. Fırkanın beyanamesindeki Türkçülük müşterek mefhumunun ırkçılık ve siyası gayelerden uzak olup diğer Türkler ile müşterek milli kültüre işaretten ibaret olduğuna Dr Georgeon dikkati çekmektedir.Babam yeniden İflam gazetesini de neşre başlamıştı. İflam’da, Kuva-i Milliye’nin Mustafa Kemal imzalı bir beyannamesini ve diğer tebliğlerini neşretmek ile işgalci kuvvetlerin ve İstanbul Hükümeti’nin takibatına maruz kalan Ahmed Ferid Ankara hükumetine iltihak etti. Babamdan öğrendiğime göre Yusuf Akçura ise 1919 sonunda İngilizler tarafından Agopyan Hanı’nda haps edilmişti. Selma Hanım’ın hatıratında şu cümle okunmaktadır: “Hapishaneden çıktığı gün onunla evlenmeye karar verdim”. Aralarındaki bağın başlangıcı Selma Hanım’ın hatıratında şöyle anlatılmaktadır: Büyük Ada’da 1919’da Yusuf Bey o zaman mektepte bulunan genç Selma’ya derslerinde yardım ediyordu. Kendisinden yirmi küsür yaş genç bir kıza duyduğu meylden çekinen Yusuf Bey, Selma hanımdan kaçmağa başladı. Ancak, yaş farkına rağmen Selma Hanım’da da “bu kimseye benzemeyen adama” temayül başlamıştı. 1920’de izdivactan sonra birlikde Ankara’ya gittiler. Yusuf Bey yanından hiç ayırmadığı gençlik zabit elbisesini yine giydi ve cephede vazife aldı.

Cumhuriyet devrinde Akçura Hariciye Vekaletinde Umur-ı Şarkiye müdürü olmuş hukuk Fakültesinde ders vermiş İstanbul ve Kars mebusu olmuş ve 1931’de kuruluşunda faal bulunduğu Türk Tarih Kurumu’nun ilk başkanı seçilmişti. Türk tarihi çalışmalarında Akçura Atatürk’ün takdir ettiği araştırıcılardan idi. Modern dünyada yaşamak imkanına sahip bir Türkiye vücuda getirmek için Türkleri her sahada yetiştirmek gerektiği hususund, Atatürk’ü destekleyenler arasında Akçura da vardı. Akçur, bilhassa şu noktalar üzerinde duruyordu: köylüleri “zeamet” kalıntılarından kurtarmak hem milliyetçi hem halkçı aydın nesilleri yetiştirmek ve “Türk Milli Devleti’ni sağlam ekonomik esaslara dayanmak”. (8- Akçura-oğlu Yusuf, Siyaset ve iktasad (İstanbul, 1924), “Türk milliyetçiliğinin iktisadı menşelerine dair” adlı müsahabe.)

Selma Hanım Yusuf Beyin hayat tarzından pek mesut idi. Keçiören’de derme-çatma bir bağ evinde kurulan kütüphanede köy hayatı yaşarlardı. Ankara’nın merasimlerine toplantılarına katılmazlardı. Dostlara ayrılan pazar gününde Yusuf Bey ile sohbete pilavını yemeğe, çayını içmeye gelenler, talebesi ve birkaç mütefekkir dışında civar köylüleri idi. Ankara kedileri de kapı eşiğinde dizilip nasıp beklerdi.

Damar-sertleşmesi ile malul Yusuf Bey artık Ankara’nın yayla iklimine dayanamayınca 1934’de İstanbul Üniversitesine nakleti. Yusuf Bey hayatının son günlerinde Osmanlı İmparatorluğu’nun Dağılma Safhası’nın ikinci baskısını tashih ediyordu. Acele ediyordu çünki Dr Neşet Ömer’in anneme ifadesine göre yakında öleceğini bilmekte idi. Selma Hanımın hatıratında Yusuf Beyin ölmeden eserini bitirmek için sarfettiği gayretin hikayesi anlatılmaktadır. Birgün sokakta öleceğini bilmiş gibi her çıkışta Yusuf Bey’in abdest aldığını Selma teyzem söylerdi. Onun Haydar Paşa istasyonunda öldüğü ve Selma teyzeme araba ile Haydar Paşa’ya kadar refakat ettiğim 1935 yılının 11 Mart akşamı en elim hatıralarımdan biridir. Selma Hanım zevcinden ancak üç yıl sonra 1938’de henüz kırk yaşında iken vefat edecekti.

Kaynak:

Dr. Emel Esin, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü, Haziran-Temmuz-Ağustos 1979, Yusuf Akçura Hakkında Bilinmeyen Kaynaklar ve F. Georgeon’un Araştırması, Cilt: XVII Sayı: 200-201-202, Sayfa: 428-437

Türkçe Tarih

Saha (Yakut) Türkleri

Önceki yazı

Türklerde Yeni Yıl ve Yılbaşı Kutlaması – Nardugan Bayramı

Sonraki yazı

Bu yazılar da ilginizi çekebilir

Yorumlar

Bir yorum yaz

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir