0

Uzun uzun size demokrasi tarihini yazacak değilim. Ama bugünkü yazımı “diktatörlükler” üzerine yazdım. Faşizm, demokrasi, feodalizm ve saire yönetim biçimleri içerisinden özellikle “diktatörlük” konusuna biraz değinmek istiyorum.

Aristoteles, insan özünde bir “siyasal varlıktır” diyor. Siz isteniz de istemeseniz de her birey daima daha geniş bir sosyal yapının, daha detaylandıracak olursak eğer, bir ailenin, bir topluluğun ve de bir ülkenin parçasıdır.

Okulda öğrendiğimiz “aile, toplumun en küçük birimidir.” sözü aslında insanın toplu yaşamındaki ilk örgütlenme biçimidir. Aynı atadan gelme, zamanla ortak bir kimliği de beraberinde getirdi. Bunun sebebini, doğada hayatta kalmak için gerekli olan yiyecek bulma ve vahşi hayvanlara karşı savunma işlerini yerine getirebilmektir dersek herhalde yanlış olmaz.

Daha sonra bu aileler kabilelere dönüşmüştür. Bunlar da gelişerek ve çoğalarak ilk devletler, imparatorluklar ortaya çıkmıştır. Tabi bu, takdir edersiniz ki, binlerce, on binlerce yıldan oluşan bir süreçtir.

Orta Çağ karanlığını aşana kadar, insanlar ve bilimsel akıl (düşünüş) o kadar hakarete uğramış ki, Yunan kent-devletlerinin Antik çağda uyguladığı, bugün bizim “çağdaş” dediğimiz “demokrasi” yapısına benzer bir sistem ancak 17. ve 18. yüzyıldan sonra dünya üzerindeki bazı ülkelerde uygulanabilme fırsatı yakalayabilmiştir.

Demokrasi kelimesinin anlamı Yunanca kökenlidir. “Halkın Yönetimi” anlamını taşır. Elbette ki, “demokrasi” dediğimiz sistem de tek bir tür değil. Tarihsel gelişim süreci içerisinde pek çok demokrasi çeşitleri ortaya çıkmıştır. Ama size açıkça söyleyelim, günümüz şartlarında ortada olan karmaşık düzeydeki toplumlar için doğrudan bir demokrasi tesis etmek hiçte mümkün değildir.

Modern demokrasiden söz edecek olursak eğer, parlamento önceleri İngiltere’de, soylular tarafından krala zorla açtırıldı. Daha sonra bu parlamento aristokratik üst kamara ve halkın seçtiği üyelerden oluşan bir alt kamara biçiminde ikiye ayrılmıştır.

Yine Aristoteles diyeceğim ama kendisi Yunan demokrasisini “yığınların kaypak yönetimi” diyerek aşağılamıştır.

Gelelim, “diktatörlük” olayına. Demokrasinin pek çok çeşidi olması gibi, “diktatörlükler” de pek çeşitlidir.

Diktatör terimi, Latin dilinde buyurma” ve ya “dayatma” anlamlı bir kelime olan “dictare” kelimesinden gelmektedir. Diktatörlük ise bir kişi ve ya bir küçük grubun iktidarı elinde toplamasıdır. İktidar, yani devletin yönetimi, erki.

Demokrasi ile diktatörlük birbirlerini temel olarak dışlayan iki farklı olgudur. Ancak tarihte pek çok örneği mevcut olarak, demokratik sistemler bazen halkın diktatörce yönetilmesine de sebep olmuştur. Halkın oyları ile demokratik yollarla seçilmiş iktidar, kendi tiranlığını yaratarak, ülkenin demokratik yapısını aşındırır hatta yeri geldiğinde sonlandırır. Tarihsel sürece baktığımızda, özellikle 20. yüzyılda pek çok diktatörün iktidara gelmesi, demokratik süreçler ile olmuştur.

Mesela bir diktatörlük çeşidi olan totaliter diktatörlükte”, diktatörler, çoğu kez halkla yarı-dinsel bir ilişki kurmaya çalışır. Ne demek bu? Bir kişi düşünün, ülkenin iktidarını kendi elinde toplamış. Bu kişi halka “ebedi kurtuluş” özlemi uyandırmak amacıyla, gösterişli (kimilerinin sevdiği bir kelime olan sansasyonel) kitle gösterileri düzenler, halkı kandıran ve ya yanlış bir algı yaratmaya yarayan filmler izletir. Buradaki amaç, diktatörün bir yarı-tanrı olarak halka sunulmasıdır. Bunun sonucunda diktatör, kendisine sıkı sıkıya bağlı ve mutlulukla, özveriyle boyun eğecek sadık bir kitle yaratmaktır.

İşte, Hitler’in meydanlarda attığı çoğu nutukta, kendisinin ve partisinin Alman halkına bir “kurtarıcı” olarak gönderildiğinden söz etmesi, bu sebepledir.

Bunun yanında ideolojik diktatörlüğün özel bir biçimi teokratik diktatörlükler”den de bahsetmek gerekir. Burada diktatör, gücünü kullanmak için kendisine ilahi hukuku dayanak yapar. Bu sistemin başında, “ilahi” ve ya “ilahi takdirle seçilmiş” bir hükümdar görev yapar. Din ve devlet yapısı tek bir yapıda birleşirler. Laiklik ilkesinden söz edilemez. Batı dünyasında bu türde bir devlet yapısı, şuan ki Vatikandır. Diğer coğrafyadakileri ise uzaktan da olsa az çok tanıyorsunuz. İran Cumhuriyeti, bugün “teokratik diktatörlüğün” yaşayan yapısıdır.

Bunun yanında, bir de “proletarya diktatörlüğü” bulunmakta. Lenin, tarihte bir ilki başararak, 1922’de Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliğini kurdu: yönetim biçimine de “proletarya diktatörlüğü” dendi. Stalin, Lenin’in ardından bu diktatörlüğü bir “parti diktatörlüğüne” dönüştürerek tarihte çok kanlı bir süreç yaşanmasına sebep oldu. İlginçtir ama Stalin aslında bir rahip olmak istiyormuş hatta kendisi bir din okulunda eğitim görüyormuş ancak aşırı devrimci faaliyetlerinden dolayı ilahiyat okulundan kovulmuş.

Bugün bile, tek kişinin ya da küçük bir grubun mutlak iktidarını, sosyalist bir ideoloji ile maskeleyen bir yönetim ortaya çıkarsa, bu tür iktidarlara “Stalinist” rejim olarak anılır. Mesela, Sovyet güdümlü Doğu Almanya, 1989’da yıkılana dek Stalinist bir diktatörlük ile yönetildi. Tıpkı, bugün Kuzey Kore’de Kim Jong-il’in yaptığı gibi.

Diktatörlüklerin ayırıcı özellikleri vardır ama üzerinde durmamız gereken yer ortak noktalardır bence. Gerçek anlamda bir diktatörlükten bahsedecek olursak eğer, kesinlikle Güçler ayrılığı” ilkesinin askıya alınması bir kilit unsurdur. Mahkemeler ve meclis sadık yandaşlarla doldurulur, bütün muhalefet şu ya da bu ölçüde baskı altına alınır ve ya ortadan kaldırılır. Senden olmayan (iktidarı elinde bulunduran kişi, parti, zümre vs.) ülke içerisinde yaşayacak özgür bir ortam bulamaz.

Demokrasi dediğimiz yönetim şekli, insan hakları, güçler ayrılığı ve her yurttaş için oy hakkını ön gören temel ilkelere dayanır. Bir demokraside devlet gücünün kötüye kullanılmasının engellenmesi için iki ana ilke vardır.

Bunlardan ilki Güçler Ayrılığı İlkesidir. Bu ilke, devlet yapısında yurttaşların özgürlüklerini ve eşit haklarını güvence altına almaya ve iktidarın tek merkezde (kişi, zümre, parti, vs.) toplanmasını önlemeye yöneliktir.

Devletin üç ana işlevi vardır: Yasama, Yürütme ve Yargı. Bunlar bir güçtür (erk) ve birbirlerinden bağımsız hareket etmelidirler ve her biri ayrı ayrı halkın refahını düşünerek hareket etmelidirler ki yurttaşlar o ülkede eşit, adil ve yüksek bir refah içerisinde yaşayabilsinler.

Bu üç gücü kullanmak üzere devlet bazı yapılar meydana getirmiştir. Ülkemizden örnek verecek olursak Yasama gücünü Meclis, Yürütme gücünü Hükümet ve idari birimler, Yargı gücünü ise Mahkemeler kullanır.

İşin garip tarafı “Başkanlık Sistemine” dayalı demokrasilerde bu üç erk, sıkı sıkıya birbirlerinden ayrılmışlardır. Türkiye’de bulunan şuan ki iktidar sahibi parti ve zümre ise “Başkanlık Sistemi gelsin!” derken bunun tam tersini istemektedir.

Halkımız, bırakın halkı, bunu savunan iktidar yanlıları bile bu sistemin ne olduğunu bilmemektedirler. Demokrasilerin ana yapısını oluşturan bu üç erki bir elde toplamaya çalışmaları, demokratik bir eylem değil, tersine diktatörlük yapısında bir yönetim şeklidir.

Toplumumuz üzerine yürütülen algı oyunları, toplumun bilgisizliği ve vurdumduymazlığı üzerinden kendilerine mutlak bir güç sağlama çalışmalarıdır. Algı operasyonlarından bir örnek vereyim sizlere.

Türkiye’de hatta daha da genişletecek olursak, İslam dünyasında bulunan sözde İslamcı görünen hareketler, Avrupalı devletlerden ve ABD’den bağımsız değildir. Keza bugünlerde sol olarak yutturulmaya çalışılan, açıkça teröristleri kendilerine başkan edinmiş ve Kürt milliyetçiliğine dayalı politika güden ve Doğu illerindeki feodal yapı ile mücadeleye dönük olarak tek bir cümle dahi edemeyen bir parti de Avrupalı devletlerden ve ABD’den bağımsız değildir.

Bu parti ve zümrelerin, yapıların ortak emel ve çıkarları, Türkiye gibi ulus-devlet yapısındaki ülkeleri, dinsel ve etnik olarak parçalayarak yönetime ortak olmak, Avrupalı devletlerin ve ABD’nin işine yaramaktan başka bir şey değildir.

İşte bu yüzdendir ki, çok sevdikleri Osmanlı Devletini işgal etmiş ve parçalamış olan İngilizlerin, Fransızların Türkiye’ye karşı kullandığı İskilipli Atıf’a, şeriatçı Şeyh Sait’e, Dersim Generali olduğunu iddia eden Seyit Rıza’ya sahip çıkarlar.

Sol görünümlü sosyalist olduğunu iddia eden bir partinin ne işi var, şeriatçı ve feodal zihniyetli bir kişiyi anma etkinliği düzenlesin? Siz dünyanın neresinde gördünüz böyle bir şey?

Peki, seçimlerden sonra ne olacak?

Size sonucu ben değil eski bir AKP’li söylesin. Bir on gün kadar önce bir röportaj yayımlandı. Alman Die Zeit Gazetesi, Erdoğan’ın eski dış politika uzmanlarından biri olan AKP’li eski milletvekili Suat Kınıklıoğlu ile bir röportaj yapmışlar… Diyor ki Suat Kınıklıoğlu:

“Erdoğan İslami politikaları, iktidarda kalmak için kullanıyor. Erdoğan’ın şu an büyük problemi var. Erdoğan’ın çıkış yolu yok. Eğer AKP, seçimleri kaybederse, ya hâkim karşısına çıkacak ya da ülkeyi terk etmek zorunda kalacak

Eğer sandığa giderek oy kullanmayı düşünüyorsanız, bunu düşünerek oy kullanın. Oy kullanmak da yetmez kullandığınız oylarınıza gerçekten sahip çıkın. Çünkü, tarihte insanların başına gelmiş pek çok diktatörlük, demokratik bir seçim ile ortaya çıkmıştır.

Cihan Oktay
2014 yılında Türkeli Dergisinde yazarlık yapmaya başlayan yazar, derginin kapanmasıyla birlikte, Türkçe Tarih Dergisi‘ne kuruculuk etmiş ve günümüzde de yazılarını burada yayınlamaktadır. Yazar Türkçe Tarih sistemi üzerinde genellikle Milli Mücadele, Atatürk ve Türk Devrimleri üzerine yazılar yazmaktadır. Uzun bir süredir, Rıza Nur ve Hatıratı üzerine araştırmalar yapmakta ve bu çalışmaları ile tanınmaktadır. Diğer önemli tarihçilerle birlikte kolektif olarak yayınlanan "Şahsiyetler" isimli kitapta, Doktor Rıza Nur biyografisi kaleme almıştır.

Seni Başkan Yaptırmayacağız!

Önceki yazı

Unutulduysa Hatırlatalım..

Sonraki yazı

Bu yazılar da ilginizi çekebilir

Yorumlar

Bir yorum yaz

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir