Ertesi günü cuma idi. Öğleden sonra Genel Merkez toplantısı vardı. Toplantılar, çoğunlukla Talât Bey’in evinde yapılıyordu, Bunun başlıca sebebi, binanın şehrin bir köşesinde ve emin bir yerde olmasıydı. İçtimaa ilk defa beni de çağırdılar. Talât, kendisinden ayrılırken:
Muhakkak gelmelisiniz, sizi arkadaşlara takdim edeceğim.
Demişti. Hatırımda kaldığına göre, hazır bulunanlar arasında Kurmay Binbaşı Cemal (Birinci Dünya Savaşı’nda Bahriye Nazırı ve 4. Ordu Kumandanı Cemal Paşa), Binbaşı Enver (Paşa), Hafız Hakkı (Paşa), Yarbay Nişli Faik (Birinci Dünya Savaşı’nda Kafkas Cephesinde şehit olan Faik Paşa) Üsteğmen İsmail Canbulat (Birinci Dünya Savaşı’nda Talât Paşa Kabinesinin İçişleri Bakanı, Cumhuriyet Devrinde Milletvekili. İzmir suikasdi olayında idam edilmiştir.) ve sivillerden Talât (Paşa), Rahmi, Mithat Şükrü Beylerle şimdi isimlerini hatırlayamadığım bazı arkadaşlar vardı.
Müzakereyi Talât Bey’in idare edeceği anlaşılıyordu. Nitekim öyle oldu. Talât, o babacan ve cana yakın tavriyle, önce beni cemiyetin yeni bir üyesi olarak takdim etti. Arkadaşlar birer birer gelerek tebrik ettiler. Başarılar dilediler. Enver hararetle elimi sıktı:
Ağabeyiniz Mehmet Ali Bey’den bir haber var mı, nasıllar?
Diye sordu. Mehmet Ali ağabeyim, Enver’in sınıf arkadaşı idi. Müzakere konusu, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin Paris’teki merkezi ile olan anlaşmazlıklardı. Anlaşmazlığın, Paris’in Rumeli’nin özelliğine vukufsuzluğundan meydana geldiği ileri sürülüyordu. Paris merkezi, işlerin acele ve intizamsız yürütüldüğünden şikâyetçi idi. Halbuki çeşitli bölgelerde değerli kurmay subaylarla, işbilir kaza kaymakamlarının himmetiyle Rumeli’nin her tarafında ve özellikle 3. Ordu mıntıkasında teşkilât tamamlanmış sayılabilirdi.
Tartışmalar sonunda Paris’ten, Rumeli’deki durumu yakından görmek ve izlemek üzere yetkili bir temsilcinin acele ve gizlice Selânik’e gönderilmesi için teşebbüslerde bulunulmasına karar verildi, bir de cemiyetin yüksek idaresinin. Paris’te mi yoksa Selanik’te mi olması konusu vardı ki, bunun üzerinde bir hayli söz söylendi. Talât:
Selânik’te bulunmasında türlü faydalar vardır.
Diyor, ittifaka yakın bir çoğunluk da kendisini destekliyordu. Selânik’te bulunmasına ben de taraftar oldum. Eğer bir ihtilâl mukadderse, bunun sevk-ü idaresi muhakkak memleket dahilinde olması zarureti vardı. Bu konudaki nihaî karar, Paris’ten gelecek cevabı beklemek üzere ertelendi. Sonra çeşitli mevzulara geçildi, esastan ziyade detaylar üzerinde duruldu.
O gece sabaha karşı, Rahmi Bey’le birlikte eve döndük. Yolda:
Lider kim?
Diye sordum. Rahmi Bey biraz duraklar gibi oldu.
Lider, yok dedi. Fakat sen de anlıyorsun ki, Talât insiyatifi kendi elinde tutmak istiyor.
Cevabını verdi. Rahmi Bey toplantıda adı açıklanmamakla beraber Paris’ten gizlice gelecek yetkili temsilcinin adını ve hüviyetini de biliyordu. Bu Doktor Nazım’dı (İttihatçı liderlerden, İzmir suikasdi olayında idam edilmiştir). Ben Nazım’ın adını Ömer Naci’den duymuştum ama, kendisini tanımıyordum.
Sabahı müjdeliyen horozlar öterken yatağıma girdim. Birkaç saat kestirecek, sonra kışlaya dönecektim. Fakat uyumak kabil değildi. Düşünüyordum, ilk defa böyle şümullü, içte ve dışta teşkilâtı bulunan ve ileride bütün Osmanlı İmparatorluğu’nu kapsayacak olan bir ihtilâl fırkasiyle karşılaşmış, karşılaşmış değil de, onun faal bir üyesi olmuş ve en hayatî toplantılarından birine katılmıştım. Hemen söylemeliyim ki, bu toplantı Seni hayal kırıklığına uğrattı. Büyük bir ihtilâl merkezinde, ihtilâlin ana hatları ve prensiplerinden ziyade ayrıntılar üzerinde ısrarla durulması dikkat nazarımı çekmişti. Toplantıda pek az konuşmuş, yalnız bir sual sormuştum:
— Sultan Hamid’i, meşrutiyeti iadeye zorladık, kabul ettirdik. Peki sonra ne olacak, ne yapacağız?
— Sonrası kolay.
Deyip geçivermişlerdi. Kolay olan neydi? Bunu izah etmek lüzumunu duymamışlardı. Sonra Genel Merkez üyelerine, her hususta hâkim ve lider vasfını haiz bir kimseyi de ne yalan söyliyeyim, görememiştim. Eve dönerken Rahmi Bey’e de liderin kim olduğunu bunun için sormuştum.
Talât, zekâsı, çalışkanlığı, soğukkanlılığı ve özellikle arabuluculuğu ile belki müzakerelerin selâmetini sağlayordu. Namuslu ve vatanperver de olabilirdi. Fakat bütün bu meziyetler, lider olmak için acaba kâfi sayılabilir mi idi?
Ben sanmıyordum?
Bu satırları yazarken, şu hususu bütün samimiyetimle ifade etmek isterim ki, Türk vatanının kurtuluşu için açılan Millî Mücadele’nin daha ilk safhasındaki Amasya Müzakerelerinde, Erzurum ve Sivas Kongrelerinde hakikî bir lider olarak ortaya atılan bir Mustafa Kemal’i, o toplulukta görmek mümkün değildi. Hattâ iddia edebilirim ki, Mustafa Kemal’e benziyen kimse de yoktu.
Yorumlar