Diyorlar ki: “Uğraşmaya ne hacet? İşte lisânımız kendi kendine sadeleşiyor. Yarım asır sonra ne Arapça Acemce terkipler kalacak; ne de ma’nâsını bilmediğimiz lüzumsuz kelimeler… Bir gün olacak ki seci’ler gibi terkipleri de unutacağız…”
Hâlbuki millî ve tabî’î lisânlar değil, hatta milliyet cereyanları bile sevk ve idare edilmeden ilerleyemez. Almanya’nın büyük adamları olmasaydı Alman milleti meydana gelir miydi? Macarlık, Bulgarlık, Yunanlık, Sırplık, Almanlık, Araplık bir takım yorulmaz adamların durmadan sarf ettikleri ilâhî cihetler sayesinde vücut bulmuştur. Macarların, Almanları, Bulgarların millî lisânları da kendi kendine şu’ûrsuz bir tarzda doğmamış, birçok şu’ûrlu tasfiye hareketleriyle bugünkü mükemmeliyeti kazanmıştır. En tabî’î ve haklı cereyanlar için bile mutlaka “cihet effort” ister…
Millî lisân da bizim selikamızda başlar. Onu edebiyata geçirmek için ferdî ve şu’ûrlu cihetlere ihtiyaç vardır. Son zamanlarda ma’nâlarını herkesin bildiği kelimeler ve millî edalarla yazılar yazılmaya başladı. Bu lisânda sadeleşmek değil, Türkçeleşmekti.
Arapça Acemce terkipler kullanılmadığı için selikamızdaki maènâ ihtiyacı daha iyi, tatmin olunuyor, “lâmî ve beyânî” farklar ecnebi edaların ruhumuza ağır gelen karanlıkları içinde gâ’ib olmuyor… ama Türkçe yazmak için Türk sarfının tamamiyetine, Türk şivesine dikkat etmeyip yine eski edebiyat lisânının intibâ’larıyla yazacak olursak bu Türkçeleşmek hareketi de piç kalacaktır. Türkçe’de eskide beri Türkçe yazmak istenilmiştir. Fuzuli bile: Türkçe güzeldir. Fakat onunla nazik şi’ir yazmak pek güçtür diyor. Arzusunu yerine getiremediği için sıkılıyor, aczini saklamıyor. Ve ilâve ediyor. “Bende Tevfik olsa bu düşvârı âsân eylerim.” Ya’nî “İktidarım olsa Türkçe şi’irler yazarım.” demek istiyor. Hâlbuki tamamıyla Acem Edebiyatıyla yetişmiş, hem de Bağdat’ta oturuyor. Türkçe’ye temsil ettiği şekli veremiyor. Tekke Edebiyatı’ndan başka birçok şeyler Türkçe yazılıyor. Fakat Türkçe’ye bir hudur olmadığı için, daha doğrusu Türk sarfı mukaddes ve muhterem saçılmak âdet olmadığı için ara sıra Türkçe yazılıyor, sonra yine Arap ve Acem edalı eski edebiyat lisânına dönülüyor. Çünkü Türkçe yazmak için hususî bir cihet yok. Selika kuvvetiyle, şu’ûrsuz Türkçelerde mahdut kalıyor. Meselâ şâ’ir Nedim Efendi…. Bütün tahsili Arapça ve Acemce olduğu hâlde ba’zı selikasının kuvvetiyle o kadar Türkçe, o kadar Türk edasıyla yazıyor ki bugün bile şâ’irlerimiz içinde konuşulan güzel İstanbul Türkçesi’ni bu derece yazan bulunamaz. İşte bin yüz otuz beş senelerinde yazılan bir gazel ki içinde “âteş-i sûzân”dan başka terkip yok.
Gazel
Bir söz dedi canan ki keramet var içinde,
Dün geceye dâéir bir işaret var içinde.
Meyhane mukassi görünür taşradan ama
Bir başka Ferruh, başka letafet var içinde…
Eyvah o üç çifte kayık aldı kararım,
Şarkı okuyup geçti, bir afet var içinde…
Olmakta derununda hava (âteş-i sûzân)
Neyin diyebilmem ki ne halet var içinde!
Ey şuh! Nedimâ ile bir seyrin işittik,
Tenhaca varıp Göksu’ya, işret var içinde…
Nedim Efendi bir an Arap ve Acem Edebiyatı’nın intibâ’larından masun, samimî olmuş, konuştuğu lisânı yazmış… Gazeli Türkçe’nin bir incisi gibi parlıyor. Fakat bu sadelik, ya’nî Türkçelik şu’ûrlu değil, tesadüf… Gelişigüzel bir tesadüf… Nedim Efendi’den tam iki yüz sene sonra gelen bir şâ’ir de “lisânlar milletlerin konuştukları” olduğunu bildiği hâlde eski Divan Edebiyatı’nın terkipleriyle şu şi’iri yazıyor:
(Kavâfil-i beşeriyet), (şikeste-sâk u tüvân)
Yürür sükut ile (feyfâ-yı zindegânîde)
Çökün hayatı gibi hep kurur kalır Sûzân
(Hayât-ı kâfile) bir (ahger-i nihânîde)
Bütün bu kafilenin (dest-i ıstırabında)
(Siyah-döne-i eyyâmı) (sübha-i ömrün)
Bütün bu kafilenin (rûh-ı pür – azabında)
(Harîk-i hâéili) bir (teşnegî-i hâr u mürrün)…
Geçer bu kafileler hep elemle (peyderpey)
Geçen bu kafilelerden vücut alır güya
Bütün şu
Demek lisânımızın gittikçe sadeleşmesi, Türkçeleşmesi doğru değil… İşte misal; iki yüz sene evvel yazılanla, iki yüz sene sonra yazılan… İki yüz sene evvel Nedim Efendi nasıl sevk-i tabî’îsiyle cehdsiz Türkçe yazıyormuş ise bugünki şâ’ir bil’akis Türkçe yazmaya, Türk sarfını bırakıp Arap ve Acem sarfını ve edasını kullanmaya cehdetmiş… bu şiir pekâ’lâ Türkçe’ye tercüme edilebilir. Çünkü Türkçe değildir. Türkçe olsa tercüme olunamazdı. Biraz insafı olana soruyorum. Hiç Almanca’dan Bulgarca’ya bir parçayı tercüme etmek mümkün müdür? Meselâ Almanca birçok şi’irler hikâyeler alınız. Bunların ma’nâları, fikirleri, münderecatları ne kadar başka başka olsa lisânları, kelimeler birdir. Hâlbuki eski edebiyat lisânıyla hakikî Türkçe birbirinden son derece ayrı… Kelimeleri, edaları ayrı… Meselâ şu mısrâ’a bakınız:
Bir (âşiyân-ı müzehher) ki (pür tuyûr u zilâl)
Türkçe’ye tercümesi:
“Gölgeler ve kuşlarla dolu çiçekli bir yuva…”
Hangisi güzel? Bu mısrâ’ın aslı olan terkipler mi yoksa tercümesi mi? Eski edebiyat lisânının intibâ’ları Türkçe’nin yazılmasına mâni’dir. Bizim şâ’irlerimizin heyecanları bile Arapça ve Acemce terkipler hâlinde tecelli eder. Meselâ şu parça:
Tabut.. o (reh-nümâ-yı makber),
Tabut.. o (heykel-i mükedder),
Tabut.. o (hatîb summ u ebkem),
Tabut.. o (bürûdet-i mücessem),
Tabut.. o (sükût pây ……. ),
Tabut.. o (müsibet-i mükerrer),
Tabut.. o (vahşet-i muèannid),
Tabut.. o (minber-i seferber),
Ve ilâh….
Bu da pekâ’lâ Türkçe’ye tercüme edilebilir. Şâ’ir Arapmış, yahut Acemmiş gibi o milletlerin sarfıyla, edasıyla lisânıyla hislerini daha kuvvetli ifade ediyor. Bu hâlde tabî’î bir hâl değildir. Marazîdir. Şâ’ir matemiyle odasında kapandığı zaman dostlarına veyahut kendi kendine derdini Arpça, Acemce terkiplerle tekrarladığını kimse iddi’â edemez.
Mademki Türktür. Konuşurken, gözyaşı dökerken derdini de Türkçe anlatmıştır. Pekâ’lâ, yazarken niçin Türkçe yazmasın?..
Lisânımızın kendi kendine Türkçeleşmesini beklemek boştur. Biz cehdedip “Türkçeleştirmeli, kendimizi eski edebiyat lisânının intibâ’larından, selikamızda olmayan klişe terkiplerden kurtarmalıyız. Konuşulan Türkçe beş altı asır evvel de vardı. Bugün de vardı. Fakat yazılmıyor. İş onu bütün güzelliğiyle, tabî’atiyle, edasıyla, sarfıyla, şivesiyle yazmakta…
Milletler ve edebiyatlar hep lisândan doğar. Konuşulan ve sevk-ı tabî’îmizde yaşayan Türkçe’yi eski edebiyat lisânının marazî intibâ’larına karşı cehdederek yazacak inkılâpcı nice insanlığın fevkinde bir mevcuttur. Ben bütün millî, ictimâ’î ve edebî ümitlerimi kendisine atfettiğim bu kahramanı bekliyorum. Fakat o hâlâ gelmiyor…
Yorumlar